Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İmdaaat! Öğrenciler namaz kılıyor

Sevgili okuyucular, son ayların en ‘korkunç’ faciası, İstanbul-Bağcılar Lisesi’nde yaşandı. Tahmin ediniz bakalım öğrenciler ne yapmışlar?..

- Toplu halde esrar çekerken mi yakalanmışlar?

Hayır, bu da bir şey mi? Daha korkunç...

- Toplu halde uygunsuz vaziyette mi bulunmuşlar?

Yok canım, daha nesi? Hem onların çağdaş tercihlerine ne karışırız.

- Tamam anladık; herhalde birbirlerini ya da öğretmenlerini öldürmüşlerdir. Yoksa okulu mu yakmışlar?

Hayır, hayır, daha da kötü; âdeta bir felaket...

- O halde sen söyle arkadaş, ben bilemedim.

Ne yapmışlar biliyor musunuz? TOPLU HALDE NAMAZ KILMIŞLAR.

- Vay be! Desene laiklik elden gitmiş; irtica gene hortlamış. Bu yeni bir Menemen Olayı. Sehpalar kurulmalı; öğrenciler ve öğretmenler asılmalı!..

* * *

Efendim, bendeniz çekirdekten yetişme ‘irticacı’yım. 1958 yılında Malatya Lisesi’nin bodrumunda, değerli dostum Selami Çekmegil ile lise 1. sınıftayken bir mescit açmıştık. Teneffüslerde namazımızı kılmaya çalışıyorduk. Derken, o sıralarda ateşli bir devrimci olan sevgili Çetin Altan, Malatya Lisesi’nde irtica, laiklik elden gidiyor mealinde bir köşe yazısıyla canımıza okumuştu. Eminim ki, şimdi aynı yazıyı yazmazdı. Okulun en çalışkan öğrencileri olduğumuz için atılmaktan kurtulmuştuk.

O günden bugüne tam 50 sene geçmiş. Lâkin heyhat! Gene aynı terane, aynı kepazelik devam ediyor...

* * *

Bakınız, Anayasa’nın ‘Cumhuriyet’in nitelikleri’ni belirleyen 2. maddesinin gerekçesinde laiklik nasıl tarif ediliyor: ‘Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, İBADETİNİ YAPABİLMESİ ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir’.

Gene Anayasa’nın ‘Din ve vicdan hürriyeti’ başlıklı 24. maddesinde, herkesin vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu hükme bağlandıktan sonra, ‘din ve ahlâk eğitim ve öğretimi’ ile ‘Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi’ düzenlenmiş ve ilki zorunlu, ikincisi isteğe bağlı hâle getirilmiştir. Ancak, 1982 Anayasası’ndan bu yana 25 yıl geçmesine rağmen, hâlâ ‘isteğe bağlı din eğitimi’ne geçilmemiştir.

Bizce, din ve ahlâk öğretiminin zorunlu olmaktan çıkarılması gerekir. Buna karşılık isteğe bağlı din eğitimine geçilmesi, yani din eğitimi uygulamasına başlanması lâzımdır.

Lisede namazın yasaklanması, Anayasa’nın 2. ve 24. maddelerine aykırıdır.

Bağcılar Savcısı, lise yöneticileri hakkında, ‘Tevhidi Tedrisat Kanunu’ ve ‘30 Teşrinisâni 1341 (1925) tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’a muhalefetten soruşturma açmış. Neden mi? ‘Medya ilahları’ kurban istedi diye... Yoksa, lisede namaz kılınmasının, ‘Tevhidi Tedrisat’ (Öğretimin Birliği) ile artık isminin bile devrimlere ve çağa aykırı olduğu, ‘kanun-u metrûke’ hâline gelmiş, fiilen uygulamadan kalkmış 677 Sayılı Kanun’la bu olayın hiç ilgisinin olmadığı bilinmez mi?...

Bu namaz düşmanlığının laiklikle ne alakası var? Bayanlar, baylar, bir asırdır aynı saçmalıkları tekrarlayıp duruyorsunuz. İbadeti irtica sayan dogmatik gözlüklerinizi çıkarın artık...

Bu mazlum, muti, munis, mümin milletin yakasını bırakın...

Yoksa siz ‘gerici’ misiniz?

Radikal, 5.6.2007

Hasan Celal GÜZEL

06.06.2007


 

Darbeyi yeteneği kısıtlı ordular yapar

Darbe…

Yıl 2007…

Biz askeri bir darbeden konuşuyoruz.

