Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O Cennetlerde gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen güzeller vardır ki, onlara daha önce ne bir insan, ne de bir cin eli değmiş değildir.

Rahman Sûresi: 56

02.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Benim en çok sevdiğim söz, en doğru olanıdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 129

02.05.2007


İrtica ithamı, bir maske...

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr için, başkasını irtica ile ve dînini siyasete âlet yapmakla itham ederler.

Tarihçe-i Hayat, s. 55

***

..istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile itham ederek istibdad-ı mutlakın elindeki irtidatlarını saklıyorlar.

Beyanat ve Tenvirler, s. 97

***

Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir “irtica ile itham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticâa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir ithamla ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla, tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica” damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.

Emirdağ Lâhikası, s. 318-19

***

Nasıl ki hükûmet-i cumhuriye “dîni dünyadan tefrik edip, bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş, dinsizlere dinsizlikleri için ilişmediği gibi dindarlara da dindarlıkları için ilişmemesi o prensibinin îcabatındandır; öyle de, ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen hükûmet-i cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfì komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum. O komitelerden, tesadüfle hükûmetin memuriyetine girenler, ciddî dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükûmeti iğfale çalışıyorlar. O iki kulpun birisi, o mülhidlerin dinsizliğine temayül göstermemek mânâsıyla “irtica” kulpunu takıyor; diğeri—hâşâ ve hâşâ!—-dinsizliği bu hükûmet-i İslâmiyenin ayn-ı siyaseti telâkkî etmediğimiz mânâsına, “dîni siyasete âlet etmek” kulpu ile lekelemek istiyorlar.

Tarihçe-i Hayat, s. 212

Lügatçe:

setr: Örtme, gizleme.

irticâ: Geriye dönüş, eski hayat tarzına dönmek.

istibdad-ı mutlak: Tam bir baskı.

irtidat: Dinsizlik.

kanun-u esasî: Temel kanun.

hamiyet-i diniye: Dine hizmet gayesi, fedakârlığı.

tevehhüm: Vehmetme, gerçek olmadığı halde gerçek gibi kabul etme.

hükûmet-i cumhuriye: Cumhuriyet hükümeti.

tefrik: Ayırma.

bîtarafane: Tarafsızca.

iğfal: Aldatma, kandırma, gaflette bırakma.

mübareze: Çekişme.

mülhid: Dinsiz.

temayül: Meyletme, yönelme.

ayn-ı siyaset: Siyasetin ta kendisi.

02.05.2007


Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar

“Gerçek maksadınızı öğrenmek istiyorum”

Bir gün beni Birinci Şubeye çağırmışlardı. Gittim. Komiser bey iltifat ederek yer gösterdi, kahve ikram etti.

“Bak” dedi, “Bu sefer yine beraat edeceğinizi biliyorum, ama ne yapalım ki vazifemiz bunu gerektiriyor. Ancak anlayamadığım bir soru, çözemediğim bir müşkilim var, onu sizden zapta geçirmemek kaydıyla ve bir vatandaş sıfatıyla anlatmanı rica edeyim.”

“Buyurun” dedim.

“Efendim” dedi, “Ben sizin ve Bediüzzaman Said Nursî'nin gerçek gaye ve maksadınızı, fikir ve düşüncenizi öğrenmek istiyorum. Devletin sizinle bu derece uğraşması, bunca takip, mahkeme ve hapisten yılmayıp, hiç fütursuz çalışmanızdaki gaye ne ola ki, bu derece bu faaliyetinize ehemmiyet veriyorsunuz? Zahire baktığımız zaman hiçbir menfî durumunuzu tespit edemiyoruz. Mahkemeler ise her defasında beraat veriyor. Bu meselelerde lütfen beni aydınlatır mısınız?" deyince güldüm ve ayağa kalkarak pencereye yaklaştım, kendisini de yanıma çağırdım.

“Bak” dedim, “Şu köprüden geçen insan kalabalığını görüyorsunuz. Bölük bölük.. binler.. on binler.. milyonlar... Ve insan olarak dünyaya gelen herkes—ve hattâ siz,—bu köprüden rahatça geçtikleri gibi âhirette sırat köprüsünden de aynı rahatlıkla geçebilmelerini, Cehennem ateşinden kurtulup, ebedî saadete nail olmalarını dilemekten başka hiçbir dünyevî ve siyasî maksad ve gayemiz yoktur. Bunun böyle olduğunu, mahkemeler, bilirkişiler tesbit etmişler, defalarca beyan ve ikrarda bulunmuşlardır. Madem ki ne siz ve ne mahkemeler bu gayenin dışında bir maksad ve gayenin mevcudiyetini tesbit edemediniz, niye kendinizi zorlayarak mevhum bir suç ihdas etmek istiyorsunuz?

“Risale-i Nur meydanda... Onu okuyanlar da meydanda... Ve onların fiilî durumları da meydanda... Şimdiye kadar Nur talebelerinin asayişi ihlâl eden bir ciheti görülmüş müdür? Bediüzzaman Said Nursî'den kim zarar gördüğünü iddia edebilir? Bilâkis o, bu eserleri yazmasa idi bugün memleket imansızlık çamurunda boğulacak, ebedî hayatı mahvolacaktı. Kur'ân, İlâhî kitap ve onun hakikatlerini kalpte, kafada ve vicdanda yerleştiren Risâle-i Nur, bu asır insanlarının muhtaç olduğu imanî huzur ve saadetin rehberidir, tavsiye ederim, boş zamanlarınızda okuyun” dedim.

