Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Birine paşam, diğerine paryam

Toplumsal ve psikolojik açıdan bakıldığında, bir mahkeme kararının iki safhası vardır: 1) Karar öncesi. 2) Karar sonrası.

1) Yasalar mahkeme kararını etkilemeye yönelik çabaları suç saymıştır: Mesela rüşvet vererek, şantaj yaparak, tehdit ederek (ve diğer yollarla) hakimleri etkilemeye çalışırsanız suçlu işlemiş olursunuz.

2) Mahkemenin kararını yanlış bulabilirsiniz. Buna tepki göstermek hakkınızdır. Tepki gösterdiğinizde değil, karara uymadığınızda suçlu olursunuz.

Bu ayrımı akılda yutarak yakın geçmişi tekrar hatırlayalım: Yargıtay’ın eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Süheyl Batum gibiler “367 gereklidir” dedi.

Çok sayıda başka hukukçu, bu iddiaya tepki gösterdi: “Güldürmeyin Allah aşkına, böyle saçmalık olur mu?”

Ama tezgah kurulmuştu bir kere. CHP meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.

Hangi aşamadaydık? Birinci aşamada; yani “ karar öncesinde”.

Peki o arada ne oldu?

İki çok önemli olay:

1) Birisi çıkıp “Aksi yönde karar alınırsa ülkede çatışma çıkar” dedi. Kimdi bu? CHP Başkanı Deniz Baykal... Amacı neydi? Anayasa Mahkemesi’ni etkileyerek, hatta şantaj yaparak, “367 gereklidir” kararının çıkmasını sağlamak.

2) Diğer önemli olay ise, Anayasa Mahkemesi’nin kararından önce, “elektronik muhtıra” denilen bildirinin Genelkurmay internet sitesinde yayına sokulmasıydı. Bildiri dolaylı bir dille “Meclis’in cumhurbaşkanını seçmesine izin vermeyin” diyordu.

Bu iki müdahalenin de hedefi Anayasa Mahkemesi’ydi ve amaçları kararı etkilemekti.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu iki müdahaleyi de yapılmamış saydı. Tavır almadı. Sustu. Durumu kabullendi.

Halbuki yapılanlar açıkça suçtu.

Ardından karar çıktı: “367 gereklidir.”

Meclis bu karara uydu mu?

Evet ve gereğini yerine getirdi.

Böylece ikinci aşamaya geçtik.

Şimdi Başbakan Erdoğan o karar için, “Yargı için yüz karasıdır” diyor.

Ama dikkat: Hem karara uyuyor, gereğini yerine getiriyor, hem de tepki gösteriyor.

Bu da onun hakkı.

Baykal’ın şantajını ve emuhtırayı sineye çeken Tülay Tuğcu ise kızıyor, “Bizi hedef gösteriyor” diyor, suç duyurusunda bulunacaklarını açıklıyor. Yani Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararı etkilemeye çalışmak suç değil. Ama karar çıktıktan sonra eleştirmek suç!

Şantaj yapmak mubah... Feryat etmek suç!

Sopa sallayana ‘paşam’...İtiraz edene ‘paryam’...

Hem böyle davranacaksınız, hem de “Ben adalet dağıtıyorum, bana güvenin” diyeceksiniz.

Kim inanır size?

Çıkarlarına uygun olduğu için aldığınız kararı alkışlayanların “iç sesleri” ne diyor biliyor musunuz?

“Ha, ha! Demek ki biraz tehdit, biraz şantajla bu iş oluyor... Bunu unutmayalım, bir kenara yazalım... Yarın öbür gün, benzeri bir durum ortaya çıkarsa, yine aynı yola başvururuz...”

Bütün bu olup bitenler karşısında üzülüyorum ve kızıyorum elbette. Ama hiç şaşırmıyorum.

Çünkü bizim bildiğimiz kadarıyla, bürokratik elit 2004’ten beri bugünlere hazırlanıyor. Son zamanlarda medyanın bir kısmını iyice etkileri altına aldılar.

Mesela dünkü Radikal’in birinci sayfasının tepesinden Baykal ‘bağırıyordu’: “Bu, hukuka karşı terördür.”

