Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Derin devlete giden yol

Klasik sosyoloji, devleti toplumun örgütlenmiş biçimi, kolektif iradenin organizasyonu, siyasal bir aygıt ve milli egemenliğin en gelişmiş ve somut kurumsallığı olarak tanımlar. John Locke’a göre, doğa durumunda son derece özgür ve mutlu oldukları halde insanlar, güvenlik eksikliğinden dolayı, hakları ve özgürlükleri güvenceye alacak bir aygıtı, yani devleti örgütlemişlerdir.

Devlete atfedilen bu işlevleri ve özellikle de güvenlik özgürlük dengesi kurulması işlevini her devlet yapılanmasında hayata geçirmek mümkün değildir. Çünkü, yeryüzündeki bütün devletler “salt toplum iradesinin kurumlaşması” veya “hakları ve özgürlükleri güvenceye alacak bir aygıt” olarak kabul edilemez. Diktatörlerin ya da oligarşik elitlerin örgütlediği devletler halk iradesini ne kadar temsil edebilir; güvenlik özgürlük dengesini ne kadar gözetebilirler ki?

Demokratik toplum yapısına aykırı olarak örgütlenmiş devletlerde güvenlik, diktatör ya da oligarşik elitlerin iktidar ve çıkarlarının kısa ve uzun vadede güvence altına alınması anlamına gelmektedir. Yasalar bu güvenlik anlayışını yansıtan hükümlerle donatılmıştır. Ya da ilgili yasa hükümlerinin yorum ve uygulaması bu güvenlik anlayışı temelinde yapılmaktadır.

Demokratik toplum yapısına uygun olmayan bir siyasal yapının güvenlik anlayışının, devleti bireylerin “hak ve özgürlüklerini güvenceye alacak bir aygıt” olmaktan uzak tutması kaçınılmazdır. Çünkü, böyle bir devlet, temel haklar ve özgürlüklerin kullanımını kendi varlığını tehdit eden bir güvenlik sorunu olarak algılanacaktır.

Umuyoruz ki, MİT Müsteşarı Sayın Emre Taner’in kamuoyuna açıkladığı değerlendirme, bu açmazların görülerek, sadece dış güvenlik değil, iç güvenlik yaklaşımları açısından da yeni bir anlayışın varlığına işaret olsun.

Normal şartlar altında, güvenliği sağlayan devlet; “güvenliği sağlanan” obje ise bireyler ve toplum olmalıdır. Devlet ile güvenlik arasındaki ilişkinin bu doğrultuda gerçekleşmesi ancak demokratik toplum yapısına uygun siyasal yapılanmalarda mümkündür. Bu açıdan sorunlu olan siyasal ve toplumsal bir zeminde, güvenlik kültürünün oluşumu da sorunlu olacaktır. Yani belirlenen güvenlik sorunları ve tehdit değerlendirmeleri gerçek değil, politik olacaktır.

ZOR ZAMANLARDA DENGE KURMAK

Bireylerin ve toplumun güvenlik ihtiyaçları değil de, bir takım gizli ve politik hesaplar gözetilerek oluşturulan güvenlik anlayışı ve buna bağlı olarak algılanan tehdit unsurları, güvenliği sağlanacak objenin de kimliğini belirleyecektir. Elbette bu obje, bireyler ya da toplum olmayacaktır. Devlet, toplumu ve bireyleri bu güvenlik anlayışının süzgecinden geçirerek sakıncalı-sakıncasız birey ve sivil toplum prototipleri oluşturacaktır. Bu şablonlara uymayanlar “Yasaklı “ veya “Suçlu “ kategorisine itilecektir. Hatta daha da kötüsü, yargı üzerinde de baskı kurularak, yasaların bu iç tehdit algısına göre ideolojik yorumu sağlanacaktır. Artık bireylerin özgürlük ve güvenliğini sağlamak bir yana, bizatihi kendisi özgürlük ve güvenliğin en büyük engeli haline gelmiş bir devlet yapılanması söz konusu olacaktır. Bu yapılanmanın demokratik toplum yapısına aykırı olduğu açıktır. Artık, güvenlik müdahale için meşru bir bahane haline gelmiştir. Uzun vadede kişi ya da oligarşik elitlerin iktidar ve çıkarlarını güvence altına alacak bir baskı ve otoritenin “devlet güvenliği” adına topluma dayatılması meşrulaşmıştır.