Bunu konuşabildiğimize göre toplum olarak artık iyice utanma duygumuzu yitirmiş olmalıyız.

Üstelik bizim okur yazarların bir kısmı, “darbe savunuculuğunu” ilericilik olarak göstermeye çalışıyorlar.

Fikir ayrılığını anlarım, değişik ideolojilere sahip olmayı anlarım, farklı ekonomik çözümleri benimsemeyi anlarım…

Ama, darbe yandaşlığını anlamam.

Darbe, ahlaksızca ve aşağılık bir suçtur benim için.

Askeri yetenekleri kısıtlı, disiplinsiz ordular tarafından gerçekleştirilir.

Hiçbir zaman da bir ülkeye ve topluma huzur getirmez.

Arjantin ordusu, darbeci, rezil bir orduydu, binlerce kilometre öteden gelen İngiliz donanmasına mağlup oldu.

Çünkü askerlikle uğraşacağına siyasetle uğraşıyordu.

Siyaset, bir ordunun en önemli vasfını, savaşçılığını ve disiplinini kaybetmesine yol açar.

Eğer genelkurmay başkanı, kendi üstü durumundaki başbakanı dinlemez de hiyerarşi zincirini bozarsa, onun altındaki kuvvet komutanları da onu dinlemez, kuvvet komutanlarının altındaki generaller de o komutanları dinlemez, generallerin altındaki subaylar da generalleri dinlemez, sonunda iş “genç subaylar rahatsız” noktasına gelir dayanır.

Cuntalar oluşur.

Ordunun omurgası gevşer.

İçinde hizipler olan bir siyasi parti gibi davranmaya başlar.

Genelkurmay başkanı, başbakanla ve devlet görevlileriyle özel olarak konuşması gereken hayati konuları basın toplantılarıyla açıklamaya koyulur.

Devlet ciddiyetini kaybeder.

Dost ülkeler güvenmez, düşman ülkeler “kolay bir lokma” olarak görür.

Türkiye için gerçekten istediğiniz bu mu?

Alay konusu olan, küçümsenen, Avrupa’nın ve dünyanın “paryası” durumuna düşen, ciddiyetsiz bir ülke olması mı?

Hukukun dışına savrulmuş bir Türkiye mi istiyorsunuz?

Bunun “ilericilik” olduğuna inanıyor musunuz?

Ben, ciddi, güvenilir, ağırbaşlı, hiyerarşisi oturmuş, disiplinli, sözü dinlenen, güvenilir bir devlet istiyorum.

Geceyarıları muhtıra yayınlayan, devlet meselelerini hükümetle değil gazetecilerle tartışan bir orduyla ciddi bir devlet olamazsınız.

Evet, bu yapı sizi Avrupa Birliği üyesi olmaktan “kurtarır” çünkü kendini bilen hiç bir organizasyon böyle bir devleti arasına kabul etmez.

Biz de kendi içimize kapanır, Rusya’yla ittifak kurmaya uğraşır, Rusya’nın Amerika’yla yapacağı pazarlıklarda kullanacağı zavallı bir piyon oluruz.

İçerde hukuku yok eder, Kürtleri öldürür, aydınları vurur, dindarları evlerine hapseder, ekonomiyi çökertiriz.

Çocuklarımız, kendi yaşıtlarıyla hiçbir zaman rekabet edemeyecek bir pespayelikte yetiştirilir, hayatlarını ve geleceklerini daha şimdiden kaybederler.

Bu mu istediğiniz?

Hukuksuz, demokrasisiz, bir “büyük” devletin kölesi olmuş, askeri bir diktatörlüğün kabulü karşılığında bütün varlığını teslim etmiş bir ülke olmak mı?

Buna mı vatanseverlik diyorsunuz?

Bu vatanseverlik değil…

Bu, kendi toplumuna karşı hastalıklı bir nefret taşımak, kendi insanına, kendi çocuklarına düşman olmak.

Darbe yandaşlığının başka hiçbir anlamı yok.

Kendi halkından korkmayı, kendi halkından nefret etmeyi, halkı darbeyle bastırmayı “ilericilik” olarak sunuyorlar.

Kendi halkına zulmetmek “ilericilik” ise…

Gericilik ne?

Halkından yana çıkmak, onun hakkını korumak mı?

Halkını silahla susturmayı ilericilik, “bırakın halk konuşsun” demeyi gericilik olarak niteleyenlere bir sormak gerek:

Siz “şarlatanlıkla” ilericiliği birbirine mi karıştırıyorsunuz acaba?

aktifhaber.com, 4.6.2007

Ahmet ALTAN

06.06.2007


 

“Abdüllatif Düşerken!”