Pişkinliğe bakar mısınız? Sen “367 çıkmazsa çatışma olur” diyeceksin. Yani yargıya şantaj yapacaksın... Sonra da karara itiraz edenleri hukuku sindirmekle suçlayacaksın.

Karar alınmışken ve uygulanırken; ne terörü, ne sinmesi? Ama bu olayda akıl, mantık, adalet ve vicdan yok, sadece iktidar mücadelesi var. Hem de en kabasından.

Sabah, 1 Haziran 2007

Emre AKÖZ

02.06.2007


 

Lisede namaz!

Bu inanılmaz hadise Show TV ekranlarından yayınlandı. Ertesi gün birçok gazete de alıntı yaptı. Konu “lisede namaz kılmak” olunca tabii bir kısım medya da fırsatı kaçırmadı. Efendim bilmeyenler için hadiseyi özetleyeyim.

Lisede okuyan bir genç kızımızın annesi hafiye gibi kızını gizlice takip etmiş. Genç kızımız okulun bodrumunda arkadaşları ile namaz kılıyormuş. Hadise bundan ibaret!

Baba İ.K. durumdan muzdarip. Diyor ki “6 ay öncesine kadar mutlu bir yuvamız vardı. Kızım bir anda namaz kılmaya başladı. Bütün uğraşılarıma rağmen onu bu yaşam şeklinden ayırmayı başaramadım.” Önce meseleyi pek anlamadım. Kızımızın fuhuşa yöneldiğini, esrar kullandığını zannettim. Meğer namaz kılıyormuş! Bir genç inancı doğrultusunda hareket ediyorsa, ailenin bundan mutlu olması gerekmez mi? Irzını, namusunu, kötü alışkanlıklardan kendisini koruyorsa, bu iyi bir şey değil mi? Dini bütün bir hayat tarzını benimsemek dejenere olmaktan iyi değil mi? Neden inançlı insanlardan korkuyoruz bir türlü anlamıyorum.

Ben her gün Allah’a daha doğmamış çocuğum için şu duayı ediyorum. “Allah’ım bize hayırlı evlatlar nasip et. Sağlıklı, sıhhatli, inançlı, iman dolu evlatlar nasip et. Bize evlat acısını yaşatma Yarabbi” diye.

Fuhuşun, kötü alışkanlıkların git gide arttığı bir ortamda gençlerimizin iman ile buluşmasından daha güzel ne olabilir? Genç kızımızın ailesine tavsiyem; evlatlarını inançlı olduğu için tenkit etmek yerine, ondan bir şeyler öğrenmeye baksınlar. “Eller havaya” bir gençlik yetişeceğine; “alınlar secdeye” bir gençliğin olması tercih sebebi olmalı.

Yeter ki ailelerinden destek bulamayan gençlerimiz kendilerini tarikatların, dini istismar eden insanların yakınında bulmasın. Unutulmasın ki İslâm dininde Allah ve kul arasına kimse giremez. İslamın kaideleri Kur’ân-ı Kerim’de mevcut. Dileyen, anladığı lisanda okur ve bütün suallerinin cevabını alır. İnancın ayıp, utanılacak bir şeymiş gibi gösterilmesinden bıktım, usandım. Herkes ibadetini dilediği gibi yapabilmeli. Çekinmeden, sıkılmadan, saklanmadan.

Bugün, 1 Haziran 2007

Mehmet Ali ILICAK

02.06.2007


 

Siyaset kızıştı, irtica tavan yapacak

Seçimlerin yaklaştığı, ani artış gösteren ‘irtica haberleri’nden de belli oluyor. Eğer gelenek bozulmazsa, basındaki irtica haberleriyle, bu yaz epeyce sıcak geçecek.

İrtica, son olarak, İstanbul Bağcılar Lisesi’nde ortaya çıkmış. Basına göre ‘şok edici olay’ şöyle gelişmiş:

‘.. birkaç erkek öğrenci bodrum kattaki mescit haline getirilmiş odaya giriyor. Daha sonra okul müdür yardımcısı da aynı mescite geliyor. Yaklaşık 5 dakika sonra erkek öğrenciler mekanı terkederken müdür yardımcısının da ayakkabılarını giyerek dışarı çıktığı görülüyor.