Özgürlükleri koruma düşüncesinin önüne geçmektedir. Dengenin sıkça vurgulandığı ve özgürlükler aleyhine bozulduğu dönemler, gerçek ya da sanal bir tehdidin algılandığı ve onunla mücadele stratejilerinin geliştirildiği “zor zamanlar”dır.”(1)

“Zor Zamanlarda İnsan Hakları Güvenlik Dengesini Kurmak” tartışmasında, “bunu kim sağlayacak” sorusuna, “devlet” karşılığını vermekten başka bir seçeneğimiz yok. Burada sözü edilen devlet, toplumsal iradenin örgütlenmesi olan devlet ise, tamam; ancak yukarıda işaret ettiğimiz diktatörlerin ya da oligarşik elitlerin örgütlediği bir devlet ise sorun burada başlıyor demektir.

GÜVENLİK ODAKLI DEVLET DERİN DEVLET

Söz konusu sorun, “düzen ve güvenlik gibi son derece elastiki kavramların kötüye kullanılarak, özgürlüklerin keyfi bir şekilde sınırlandırılmasında odaklanmaktadır.(2) Çünkü, hem güvenliği, hem de özgürlüğü talep eden objenin aynı olması, yani bireyler olması, onları her zaman güvenliği özgürlüğüne tercih edebilir hale getirmeye elverişli bulunmaktadır. Eğer güvenlik önlemleri bazı kimseleri ya da bu kimselerin kontrolündeki kurumları ön plana çıkarıyor, bu kişi ya da kurumlara otorite, imtiyaz ya da çıkar sağlıyor ise, bu kimseler abartılı farazi tehditler bahane edebilecekleri gibi, fiilen provokatif olaylar tezgahlayarak yapay güvenlik sorunları da oluşturabileceklerdir.

Bir toplumda barış ve düzen sadece yasal ve polisiye önlemler ile sağlanıyor; bu önlemler gevşeyince anarşi, terör ve yolsuzluklar baş gösteriyorsa, artık o toplum güvenlik öncelikli bir toplum haline gelmiş demektir. Zaten istenen de budur. Çünkü, güvenlik öncelikli bir toplumsal yapı, devlet gücünün ele geçirilip, otorite, nüfuz ve çıkarları meşrulaştırmaya dönük istismarlara son derece açık olacaktır. Öyle ki toplumun kültüründe ve zihninde yer etmiş kutsal kavramlar, sözü edilen istismarların kılıfı haline gelecektir. Artık bu anlayışın bir sınırı da olmayacaktır. “İç tehdit unsurları, hukuk içerisinde kalarak kendisini ifade etmeyeceğine ve kanun dışı yolları kullandığına göre” gerekçesi ile karşı mücadelede “devlet güçlerinin hukuk içerisinde kalarak bu mücadeleyi sürdürmesi mümkün değildir” stratejisi meşru hale gelecektir. Çözüm ise, “bir grup vatansever, devlet adına ve hiçbir kural ile bağlı olmaksızın....” gibi noktalara varabilecektir. Artık orada hukuka bağlı, “görünen” devlet’in dışında, hukuk-dışı, “gizli” bir devlet oluşumu söz konusu olacaktır. Yani, devlet denilince, gerçekten toplumsal iradenin örgütlenmesi olan devlet değil, devlet kurumlarını ele geçirerek, bireylerdeki devlet algısının nüfuzunu kullanan bir oligarşik elit örgütü söz konusudur. Bu yapılanma devletin hiyerarşi zinciri içinde yer almakla birlikte, devletten bağımsız kararlar alıp uygulayabilmekte, bu uygulamaları da devletin meşru kurumlarının icraatları gibi algılatabilmektedir. Ülkemizde iktidara gelen hükümetlerin “muktedir” olamamaktan yakınmaları bu gerçeği ifade etmektedir.