Abdüllatif Şener dört yıl önce Abdülhamid Düşerken adlı filmi izledikten sonra sinema çıkışında karşısında star muhabirlerini bulmuştu. Ertesi gün star’da yer alan haberin esprili bir başlığı vardı: “Abdüllatif” Düşerken...

***

Şimdilerde Abdüllatif Şener’i yere göğe koyamayan bir film Doğan Grubu sinemalarında vizyona girmiş bulunuyor!

Seçimde aday olmayacağını açıkladı ya; başta Hürriyet olmak üzere egemen medyada Şener’e “Sen ne güzel politikacımızsın, Latif Abi” kıvamında güzellemeler döktürülüyor...

Şener neden bıraktığını da -Amiral Gemisi’nde her daim “Ben onlardan değilim, benim sizden hiç farkım yok, beni içinize kabul edin!” yollu türküler söyleyen kişiye anlatmış...

Abdüllatif Bey “tüm toplumu kucaklamış, kurumlarla zıtlaşmamış, dürüst olmaya çalışmış”. Başka? Yeri gelmiş şarap muhabbeti yapmış. “Laiklik yeniden tanımlanmalıdır” denildiğinde “Hayır, yeni bir tanıma gerek yok” demiş. “Kişiler laik olmaz/devlet laik olur” cümlesi sarf edildiğinde de “Bu kavramlar eğilip bükülemez” diye karşı çıkmış...

Tüm bunlardan sonra laikçi kesim kendisini pek sevmiş.

Bu “duruşu” Deniz Bey’i bile çok etkilemiş. Baykal, Şener’in adaylıktan feragatini “Bu bir sivil muhtıradır” diye nitelemiş! (Her yol bir şekilde muhtıraya çıkmalı, değil mi?)

Abdüllatif Şener’in aday olmama tercihine elbette saygı duyulmalıdır. İlinde parti yönetimi ile bazı sıkıntılar yaşadığı biliniyor. Bu olayda veya hükümet içindeki bazı hadiselerde kendisine yanlış yapıldığını düşünmüş; sonuçta bütün bunlar bardağı doldurmuş olabilir. Haklıdır veya değildir. Adaylığı elinin tersiyle itebilmiş, en azından koltuğa yapışmamıştır...

Dahası, Şener, kurucusu olduğu partiyi elbette eleştirecektir. Doğrusu budur. Örneğin, Galataport’taki muhalif tavrı çok yerinde bir çıkıştı...

Hepsi tamam da, sorun başka bir yerde: Şener’in kimi tavırlarında ta en başından beri “bir yerlere hoş görünme, kabul görme arzusu” hatta “başkası olmaya çalışan” bir “gayret” göze çarpıyor...

Geçen yıl Sabah’a “Eşimi başı açık diye seçtim, kendisi kapandı” demişti. Sonrasında bu sözlerine ilk muhalefet şerhi koyan kişinin eşi olduğu ortaya çıkmıştı.

“Şarabın tadından başka her şeyini bilirim” cümlesi de egemen medyaya “Beni görün” mesajından başka bir şey değildi. Vakit geçirmeden de görmüşlerdi! “Çankaya’ya yakıştırma” faslı geçmişlerdi...

Amiral Gemisi’nin “Şener Güzellemesi” yaparkenki tavrı samimi değil. Ya? “Ey Latif kardeş, o kulağımıza hoş gelen sesinle bize ille de bir laiklik şarkısı söyle” yaklaşımıdır, bütün hikaye...

“Abdüllatif Düşerken” filminin yapımcısı olan Kaptan Köşkü’ndeki zatın bir cümlesi her şeyi ne kadar da iyi anlatıyor: “Şener’in en önemli özelliği nedir diye bana sorarsanız size şu cevabı veririm: Eşinin türbanını bile unutturan siyasetçi...”

Şarap muhabbeti, laiklik konusundaki yüz seksen derecelik dönüşleri falan “eşinin türbanı”nı unutturuveriyor:

Ama bu unutturmanın anlık veya geçici bir süre için olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz!

Yönetmen zat aynı zamanda bir şarap otoritesi: O yüzden midir nedir, Şener’i bazen şarap gibi görüyor. Birkaç bardak “Laik Şener” içip “eşinin türbanı”nı dert etmiyor, anlaşılan!