(...) Türkiye’de laiklik, din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına almayı amaçlayan tarafsız devlet ilkesi değil, dinin kamusal alandan tasfiyesini amaçlayan ideolojik bir ilke olarak anlaşıldığından dolayı, bunu anlamak kolay olmuyor.

Diğer bir sorun ise, din ve ilerleme arasında kurulan karşıtlığa ilişkin demode bir pozitivist önyargının hâlâ egemen olması ve bazılarının da bunu aydın olmanın bir gereği sanmasıdır. Bu önyargı, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin haklı taleplerin görmezden gelinmesini veya yasaklanmasını meşrulaştırmayı, hatta din konusundaki bilgisizliği bir erdemmiş gibi sunmayı da beraberinde getirmektedir.

İrtica haberlerinin yöneldiği amaç da endişe verici. Seçimlerin engellenmeye çalışıldığı, bu amaçla Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesi için zemin hazırlandığı, ara rejim tehlikesinden söz edildiği, milliyetçi önyargıların kışkırtıldığı, bu kışkırtmanın ‘düşman’ gösterilen misyoner vatandaşlara karşı cinayete dönüştüğü ve ‘vatanı kurtarmak’ için suç işleyen çetelerin türediği bir ortamda, irtica söyleminin ideolojik işlevi daha vahim hale geliyor. Böyle bir ortamda, ‘Türkiye’de irtica değil faşizm tehlikesi vardır’ diyen sesler, irtica haberleri ve onu izleyen laiklik sloganlarıyla bastırılıyor.

Asıl sorun, ‘okulda namaz’dan veya başörtülü ilahi okuyan kız çocuklarının uyku saatlerinden rejim sorunu üreten propagandanın ifade ettiği zihniyet ve onun siyasi işlevi.

Star, 1 Haziran 2007

Berat ÖZİPEK

02.06.2007


 

Kolay sorular!

Teröristlerin demiryolunu uçurup vagon devirmeleri yüzünden (sayesinde) teröristlere gittiği sanılan silahların ortaya çıkması dünya tarihinde var mıdır?

Peki, kendi askerlerinin de “barışı, parlamentoyu, meşru iktidarı koruduğu” Lübnan’da koalisyon ortaklığı da yapan Hizbullah’a, büyük medyasının kafadan “terörist” dediği ülke bir tanecik midir?

Bir devletin; onca savaş uçağı, silah, asker, bomba, nükleer başlık bulundurduğu bir ülkenin hava sahasını ihlal etti sayılması; o ülkeden komşuya saldırınca ihlal saymayanların, o işgal edilmiş komşudan kalkan uçakların 4 dakikasını mesele yapması normal midir?

Normalse dahi, sivil ve asker yöneticilerin; bölgenin kaderine tüküren 90 nükleer bombayı topraklarımızda, bizden gizleyerek o büyük devlet kumandasında tutması iyi bir şey midir?

Cumhuriyetin, 11’inci cumhurbaşkanını nasıl seçeceğini bilememesi, seçememesi nasıl şeydir?

Daha önce uygulanmayan kuralların hatırlanması ve ilan edilmesi makul mudur?

Peki, öyle oldu diye, hukuk devleti başbakanının feryat figanı mantıklı mıdır?

Hükümete, yargıya muhtıra verenler silahlı diye pek bir şey diyemeyen başbakanın sadece yargıya bindirmesi demokratlık mıdır?

Ya yüksek mahkeme başkanının apartman yönetiminde kavga varmış gibi çıkıp başbakan şikâyet etmesi nedir?

Demokrasinin, cumhuriyetin, Anayasa’nın “üç kuvvet”i arasında olmayan diğer “üç kuvvet”in hükümete, Meclis’e, yargıya müdahalesini “kuvvetler ayrılığı” açısından hiç dert etmeyen ana muhalefetin sadece başbakanı “yargıya müdahale” ile suçlaması adil midir?

Tabii ki, başbakan cenahında da tersi caiz midir?

Yargının neredeyse tüm kuşkulu bombacı yapılanmaları bir bir temize çıkarması hakikaten yargı bağımsızlığı mıdır?

Yıllarca “Sosyal demokrat başka, Demokratik Sol bambaşka” diye ayrı duranların onca yıl birbirine düşman kalması mı yoksa şimdi birleşmesi mi, her ikisi de mi olağandır?