Günümüzde güvenlik özgürlük dengesinin kurulmasında en büyük açmazlardan birisi, bu tür ikili oluşumlardır. Bir yanda anayasa, diğer yanda gizli anayasa; bir yanda anayasaya bağlı devlet, öte yanda gizli anayasaya bağlı derin devlet olacak; birisi demokrasiyi, cumhuriyeti, laikliği, çağdaş değerleri savunurken, öteki “Demokratik bir Türkiye bütün kalamaz; bütün bir Türkiye demokratik olamaz...” diyecek, batı tipi bir demokrasiyi, batı tipi laiklik uygulamalarını, temel hak ve özgürlükleri, gerçek bir hukuk devletini iç güvenlik açısından sakıncalı görecektir. İç güvenlik kaygılarını öne çıkararak hukuk devleti ilkesine istisnalar getirecektir. Bu aşamadan sonra artık bireylerin özgürlüğünden, hatta güvenliğinden dahi söz etmek mümkün değildir. Çünkü, tarih, hukukun dışında örgütlenen gizli devletin hiçbir biçimde görünür devletten daha hayırhah olmadığını, aksine bu tür yapılanmanın hakim olduğu yer ve dönemlerde insanların en temel haklarından mahrum kaldıklarını kanıtlayan örneklerle doludur.

Yeni Şafak, 12.2.2007

Yusuf ÇAĞLAYAN

13.02.2007


 

301’de tek sorun Türklük mü?

Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin çok sorunlu bir madde olduğunu kabul etmeyen sağduyulu yurttaş sayısı her geçen gün biraz daha azalıyor.

Yargı erkinin verdiği bir dizi anlaşılması olanaksız karar nedeni ile şimdilik sorun maddede gönderme yapılan ‘Türklük’ ifadesinden kaynaklanıyor gibi gözüküyor.

Yargının anlaşılması zor ve kanımca yargı erkinin gelecek dönemlerde iftiharla hatırlamayacağı bu kararların başında da Yargıtay’ın Hrant Dink kararı geliyor ve ben hala bu yüce yargı organı mensuplarının bu metinden, bilirkişi kararına rağmen bu sonucu çıkarabilmiş olmalarını büyük bir hayret ve şaşkınlıkla karşılıyorum.

Ancak, bugünkü yazımda ele almak istediğim konu Hrant Dink kararı ya da 301. maddede sırıtırak duran, buram buram ırkçılık çağrıştıran ‘Türklük’ kavramı değil.

Maddenin ciddi bir okuması yasa koyucunun ya da yasa metnini hazırlayanların devlet kavramına bakışlarının ne kadar tuhaf olduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor.

Maddenin devlet anlayışı tuhaf değil mi?

Maddenin birinci paragrafı, Türklüğü, cumhuriyeti ve yasama organını alenen aşağılayan kişiye ceza öngörüyor; yukarıdaki eleştirileri saklı tutarak burayı atlıyorum; üç ve dördüncü paragraflara da burada değinmeyeceğim zira konumla doğrudan ilintili değil.

Benim esas üzerinde durmak istediğim konu ikinci paragrafta yer alan ifadenin çağrıştırdığı devlet anlayışının çarpıklığı.

Devlet üç temel erkten, yasama, yürütme ve yargıdan ve doğal olarak bu erkler bünyesinde görev yapan kamu görevlilerinden oluşuyor.

Maddenin birinci paragrafı TBMM’yi yani yasamayı zaten kapsam içine alıyor.

İsterseniz bu ikinci paragrafı aynen yazalım: ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni, devletin yargı organlarını, askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.’

Maddenin ikinci paragrafı, ‘devletin yargı organları’ ifadesini kullanarak yasamanın yanısıra (birinci paragraf) yargı erkini de kapsama alanına sokuyor ve geriye esas sorunlu alan ‘yürütme’ erki kalıyor.

İkinci paragrafın başlangıcında ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ ifadesi kullanılıyor ve sorun kanımca burada başlıyor.

Şayet bu ifade yani ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ ifadesi yürütme erkinin tümünü kapsıyor ise devre bir anlamda kapanmış oluyor. Yani yasama, yargı ve yürütme zikredildiği için tüm devlet erkleri kapsanmış oluyor ve o zaman zaten yürütmenin bir parçası olan ‘askeri ve emniyet teşkilatları’ ifadesinin tekraren metinde yer alması anlamsızlaşıyor.

Maliye ya da hariciye teşkilatlarını alenen aşağılamak 301 kapsamına girmiyor mu?

Şayet bu yorumum doğru ise yürütme erkinin zikredilmesine rağmen ‘askeri ve emniyet teşkilatı’ ifadesinin tekraren kullanılması, devlet anlayışımız içinde silahlı bürokrasiye tanınan hukuk dışı ayrıcalıkların yasa metninde dahi vurgulandığının bir kanıtı.

