Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

İyiliğin mükâfatı iyilikten başka bir şey olur mu?

Rahman Sûresi: 60

03.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'a en sevimli olan yemek, başına çok kişinin oturduğu yemektir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 131

03.05.2007


Adalet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmamalı

Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır:

1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir.

Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir.

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.

Tarihçe-i Hayat, s. 564

Lügatçe:

müteârife: Bilinen.

Nasrânî: Hıristiyan.

mûteriz: İtiraz eden.

cârî: Geçerli, işleyen.

âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri.

istibdâd: Baskı.

muvâzene-i adâlet: Adalet dengesi.

03.05.2007


Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar

Üstad, erkân-ı hükûmeti ikaz ve irşad ederdi

Hazret-i Üstad, zaman zaman ahvâl-i umumiyeye dair bazı lâhika mektupları yazar ve neşrettirirdi. Bilhassa Ankara’daki erkân-ı hükûmeti, bazı desiselere mukabil ikaz ve irşad ederdi. Hükümet, Demokrat iktidarın elinde bulunmasına rağmen icrâ organı hükmünde bulunan bir kısım memurların keyfî hareketi de eksik olmuyordu. Nitekim Hazret-i Üstad’ın Ankara’ya gelişleri hâdiseli geçmişti. Hazret-i Üstad’ın Ankara’ya gelişleri mânâlıydı. Devleti yıkmak isteyen, hürriyet rejimini değiştirmek emelinde olan gizli dinsizlerin emellerini keşfetmişti. Bu endişesini dine müsamahakâr olan Demokrat Hükûmete duyurmak, anlatmak istiyordu.

Bütün hayatı boyunca milletin iman selâmeti için çalışan Hazret-i Üstadı maalesef onlar da anlayamamışlardı. Ahval-i siyasiyenin karışık olduğu o zamanda ise Üstad, son vasiyeti mânâsında talebelerine bazı telkinlerde bulunmuştu.

Bu telkinlerinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî,—bütün derslerinde olduğu gibi—daima müsbet hareket etmeyi nazara vermiş, menfî hareketlerden talebelerini men etmiştir. Bunun içindir ki Nur Talebeleri her devirde mânevî biz zabıta vazifesini görmüş, memleketin ilerlemesine, maddî-mânevî kalkınmasına yardımcı olmuşlardır.

Üstad İstanbul’a geliyor

Üstad Hazretleri Ankara’da bulundukları sırada en sona neşrolan Risâle-i Nur Külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açılmıştı. Üstad vekâletnâmesini Avukat Bekir Berk’e göndermiş, icap ediyorsa İstanbul’a gelebileceğini de imâ etmişlerdi. Bunun üzerine Avukat Bekir Berk, bir telgraf çekerek Üstad’ı İstanbul’a davet etti. Daveti kabul edip Ankara’dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Piyerloti Otelinde yer ayırttık ve bir araba ile şehir dışında Üstad’ı karşılamaya gittik. Bir müddet bekledikten sonra Üstadın arabası hızla yanımızdan geçerken bizi görüp durdular. Üstad, ‘Niçin karşılamaya geldiniz?’ diye biraz hiddet etti. Sonra hep beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar geldik. İkindi namazını kılmak için camiye girdik. Üstad Hazretleri seccadesini sererek namaza durdu, biz de arka tarafta kıldık ve sonra arabalı vapurla İstanbul yakasına geçtik. Kalabalık bir topluluk ve gazeteciler, Üstadın arabasını sarmışlardı. Bir fırsat bulup Piyerloti Otelinin önüne geldiğimizde otelin etrafı hıncahınç dolmuştu. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek istiyorlardı. Üstad ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey bir şemsiye ile üstünü örttü, biz de etrafını alarak Üstadı otele çıkardık.