“Solda birleşme” denirken aynı kökten “solcular”ın kapı dışı tutulması, kıdemli sağcılara yer açılması da mı olağandır? “Sol yol” ararken AKP koluna girmek de mi öyledir?

Cumhuriyetçilerin iktidara bindirirken, ABD’nin (ABD’deki Yahudi örgütlerinin ve İsrail’in) en sağcı, en fanatik, laiklikten en uzak, ırkçılık kıyısındaki, dini, etnik önyargı ve yalanlarla düşmanlık, nefret, kin, savaş kışkırtan kesimlerini de referans alması, neredeyse “onlar da neomuhafazakâr ama cumhuriyetçi” diye kanka çıkması, akıl mıdır?

İtirazım yok ama, “irtica, mürteci” diye yırtınan bazısının Erbakan Hoca ve ekibini müttefik seçmesi de gel takıl mıdır?

Hak, hukuk, adalet, dürüstlük, doğruluk, namus, ahlak gibi kavramları vitrine koyan iktidarın en sağlam adamının una un katan Maliye Bakanı, en zayıf halkasının ise Abdüllatif Şener olması vicdan mıdır?

Nüfus artarken seçmen sayısının 1 milyon azalması... İktidarın oy oranının birkaç katı milletvekili çıkarmasından yakınanın barajın aynı kalmasında ısrar etmesi... Demokrasi, temsilde adalet, cumhuriyet diye birbirine girenlerin, halkın bir bölümü aman bir kişiyle dahi temsil edilmesin diye uzlaşması... bunca samimiyetsizlikle herkesin sözde ilke mücadelesi yapıyor görünmesi...

Nedir bütün bunlar, nedir?

121 ülkeli “Global barış ve huzur “ listesinde birinci Norveç’e 91 sıra uzak, sonuncu Irak’a sadece 19 basamak yakın hale getirilmişseniz;

En huzurlu denen 10 ülkeden 7’sinin bulunduğu AB kenarında debelenen, en huzursuz ülkeye girmek için can atan yöneticileriniz varsa;

“Muasır medeniyet” derken o kırmızı çizgiye yapışmış insanlarınız çoksa;

Üstteki soruların cevabı, evet, hep evettir!

Sabah, 1 Haziran 2007

Umur TALU

02.06.2007


 

Bağcılar Lisesi’nde namaz skandalı!

Son yılların en büyük çete operasyonunda Bağcılar Lisesi’nde ‘toplu namaz’ eylemi ortaya çıkarıldı. Yasadışı namaz eyleminde kullanılan başörtüsü, seccade ve duvar saati ele geçirildi.

Çete kelimesini duyunca heyecanlanıp, Sauna veya Atabeyler’den bahsedeceğimi düşünenleri rahatlatayım. Hayır, onlardan bahsetmeyeceğim. Hatta Atabeyler’le ilgili daha önceki yazılarımızdan dolayı özür borcumuz bile var. Savcının mütalaası bizi mahcup etti. Aslında ortada örgüt filan yokmuş. Bombalar da henüz düzenekleri kurulmadığından tehlikesizmiş. Bu haberi okurken sadece şundan endişe ettim. Geçen günlerde yakalanan ‘röfleli bombacı’, ‘Benim çantamda çıkanlar da düzenek haline gelmemişti. Ben de aynı maddeden yargılanmak istiyorum’ derse ne cevap veririz, bilemiyorum!

Neyse Bağcılar’a dönelim. Suç aletleri olan başörtüsü ve seccadeler kullanıldığı için ‘düzenek’ tamamlanmış, yani bunlara tehlikesiz dememiz mümkün değil. Ayrıca eylem toplu yapıldığı için ‘örgüt’ ispat edilmiş durumda. Anlayacağınız, ‘Burası Bağcılar, buradan çıkış yok’. İş bilir bir avukat, Diyanet’ten görüş alarak kadınların namazı cemaatle kılmaları gibi bir uygulamanın olmadığını belirterek olayı hafifletebilir. Ama suç aletlerinin kullanıldığı ve düzeneğin tamamlandığı apaçık ortada!