Yok, ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ ifadesi yürütme erkini değil de sadece eski tabirle kabineyi kapsıyorsa, o zaman durum daha da tuhaflaşıyor. Zira madde metninde ‘kabine’ dışında sadece ‘askeri ve emniyet teşkilatının’ sayılmış olması, örneğin devletin maliye ya da hariciye teşkilatlarını yasa kapsamı dışında tutuyor, yani bu kurumları ve teşkilatları alenen aşağılamayı serbest bırakıyor demektir ki doğrusu biraz tuhaf, hatta oldukça ilginç bir yaklaşım ve anlayış.

Sözün özü

Yasa metninde kısaca yasama, yargı ve yürütme ile tüm kamu görevlileri dense idi maddenin yansıttığı anlayış daha çağdaş olurdu ve belki de tuhaf olan da o olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

Star, 12.2.2007

Eser KARAKAŞ

13.02.2007


 

Ölçtürün, bakalım ne kadar hainsiniz!

Silah üzerine ‘ölme’ ve ‘öldürme’ yemini ettiren emekli kurmay albay yaptığı işin çok normal olduğunu söylemiş. Bu işi stadyumlara da taşıyacağını söyleyen kıymetli albay, bir de, ‘Bundan niçin rahatsız oluyorlar ki?’ diye hayret göstermiş.

Bu konuda yorum yapmak istemiyorum.

Elbette bu ülkede savcılar var, gereğini yapacaklardır.

Herhalde yapacaklardır. Çok umutlu olmamakla birlikte, iyi niyetimi korumak istiyorum.

Benim dikkatimi, daha çok, emekli albaya atfedilen bir söz çekti.

Diyesiymiş ki albayımız, ‘Bu ülkede tam 13.500 hain var. Bu hainlerden tek tek hesap sorulacak.’

Bunu, ‘Kuvayı Milliye Derneği’nin Mersin temsilcisi olan K. C. diye birine söylüyor.

Bu 13.500 rakamını nasıl elde etti?

Hesap sorulmuş Hrant Dink buna dahil miydi? O zaman geriye 13.449 hain mi kalıyor?

Aklıma, nedense, bir büyük ordunun komutanlığından emekli olan kıymetli orgeneralin söyledikleri geldi. Değerli orgeneral, kendisi gibi düşünmeyen herkesi tek kalemde ‘vatan haini’ ilan etmiş, bu olay kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı.

Normal ülkelerde durum nasıldır bilmiyorum.

Rahatlıkla ‘normal’ sıfatını kullanabildiğimize göre, normaldir herhalde.

Fakat, gelişmesine izin verilmemiş cennet vatanımızda bazı şeyler hiç de normal görünmüyor. Mesela, bir ‘hain arama alışkanlığı’na sahibiz.

Hep lumpenleri suçluyoruz ama, her düzeyden insanda rastlanabilecek bir alışkanlık bu. Çoğunluğunu okumuş-yazmış takımı oluşturuyor üstelik. Aralarında parti lideri de var, emekli asker de var, ‘sivil toplum faaliyeti’ yaptığını zanneden işadamları da var... Devlet başkanları bile var.

Kökü İttihat ve Terakki’ye, hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarına dayanan bir alışkanlık...

Şanlı Türk tarihinin birçok döneminde, şartlara ve konjonktüre göre birtakım ‘hainler’ türetilmiş, bu durum iç politikanın manivelasında kullanılmıştır.

Kendisi gibi düşünmeyenlere ‘hain’ damgasını vuran mütekait general, (herhalde ‘demokratikleşme’ taleplerini kastederek) ‘bu hainlerin yeni yetiştiğini, başka hiçbir ülkede böyle vatanını satan kişilere rastlanmadığını’ söylüyordu.

Ki, bir de yanlış beyanda bulunuyordu.

Her dönemin bir hain edebiyatı vardır oysa.

Murat Belge’nin de söylediği gibi, ‘Generalin fikir ve rütbe arkadaşları 20. yüzyılın başından itibaren durmadan hain tespit ettiler. Nurettin Paşa, Ali Kemal’i kışkırttığı insanların eline verip linç ettirdi, asılı cesedinin üstüne de ‘Artin Kemal’ diye yafta yapıştırdı. Kenan Esengin’in ‘Milli Mücadelede İhanet Yarışı’ diye bir kitabı vardır. Generallerden Faruk Güventürk’ün yeşil takke giyiyor diye bir adamı sokaklarda sürüklediğinin fotoğraflarını hatırlarız. 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün genel askeri söyleminin yanı sıra sıkıyönetim komutanlarının bildirilerini hatırlarız. Türkiye’de ‘hain’ hiç yeni çıkmış olabilir mi?’