Üstad Hazretlerinde yorgunluk âlâmetleri yoktu, bir zindelik, bir cevvâliyet ve faaliyet halinde idi. Adeta ‘Eski Said’ tâbir ettiği gençlik devirlerindeki sıra dağlara baş eğmeyen şehametli tavrını yaşıyordu. Ve o tavırla bize sanki diyordu ki:

“Ölüm mukadderdir. Hizmet-i imaniye için feda olan bu baş zındıkaya eğilmediği gibi, sizin başınız da eğilmesin. Kur’ân’ın hakikatlerini âleme duyururken, her türlü mehâlike (tehlikelere) göğüs gerip benim hayatımı hüsn-ü misâl alınız ve hizmetinize devam ediniz.”

Son Şahitler, c. 4, s. 410-11

03.05.2007


‘Hissiyatım körleşmişti’

“İnsan su gibidir; girdiği kabın şeklini alır” misâli, Kemal Vapur da, üniversite yıllarına kadar, ruha asalet, kalbe ferahlık veren İslâmiyet hakikatlerinden mahrum kaldığı için küçük yaşta, yaşamı farklı yorumlayan akımlardan “metal müzik” ve “metalcilikle” tanışarak, hayatını hep ruhî isyanlarla ve sıkıntılarla geçirmiş, hatta “hayatından vazgeçmeye” dâir düşünceler kafasında yer etmeye başlamış. Üniversite yıllarında Risâle-i Nur’la tanıştıktan sonra ise hayatı olumlu yönde değişen Kemal’in yaşadığı sıkıntılardan alınması gereken ibretlik dersleri, buyurun hep beraber kendisinden dinleyelim.

*Metal müziğe ne zaman başladın ve hayatında ne gibi etkileri oldu?

Yaşadığım ve hissedebildiğim kadarıyla metal müzik, hayata ve hayatın getirdiklerine isyan ve bir başkaldırı mânâsı taşımaktaydı. Metal müziğe ilgi duyuşuma da; hayatın hakikî mânâsını bilemeyiş, hayatımdaki vicdanî, ahlâkî, ruhî, manevî kabiliyetlerimi geliştirecek eğitimimin yetersiz olması, bu nedenlerle, karşılaştığım olayların iç yüzündeki hakikati kavrayamayışım ve olaylar karşısında çoğu kez içimde uyanan öfke, şehvet, hırs, kin gibi duyguları bastıramayışım büyük ölçüde sebep olmuştur.

Yani hayat tamamen bir dert olmaya başlamıştı benim için ve çıkılmaz bir labirent gibiydi. Gözlerimin önünde; iyiliğin, samimiyetin uzak olduğu paylaşmaktan yoksun bir dünya çizilmekteydi her geçen gün. Meselâ kendi yaşantımda ve çevremdeki ilişkilerimde en küçük bir tartışmada arkadaşlarımla aramızın bozulduğunu çok sık görüyordum. Bende de, arkadaşlarımda da, dostlarımda da İslâmiyet hakikatlerinden uzak bir hayat felsefesinin kuralları söz sahibiydi. Kısaca herkes, belki farkında dahi olmadan birbirini kullanmaya çalışıyor ve kendi zevkini doruk noktasında yaşamaya çalışıyordu.

Bir genç olarak benim ve benim gibi birçok dostumun nazarında şu yaşamın mânâsı, acımasızca bir rekabet, menfaat elde etme ve bu gibi kokuşmuş, huzuru yıkan manalardan ileri geçemiyordu. Elde etmek istediklerimiz için vakit kısaydı. En yakın dostum diyebileceğin biri, bir engel çıkartırsa veya seni bir takım zevklerden mahrum ederse en büyük düşmanın olabiliyordu. Fecî bir hâletteydim. Bu da beni tabiî ki hayattan soğuttu, hayata karşı isyankâr ve o hayattaki hiçbir varlığa değer vermeyecek kadar fikir anlayışlarını kafamda şekillendirmeye başladı. İlgilenmiş olduğum müzikte dahi hayatın getirdiklerine ve sonuç itibariyle hayatın kendisine genellikle bu tarzda bakan bir müzik akımını seçmeme sebep oldu. Tabiî bu tarz bir müziği seçtikten sonra onun verdiği mânâlara daldım ve ondan pek ayrı kalamadım.