Ne kadar izah ettimse inanmak istemedi. Mevcut alışkanlığını terk etmek ona zor geliyordu. Ona göre herşey dünya için bir menfaat karşılığında yapılır. Halbuki bizler yalnız Allah rızası için hizmet ediyor, maddî-mânevî bir karşılık beklemiyorduk. İşte hafsalasının alamadığı taraf burasıydı. (...) Çünkü o Risâle-i Nur'u okumamış, ondaki hakikatleri idrak etmemişti. Herşeyi madde gözü ile menfaat nazarıyla görüyordu. Değer ölçüleri ona göre teşekkül etmişti. O zaman Risâle-i Nur'daki şu vecizeyi bütün beraklığıyla anladım: “Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindendir, göz ise maneviyatta kördür.”

Son Şahitler, c. 4, s. 407

02.05.2007


Kerih görülen bir fiil: Gıybet

“Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten

hoşlanır mı?” (Hucurat Sûresi: 12)

Gıybet, kişinin, mü’min kardeşinin hoşuna gitmeyecek bir sözü o kişinin gıyabında, yani onun olmadığı bir zamanda söylemesidir. Rabbimiz, ‘ölü kardeşinin etini yeme’ye benzettiği gıybeti, net bir ifade ile haram kılıyor. Büyüklerimiz de, ahirette bizi en çok zorlayacak hesaplardan birinin gıybet olduğunu söylüyor. O yüzden ağzımızdan çıkan sözlere dikkat edelim ve dilimizi gıybete karşı kilitleyelim.

Bu konu ile ilgili Sokrat’ın güzel bir tesbiti var:

Bir gün arkadaşı, Sokrat’a:

“Arkadaşınla ilgili duyduğumu biliyor musun?” der.

Sokrat onu hiç konuşturmadan bir teste tâbi tutar ve üç soru sorar:

Birinci soru: “Bana söyleyeceğin şeyin, tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”

Cevap: “Hayır. Aslında bunu sadece duydum.”

İkinci soru: “Arkadaşımın hakkında bana söylemek üzere olduğun şey, iyi bir şey mi?”

Cevap: “Hayır, tam tersi...”

“Öyleyse bana onun hakkında kötü bir şey söyleyeceksin.”

Üçüncü soru: “Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey, benim işime yarar mı?”

Cevap: “Hayır.”

Sokrat, bu sefer arkadaşına döner ve der:

“Eğer bana söyleyeceğin şey, doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?”

Böylelikle Sokrat, arkadaşının gıybet yapmasına izin vermez.

***

Bir gün Tahiri Mutlu Ağabey, İzmir Tire’de bulunmaktadır. O sohbette bulunan bir kardeş anlatıyor:

“Bir Kur’ân kursu hocası gelmişti. Sohbet sırasında ileri geri konuşmaya başladı. Süleyman Efendinin talebeleri aleyhinde konuşmak istedi. Tahirî Ağabey hemen hiddet ederek:

‘Kardeşim sus! Hem kendini, hem bizi günaha soktuğun gibi, sevaplarımızı götürüyorsun...’ dedi.” (İ. Atasoy, Tahiri Mutlu Ağabey)

***

Şimdi söz Üstad’ın:

“İşte ‘Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’ (Hucurât Sûresi, 49:12) âyetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

“Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, ‘âyâ’ mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

“İşte, birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?

“İkincisi: ‘Hoşlanır mı?’ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

“Üçüncüsü: ‘Sizden biri’ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

“Dördüncüsü: ‘Etini yemeyi’ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?

“Beşincisi: ‘Kardeşinin” kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlûmun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

“Altıncısı: ‘Ölüyken’ kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

“Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.”

Erdoğan AKDEMİR

02.05.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Büyük velilerden Ebu Bekir el-Hemedani hac yolculuğunda yiyeceksiz kalmıştı. Günlerce sıcak çöllerde aç susuz ilerledi. Bir gün yiyeceksizlikten bitkin düştüğü bir sırada uzakta bir bedevinin gölgesini gördü. Bedevi giderek kendisine doğru geldi ve iyice yaklaşınca:

“Sıcak bakla ile ekmek yemek isteyen birisi var mı?” diye seslendi.

Hemedani birden heyecanlandı ve bedeviden yana döndü.

Gerçekten de bedevi yere, üzerinde sıcak bakla ile ekmek bulunan bir sofra açmıştı.

Hemedani gözlerine inanamıyordu. Baklanın ve ekmeğin taze kokusu burun direklerini kıracak derecedeydi. Bedevi:

“Haydi, gel ye!” dedi.

Hemedani şaşkınlıktan küçük dilini yutacak haldeydi. Ne diyeceğini bilemiyordu.

Bedevi yine:

“Haydi, gel ye ahbap!” dedi.

Hemedani üzerindeki şaşkınlığı bir türlü atamıyordu. Bedevi tekrar:

“Sen aç değil misin dostum? Gel ye; bak sana açtım bu sofrayı!” dedi.

Hemedani bu sefer, “Bismillahirrahmanirrahîm” diyerek sofraya oturdu. Bir lokma alacaktı ki, bu adamın kim olduğu merakı içini sardı. Bedevi’ye dönüp:

“Seni bana gönderen Allah hakkı için soruyorum: Kim olduğunu söyler misin?” dedi.

Bedevi görünümlü adam:

“Ben Hızır’ım!” dedi ve gözden kayboldu.

(Kuşeyri)

Süleyman KÖSMENE

02.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004