Bazı okurların bu kinayeli anlatımdan dolayı bana yine kızacağını biliyorum. İnanın bu saçmalıklara tahammül etmenin başka yolu yok. Bazı gazeteler, hem de bilgiç bir havayla öyle anlamsız şeyler yazıyor ki düz anlatımda tıkanıyoruz. Hiç dinî bilgiye gerek yok, fotoğraflara baktığınızda bile toplu eylem olmadığı anlaşılıyor. Kızların kimisi ayakta, kimisi oturuyor. Teneffüs saatinde 7-8 kişi aynı mekânı kullanarak ibadetini yapıyor. Sırf olayın ajitasyon çeşnisini artırabilmek için ‘toplu namaz’ ve ‘ders saati’ ifadeleri tercih ediliyor. Hadi şu cümleyi saç baş yolmadan okuyun da göreyim: “Yerleri halı ve seccade kaplı bu odanın duvarında namaz saatlerini kaçırmamak için bir de duvar saati asılı.” Her bir namaz arasında 4-5 saat olduğunu, vaktin zaten ezanla duyurulduğunu dile getirebilirsiniz. Gençlerin kolunda saat olduğunu, cep telefonlarının bu ihtiyacı fazlasıyla karşıladığını belirterek nefes tüketebilirsiniz. Hepsi boşuna, ‘bakın hiçbir ayrıntı gözümüzden kaçmıyor’ havası basan zehir hafiyeler sizi dinlemez bile. Namaz kaçırmak tabirini bir yerden duymuşlar ya, uçup gidebilen anlık bir şey olduğunu sanıyor, zavallılar. Mescit açmak yasakmış, saçma ama yasak. Tamam. Peki, bireysel olarak bir yere seccade serip namazımı kılmak istiyorum. Böyle bir yasak var mı?

Öğrenciyken en çok ağırıma giden konu buydu. Sanki bir suç, büyük ayıp işliyor gibi merdiven altlarında, bodrumlarda, gazete kâğıtlarının üzerinde namaz kılmak yüreğimi yaralardı. Şimdi bodrumu bile çok görüyorlar. Gerçekten demokrasi ve laikliği yaşayan bir ülkede haber şu şekilde olmalıydı: Bu çocukları nasıl böyle mezbeleliklere mahkum edersiniz? İki kişinin seccade serip namaz kılacağı bir odayı çok mu gördünüz?

Hıristiyanlığın en koyu şekillerinden birini yaşayan bir ülkeye yerleşmiş bir arkadaşım anlatmıştı. İlkokul 5. sınıfa giden kızı babasından habersiz okul müdürüne bir dilekçe verir. ‘Biz Müslüman’ız, günde birkaç defa ibadet etmemiz gerekir. Bana bu imkânı hazırlayabilir misiniz?’ Müdür önce şaşırır, biraz zaman ister. Bir hafta sonra küçük bir oda tahsis edilir.

Kendi insanımıza reva gördüğümüz uygulamalar içimizi acıtıyor.

Zaman, 1 Haziran 2007

Bülent KORUCU

02.06.2007


 

Güvenlik mi, demokratik güvenlik mi?

Dün sabah araba ile sahil yolunda seyrederken dinlediğim spiker, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasını naklen yayınlayacaklarını söyleyerek konuğunun sözünü aceleyle kesti...

Genelkurmay Başkanı, ‘güvenliğin yeni boyutları ve uluslararası örgütler’ konulu uluslararası sempozyumun açılış konuşmasını yapıyordu... Demokratik ülkelerde askeri yetkililerin konuşmalarının canlı yayınlarda yayınlanması ne görülür, ne de işitilir. Biz de ise bu işler nedense çok normal sayılır...

Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını yol boyunca dinledim....

***

Türkiye, tam bir milli güvenlik devletidir.

Milli güvenlik devleti demek, bütün toplumsal yaşamı ‘güvenlik’ kavramı etrafında örmek demektir. Hatta güvenlik emrediyorsa demokratik hakları rahatça dışlayabilmek demektir. Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasında ‘demokratik güvenlik’ kavramını kullanıp kullanmayacağına dikkat ettim. Ama izleyebildiğim kadarıyla güvenlik kavramını demokratik tamlamasıyla hiç ilişkilendirmedi.

***

Halbuki demokratik güvenlik kavramını sanıyorum ki ilk kez Milli İstihbarat Teşkilatı Emekli Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş kullandı.