Demek istediğim, şu kâinat kitabının dünya cildinin şu yeryüzü sayfasındaki yaratılış hakikatlerinin mânâsına ulaştıracak yolları bulamayışımdan, farklı akımlardan herhangi biri rehberim olacaktı, ki bu metalcilik oldu. O zamanlar—yaklaşık 15 yaşlarımda—bir gitar aldım. Önce klasik bir gitarla başladım müzik hayatıma. O zamanlar ortaokul sona gidiyordum. Daha sonra müzik hayatım gelişti. Ve ilk olarak arkadaşımın verdiği bir metal albümüyle metalciliğe adım atmış oldum. Tabiî bu tarz bir âleti ve müziği seçince kendi tabirimizle arkadaş tayfam da ona göre şekil almaya başladı ve daha çok metalci kesim ile vakit geçirmeye çalıştım.

*Hayata bakışına “metal müzik” ve anlayışı hâkim olduktan sonra neler yaşadın?

Müzik hayatım zamanla gelişmeye başladı ve birkaç ay sonra elektrogitara geçtim. Çok daha sıkı bir şekilde müzik çalışmalarına başladım. Lise dönemimde arkadaşlarımla küçük bir müzik grubu kurduk. Kendi aramızda çalıyorduk. Bir binanın alt katında kömürlük olarak kullanılan bölmeyi kendi ellerimizle inşâ ettik. Tuğlayla ikiye bölüp yarısını stüdyoya çevirip dekore ettik. Ve orada, kendi karanlık köşemizde, kendi karanlıklı belirsiz hayat tarzımıza uygun müzikler yapmaya başladık. Tabiî sigaradan duman altı olmuş ve alkolün de etkisiyle kimi zaman kendini dahi tanıyamaz bir fecî halde, bir daha verilmeyecek olan o çok değerli hayat dakikalarımı öldürmekteydim.

*Müzik hayatına ailen nasıl bakıyordu?

Bir noktaya geldikten sonra hayatımda müzik ağır basmaya başladığı için ailem ile ilişkilerim de sarsıntıya girdi. Eve giriş saatlerim artık her gün bir yarım saat daha gecikmeye başladı. Müziğe gece vakit ayırmamız gerekiyordu. Çünkü sabah herkes okulda veya işinde oluyordu. Yani “gece hayatı” denilen hayata atılmıştım. Gece hayatına başlarken de ister istemez ailemi de aksatmaya başladım. Bu, ailemi daha da huzursuz ediyordu. Zamanla onlarla şiddetli tartışmalara başladım; ilk girişimde de sınavı kazanamamıştım. Tekrar hazırlandığım dönemde, ailemle olan ilişkilerim en kötü aşamaya geldi. Çünkü artık okul da yoktu ve ben kendimi tamamen müziğe verdim. ‘Üniversiteyi kazanmasam dahi olur’ diyordum. Müzik alanında ilerleyeceğim diye düşünüyordum, fakat müzik hayatımın sonu da pek aydınlık değildi. Çünkü müzik hayatı oldukça büyük zorlukları ve bununla gelen acıları içinde barındırdığından çok kötü cereyanlara kendini kaptırabiliyorsun. Ki bunların içinde içki âlemi ve daha kötüleri de olabiliyor. Çok şükür ki daha kötülerine bulaşmadık. Bir süre sonra ailem “Ya müzik, ya da biz” dediler, ona göre kararımı almamı istediler. Ben de belki de artık iyice körleşmiş hissiyâtım ve ileriyi artık görmez olmuş, hatta umursamaz olmuş bakışımla müziği seçtim, bavulumu topladım ve gitarımı sırtıma alıp evden ayrıldım.