Demek ki, güncel zaruretlerden kaynaklanmıyormuş bu alışkanlık.

Hep varmış...

Belki de ‘vatanseverlik’ denilen şeyin ne olduğunu tartışmak lazım... ‘Demokrasi’ ve ‘hukuk’ diyenleri bir kalemde hain ilan eden eşhasın, bu cesareti nereden aldığını...

Tartışalım tartışmasana da, korkarım bu gidişle üzerinde vatanseverliğimizi kanıtlayacağımız bir vatan da kalmayacak...

Bitirmeden önce, ‘Sen vatan haini Ali Kemal’i mi savunuyorsun?’ diyecek ateşli arkadaşlar için de küçük bir not düşmek istiyorum.

Ali Kemal’i elbette savunmuyorum.

Öldürülecekse, cezasının mahkeme kararıyla infaz edilmesi gerektiğini söylüyorum.

Çok basit bir şey söylüyorum.

‘Hukuk devleti’nde olması gereken bir şeyi söylüyorum...

Star, 12.2.2007

Ahmet KEKEÇ

13.02.2007


 

Bağımsız yargı

Bir organizasyonun “hukuk devleti” sayılabilmesi için yargının sadece siyasi iktidardan değil, devletten de bağımsız olması gerekir.

Türkiye’de son dönemde tanık olduğumuz olaylar, Türk Yargısı’nın bu kıstası yakalamaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır.

Türkiye’de yargı, bireyi değil ama devleti korumak üzere örgütlenmiş görünmektedir.

İnsan hak ve özgürlüklerinin potansiyel ihlal edicisi devlete karşı açılan davalarda yargının hızı, sanıklara yaklaşımı ve verdiği kararlar, yargının devletten yana olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu gelişmede, hep tartıştığımız yargının siyasal iktidardan bağımsızlığını sağlayamamış olmasından çok, devlet iktidarıyla iç içe olması gerçeğinin payı büyüktür.

Bugün Türkiye’de devlet iktidarını ellerinde tutanlar, devletin gerçek sahibi oldukları iddiasındadır.

“Biz bu devleti sokakta bulmadık” kendi güçlerini meşrulaştırmak için kullandıkları en büyük argümandır.

Sokakta bulunmayan devletin kurucusu olduklarına inandıkları için, devletin gerçek iyiliğini kendilerinin bildiğine yürekten inanırlar.

Onlar için devletin selameti, “cahil halkın” yanlış seçimleri sonucu iktidara gelmiş siyasilere teslim edilemez.

Devletin ve toplumun iyiliğini kendileri bildikleri için, bu iyiliğin yaşayacağı ideolojik çerçeveyi de kendileri belirler.

Bu çerçevede her organa bir rol düşer, yargıya da tabii.

Yargıdan resmi ideolojinin sınırları içinde hareket etmesi beklenir.

Bu ülkede Osmanlı’dan beri devlet iktidarının asıl sahibi silahlandırılmış bürokratlardır.

Diğer kurumlar gibi yargı da kendi görev, yetki ve duruşunu silahlı bürokrasiye göre belirler.

Bu ülkede Anayasa Mahkemesi’nin darbecilere yemin töreni düzenlediğini, yüksek yargı mensuplarının 28 Şubat günlerinde Genelkurmay’dan brifing almak için birbiriyle yarıştığını hatırlamanız yeter.

Şimdi Trabzon’da cereyan eden Yasin Hayal’in yargılama süreci, yargının bu ideolojiyle nasıl iç içe geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Ağır Ceza Mahkemesi yapısının alelacele değiştirilip bir Ticaret, bir de İcra Hakimi’nin heyete sokulması, bu tetikçinin belli eller tarafından korunup kollandığını göstermektedir.

Hrant Dink suikastini milliyetçi duygularla hareket eden iki çocuğun üstüne yıkmak isteyen, derin devleti görmezden gelenlerin bu yargılama süreci hakkında tek sözlerinin olmaması çarpıcıdır.

Yaşananlar Türkiye’nin gerçek demokrasi yolunda alması gereken yolun uzunluğunu net bir şekilde göstermektedir.

Sabah, 12.2.2007

Ergun BABAHAN

13.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004