Final Notu: Şener, yıllardır Anayasa’nın 24. maddesindeki laiklik tarifinin özgürlükçü yönde değiştirilmesi gerektiğini söyleyen bir politikacıydı. 2006’ya girerken de bu fikirdeydi. 2006 Mayıs’ında ise Hürriyet’e “24. madde aynen korunmalıdır” diye şakıdı. Bülent Arınç kendisini telefonla arayıp “24. madde konusunda benim gibi düşündüğün halde neden böyle konuşuyorsun?” diye sorduğunda “Sözlerim yanlış aksettirildi” karşılığını verdi ama ardından Hürriyet’e söylediklerini tekrar eden açıklamalar yaptı.

Zaman, 5.6.2007

Tamer KORKMAZ

06.06.2007


 

Irak’a müdahale bizi felâkete sürükler

Başbakan ile Genelkurmay başkanı arasındaki Kuzey Irak tartışması, PKK meselesinden çok iç siyasi dengelerle ilgili görünüyor. Bu ortamda savaş lobisi de, Türkiye’yi Kuzey Irak’ta savaşa sokmak için elinden geleni yapıyor. TV’ler, kendilerine ‘Türkiye’nin milli çıkarları’nı bilme yeteneği bahşedilmiş emekli askerler ve ‘sivil’ ‘uzman’larla dolu.

Dünyanın sırrını çözmüşçesine konuşan bu ‘uzman’ların çoğu, milliyetçi önyargılarla ateşe odun taşıyor. Temel işlevi, kerameti kendinden menkul dar bir bürokratik elit tarafından belirlenen resmi politikalara makul ve meşru gerekçeler bulmak olan, bunları destekleyecek veri toplamayı iş zanneden ve yukarılarda bir yerlerde üretilen politikalarda öze ilişkin olmayan ufak değişiklikler önerebilen bazı ‘stratejist’ler ve araştırma merkezleri sakın bizi yanıltıyor olmasınlar. Adeta bir doğa yasası gibi tartışılmaz gördükleri fikirler de sakın çürük olmasın.

Örneğin ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesinden gerçekten rahatsız mı? Müdahale tartışması, tam da bu ülkenin bölgede bazı yetkileri Kürtlere devrettiği şu günlere denk geldi. Yani bir askeri harekatta, ABD ile değil Iraklı Kürtlerle karşı karşıya gelinecek. Benim bildiğim ABD, son yıllarda, bölgedeki halklar arasına düşmanlık sokacak her faaliyeti desteklemeyi bir dış politika kuralı haline getirmiş durumda. Elbette Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kalıcı olmasına göz yummaz; Kerkük’ü de vermez; ancak Iraklı Kürtlerle Türkiye toplumu arasına düşmanlık sokacak sınırlı bir harekatı neden desteklemesin? Özellikle de bu harekat, kendilerini bölge ülkeleri ve Güney Iraklılar arasında sıkışmış durumda hisseden Kuzey Iraklı Kürtlerin ABD’ye mecbur kalmaları için olağanüstü bir katkı yapacaksa? Milliyetçi hislerle ‘girelim, dağıtalım’ diyenlerin tezleriyle ABD’nin çıkarları örtüşüyor. ABD’nin yerinde kim olsa, Iraklı Kürtleri kendisine koşulsuz itaate zorlayacak bu milliyetçi körlükten hoşnut olurdu.

Bugüne kadar Iraklı Kürtlerle Türkiye toplumu arasında husumet doğurucu herhangi bir ciddi sıkıntı yaşanmamıştır. Tersine, Özal döneminden beri derin bağlar da kurulmuştur. Türkiye ile aralarında son derece zengin bir işbirliği potansiyeli olan ve ekonomileri birbirini bütünleyen Kuzey Irak Kürtlerini kaybetmeyi önerenler, bunun barışa ve ‘ulusal çıkar’a nasıl hizmet edeceğini de açıklamalıdırlar.

Acaba Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesi için yapılan ‘teşvik’lerin, PKK ile mücadele ile ilgili olmayan başka sebepleri de olamaz mı? Geçenlerde emekli bir paşa, ‘çocuklarımızın geleceği için’ Kuzey Irak’a gitmeye, çocuklarının şehit ve gazi olmasına razı olup olmadığını halka soruyor ve ‘Türkiye’nin bu seçim telaşından kurtarılması’, yani ‘gerekirse’ seçimlerin ertelenmesini öneriyordu.