––Devam edecek––

Röportaj: Özkan ERDEM

03.05.2007


ESMA-İ HÜSNA

Zâkir

Allah (c.c.), Zâkir’dir, Müzekkir’dir. Yani kullarına öğüt, zikir ve kitap gönderen, Kendi varlığından haberdar eden, sâlih kullarını Kendi yüksek katında hoşnutlukla anan ve zikredendir. Cenâb-ı Hak kullarının kendisini zikretmelerini ister, zikir yollarını kolaylaştırır ve Kendisini anan kullarından râzı olur.

Peygamberleri aracılığıyla kullarını doğru yola çağıran, kullarının ebedî âhiret hayatını hatırlamalarını ve bu hayata hazırlanmalarını isteyen ve kullarına Kendi mukaddes isim ve sıfatlarını tefekkür etmeyi ve zikretmeyi emreden Cenab-ı Hak, zikir hüviyetinde kitap göndermiştir. Kur’ân, Cenab-ı Allah’ın bir zikir ve öğüdüdür.

Zâkir ismi ve bu ismin tef’îl babından ism-i fâil şekli olan Müzekkir ismi Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebir’de zikrettiği isimlerdendir. Bu yüce isimler Kur’ân’da fiil sîgası halinde ve mânâ itibariyle gelmiştir. İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:

“Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara Sûresi: 152)

“(Resûlüm!) Bu söylenenleri biz sana âyetlerden ve hikmet dolu zikirden okuyoruz.” (Âl-i İmran Sûresi: 58)

“Bunlar, îmân edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra'd Sûresi: 28)

Her bir varlığın Allah Teâlânın hak söyleyen sâdık kelimeleri ve doğru söyleyen konuşan âyetleri hükmünde bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman’a, (...) göre, Cenâb-ı Hak, varlığının ve birliğinin bildirilmesini, yalnız varlıkların şehâdetlerine bırakmamakta, bizzat Kendisi de, Kendisine lâyık bir ezelî kelâm ile konuşmaktadır. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzır olan Allah Teâlânın kelâmı elbette hadsizdir. Kelâmının mânâsı onu bildirdiği gibi, konuşması dahî Onu sıfatlarıyla bildirmektedir. Yüz binlerce peygamber, İlâhî vahye mazhar olmuşlardır. (...)

Bedîüzzaman’a göre, Cenab-ı Hak, tüm varlıklarla birden konuşur. Hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitâp bir hitaba, bir konuşma bir konuşmaya mâni olmaz ve karışmaz. Cenab-ı Hak, herkesin ihtiyacına göre, herkes ile konuşur. Bütün o konuşmalar ve ilhamlar birer birer ve beraber, ittifakla, o Şems-i Ezelînin huzuruna, zorunlu varlığına ve birliğine şehâdet etmektedirler.

Kâinat Sânîinin, mahlûkatını yüz bin diller ile konuşturduğu, konuşmalarını işittiği ve bildiği halde kendisinin konuşmamasını mümkün görmeyen Bedîüzzaman, Cenab-ı Hakkın, kâinattaki yüksek İlâhî maksatları insanoğluna vahiy yoluyla bildirmesini bu ulvî sıfata bağlar....

Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak şuur sahibi mahlûkatını, bizzat kudret eliyle yaratıp çeşit çeşit ziynetlerle süslediği kâinat içine seyir, tenezzüh, ibret ve tefekkür için almış, onlara o eserlerin mânâlarını ve kıymetlerini bildirmiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.), bu yüksek tebliğ görevini îfâ için Cenab-ı Hakkın vahyi olan Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla cinlere, insanlara, rûhânîlere ve meleklere en azamî bir sûrette rehberlik yapmış, yaratıkların güzellikleri karşısında, Kur’ân üslûbuyla “Sübhanallah! Mâşallah! Allahü Ekber!” zikirleriyle gökleri çınlatmış, kâinatı titretmiş; Allah’ın güzel yaratışını takdir ve tefekkür ile herkese bildirerek, Allah’ın bir ve büyük olduğunu zikir ve tevhid ile her tarafta îlân ederek karaları ve denizleri sarsmıştır.

(Risale-i Nur’da Esmâ-i Hüsna)

03.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004