12 Nisan tarihli Radikal Gazetesi’nde ‘Demokratik güvenlik’ şart başlıklı uzun yazısının bir bölümünde şunları yazıyordu: ‘1830’lardan 1980’li yıllara değin aşiret yapısı, din, mahalli çıkarlar ve / veya dış yönlendirmelerle gelişen, etnik milliyetçi duyguları pekiştiren siyasal süreçte, ayaklanma şeklinde ortaya çıkan olayların, genellikle devletin zor kullanım metotlarıyla bastırılmasının, mahalli insanımızda yarattığı birikimlerin ve oluşan travmaların günümüze kadar uzanan etkilerini anlayabilmeliyiz. PKK’nın silahlı mücadele sürecinin 20 yılı aşan devamlılığı, yarattığı acı ve kayıpların büyüklüğü, tüm ülkeyi etkileyen, her an yeni krizleri davet edebilecek psiko-sosyal bir ortamı oluşturmuştur. Terör örgütü kimliği ülkemizde ve uluslararası platformlarda tescillenen bir örgütün silahlı-otoriter baskı ile de olsa, Türkiye’de Kürt siyasi hareketi üzerinde olan merkezi, yönlendirici rolünü sürdürebilmekte oluşu önemli. Öcalan’ı ve PKK ismini terörist kimliği sebebiyle tecrit eden dış aktörlerin, Kuzey Irak’ta şekillendirdikleri güçlendirilmiş federe devlet oluşumuna verdikleri destek, Suriye ve İran’ın yanı sıra, Türkiye Kürtlerini de doğrudan ilgilendiriyor. PKK’nın terörist kimliğiyle oluşturduğu illegal ve legal görünümlü geniş organizasyonların örgütlediği kitlesel yapı özellikli bir durum arz eder. 1999’dan sonra Öcalan’ın mahkûmiyetiyle başlayan süreçte örgüt içi mücadelelerin, Irak Kürtlerinin yarattığı cazibenin, Öcalan karşıtı görünümlü dış desteğin, örgüt bünyesinde yarattığı zafiyete rağmen, PKK sempatisini devam ettiren vasatların, genel Kürt siyasi hareketi içerisinde önemli yerini korumakta olduğunu ifade edebiliriz.

...İşaret edilmesine çalışılan gerçekler, terörle mücadelede kullanılması gereken enstrümanların çeşitliliğini gösterirken, genellikle uygulanagelen ve sonuçları görülen dar çerçeveli güvenlik anlayışı yerine, yeni bir zihniyetin şekillendirdiği soruna bütünselliği içerisinde yaklaşan ‘Demokratik Güvenlik Konsepti’nin gerçekleştirilmesi zorunluluğu ile karşı karşıyayız.’

***

Demokratik güvenlik, Cevat Öneş’in de yazısında vurguladığı gibi demokratik imkânları geliştirip, derinleştirerek terörü, toplumsal destekten tamamıyla yoksun bırakmayı hedefliyor...

Örneğin, Cevat Öneş, bugünkü terör sürecinin neden devam ettiğini şöyle açıklamakta:

*‘30 bini aşan can kaybının ülkenin her köşesinde yarattığı acılar, terörle mücadelenin kaçınılmazlığı içinde doğru veya yanlış uygulamalar sonucu boşaltılan köylerin, yıkılan-yakılan evlerin insanlarımıza olan etkileri,

* Zorunlu göçlerin, ülkenin her köşesinde oluşturduğu gettolar ve artan sefalet ile silahlı mücadele ve yoksulluk içerisinde büyüyen yeni nesil çocuklarımızda şekillenen ‘yabancılaşma’ ve ‘nefret’ duyguları...’

***

‘Kuzey Irak’a operasyon’ kazanının ısrarlı bir hararetle kaynatılmaya çalışıldığı... Devlet örgütünün paramparça bir görüntü verdiği... Askeri otorite ile sivil otoritenin kreşendo halinde polemik yaptığı bir görüntünün amacı terör mü, yoksa siyasal iktidar kavgası mı? Çok da belirgin değil...

Ama amaç gerçekten terör ise ‘demokratik güvenlik’ kavramı çok daha ciddi ve geniş bir biçimde tartışılmalı.

Star, 1 Haziran 2007

Mehmet ALTAN

02.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004