Milliyetçi hislerle dolduruşa gelenleri, yetkisini aşan bürokratları, dar görüşlü uzmanları ve başkalarının çocuklarının hayatı üzerinden siyasi mücadele yürütenleri geçelim. Ama halk oyuyla gelen ve halka karşı sorumlu olan Hükümet, bu konuda hata yapamaz. ‘Askerden talep gelsin, girelim’ demek, siyasi bir manevra olarak anlık bir avantaj sağlasa da, hem dış politika oluşturmada karar alma usulünün normalleştirilmesi, hem de demokrasi adına yanlıştır. Hangi bürokrat ne derse desin, bir vatandaş olarak ben Hükümet’i sorumlu görürüm.

Eğer Hükümet, savaş yanlılarının teşviklerine direnemezse, sonuç bir felaket olabilir.

Ama direnir ve sorunu Iraklı Kürtlerle sağlıklı bir diyalog geliştirmeyi başararak çözebilirse, demokrasiyi, ülke ve bölge barışını ve hatta kendi iktidarını da korumuş olacaktır; ki yapması gereken de bundan başkası değildir.

Star, 5.6.2007

Berat ÖZİPEK

06.06.2007


 

Muhtırayı verirken de mi Başbakana sordunuz paşam!

TSK’nın sınırlarımızın ötesine çıkmaktansa içte milleti kontrol adına mücadeleye ayarlı olduğunu herkes biliyor. “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü bu yaklaşım için biçilmiş kaftan. Türkiye ve Türk milleti bu kadar, milyona varan sayıda askeri silahını millete doğrultsun diye beslemiyor herhalde.

Ama varlığı kendinden meçhul “iç düşman konsepti” kutlu doğum kutlamalarını bile rejime yönelik bir tehdit olarak algılayabiliyor. Bu yaklaşım peygamber ocağı ifadesini de aşikarane reddediyor. Bu ordu açık kapalı 3-5 defa askeri darbe yapmış, başbakan asmış, Meclis’i kapatmış, siyasileri cezaevine tıkmış, siyasi partilerin kapısına kilit vurmuş bir ordu. Ve sadece bir defa, o da Kıbrıs’ta savaşmış bir ordu.

Her şeye rağmen halkımızın bu orduya vatana millete ve islam dinine yaptığı hizmetlerden dolayı geçmişinden gelen ve devam eden bir sempatisi var. Saygısı var... Sevgisi var. İyi de... Askeri darbeler, muhtıralar, yönetime el koymalar, hükümet devirmeler, siyaseti kendi doğal mecrasından çıkarıp dizayn etmeler bu sevgi ve saygı ortamını suiistimal anlamına gelmiyor mu? Geliyor... Geliyor ama halkımız tepkisini hemen gösteren bir millet değil. Tepkisini erteleyen bir millet. O yüzden, Türkiye’de Genelkurmay komuta kademesinin emir komuta içinde darbe yapmasına gerek yok. Bir birliğin komutanı, bir tümenin, bir kuvvetin komutanı bile tek başına darbe için harekete geçse başarılı olma ihtimali vardır. Bu da milletin ordusuna sahip çıktığını, ancak ordunun millete silah doğrulttuğunu gösteriyor.

(...)

O halde millet darbeden ve askerin siyasete bulaşmasından hoşlanmıyor. Elbette hoşlanmıyor. Ama pek de sesini çıkarmıyor. Peki böyle bir yapıda, yanı, fiilen hiç bir yere bağlı olmayan ve kendince gerekli gördüğü her zaman darbe yapan ya da muhtıra veren TSK’nın başında bulunan Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Kuzey Irak’a yönelik bir askeri operasyon için Başbakan’dan yazılı emir istiyor olması ne anlama geliyor?

Ne olacak, bunun hükümeti seçim öncesi sıkıştırmak için yapıldığı ortada. Başbakan’ın böyle bir emri vermeyeceğini kestirebiliyorlar. Yoksa bu talep TSK’nın Başbakan’a bağlılığını göstermesinin ve sınır ötesi operasyon sevdalısı olduğunu göstermek için değil. Her şey bu kadar gün gibi aşikar iken “savaşmak için başbakan bize emir versin yaklaşımı hükümetle alay etmek değilse nedir? Eğer akredite olsaydım, Yaşar Büyükanıt Paşa’nın “hükümetten yazılı emir gelmesi gerekiyor” sözünden sonra, ona “Peki hükümete muhtıra vermek içinde mi Başbakan’dan emir aldınız?” diye sorardım.

İşte bu yüzden bizim gibi gazeteciler akredite değil! Olsun, sağlık olsun.

Bugün, 5.6.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

06.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004