Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Nihâyet Bizim gazabımıza müstehak olduklarında hak ettikleri cezâyı verdik ve hepsini boğuverdik.

Zuhruf Sûresi: 55

11.06.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biri diğeri ile dostluk kurduğunda ismini, kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü bu sevgiyi daha çok arttırır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 190

11.06.2007


Dünya ve ahiret saadeti, tevekkülde

İmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder. Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup, nezâret eder; diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor.

Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhâfaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyâde iyi muhâfaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem, gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tard edecek, ya ‘Hâindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihzâ ediyor, hapis edilsin’ diye emredecektir. Hem, herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile, kendini halka mudhike yaptın; herkes sana gülüyor” denildikten sonra, o bîçarenin aklı başına geldi, yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekàvet-i uhreviyeden ve tazyikàt-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Sözler, 23. Söz., 4. Nokta, s. 285

Lügatçe:

saadet-i dâreyn: Dünya ve ahiret saadeti.

dest-i kudret: Kudret eli.

müsebbebât: Neticeler, sonuçlar.

istihzâ: Alay geçme.

şekàvet-i uhreviye: Ahiret sıkıntısı, azabı.

tazyikàt-ı dünyeviye: Dünyadaki baskılar, zorlamalar, sıkıntılar, sıkıştırmalar.

iktizâ: Gerektirme.

esbâb: Sebepler.

sefine-i sultaniye: Sultanın gemisi.

mudhike: Gülünç şey, gülünecek hâl, komedi.

Bediüzzaman Said NURSÎ

11.06.2007


Amellerde, Allah'ın rızası olmalı

Hayata geçirmekte en çok zorlandığımız ihlâs prensibi amellerimizde rıza-yı İlâhî olmasıdır. ‘Eğer o razı olsa bütün halk reddetse ehemmiyeti yok’ diyebilmekte çok zorlanıyoruz. Yardımı Allah’tan beklerken çoğunlukla razı etmeye çalıştıklarımız hep başkaları oluyor. Başkalarını razı ederek hele de Rabb-ı Kerim’in emirleri aksine telkinde bulunanları razı etmek, ondan sonra da dönüp Âlemlerin Rabbi’nden yardım talep etmek tavrı içinde bir samimiyet yok.

Son yıllarda Müslüman ülke idarelerinde bu çok ciddî bir problem olarak ortaya çıkıyor. Bir taraftan Müslüman kimliği ile ortaya çıkan idareci ve tüccarlar, diğer taraftan piyasa ya da siyaset şartlarını yerine getirmek adı altında batılı bir pragmatizm anlayışı ile kimle işi varsa onu razı etmeye çalışıyor. Korku ya da elindekileri kaybetmek endişesi ile hep faydacı yaklaşım sergiliyor. Bu şartlar içinde bazen Rabbi’nin emirlerini unuttuğu ve aklına dahi getirmediği oluyor. Son zamanlarda ihsan-ı İlâhî ile ülke yönetiminde söz sahibi olma konumuna gelmiş siyasi iktidarın boynuna basmış olanların yüzüne tükürerek bedeni ezilse dahi izzetini kurtarmak yerine, tepesine binenleri razı etmek arayışı hem kendi ruhunu hem de temsil ettiği kitlenin ruhunu ezdirmektedir.

‘Diklenmeden dik durmak’ sloganları sadece sözde kalmakta, hakim olduğu zannedilen güçleri razı etmekle bir noktaya varılacağı vehmi içinde oldukları algılanmaktadır. Bu da Âlemlerin Rabbi’nin rızası arayışı içinde olmak ve bu uğurda gerekirse hayatını ortaya koyabilmek erdeminden çok uzak bir tablo sergilemektedir. Garip bir şekilde Müslüman coğrafyanın nerdeyse tamamında bu hal hakim ve merhamet bekledikleri nazarlardan, medet umdukları güçlerden yedikleri tokatlarla perişan bir tablo izlenmektedir. Samimî bir rıza-yı İlâhiye arayışı olmadıkça da bu sefillik devam edecek gibidir. Kimin rızasının peşinden koşuyorsanız ondan medet ummalısınız. Ancak bilmelisiniz ki âlemlerin ve kalplerin Rabbi ancak Allah’tır.

Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Benliğin tanımı ve varlığın tanımı karşılıklı iki ayna gibidir. Birbirine ışık tutar, birbirini yansıtır ve ruhta anlam boyutunu genişletirler. Varlığı anlamlandırmak için öncelikle sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle inanan insanlar ve hizmet ehli risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş olanlar aynen Üstad gibi karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.

Son zamanların en büyük ihtiyacı ihlâs, samimiyet ve emrolunduğu gibi dosdoğru yaşayabilmektir. Hayat doğru algılanmalı, eşya doğru tanımlanmalı bütün tavırlar bu zeminde gelişmelidir. Ferdî hayatta ve sosyal hayatta bu gerçekten çok önemlidir. Siyasî kararların, şahsî kararların zemininde bu temel yaklaşım olmadıkça varlığın ezici ve benlik ile şekillenmiş çarkları arasında ezilmeyi hiçbir bedenî, maddî ya da siyasî güç engelleyemez. Şimdiye kadar da engelleyememiştir. Milyarlarca yıllık insanlık ömrü bu dersi açıkça vermesine rağmen bu konu hâlâ insan ve kul olma imtihanının en merkezi noktasında yer almaktadır.

Hakan YALMAN

11.06.2007


Vefatının 40. yılında rahmetle anıyoruz

Abdülmecid Nursî (1884-1967)

Abdülmecid, 1884 yılında Bitlis’in Hizan Kazasının İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğdu. İlk eğitimini burada aldı. Nurs köyünden sonra Arvas’ta eğitimine devam etti. Buradan ayrıldıktan sonra (1900) Van’a gitti. Van’da kaldığı on dört yıl, eğitim sürecinde ayrı bir öneme sahiptir. Buradaki Horhor Medresesinde ağabeyinin nezaretinde iki yüzü aşkın talebe ile birlikte eğitimine devam etti. Özellikle Arap Dili ve Edebiyatı dalında çok büyük bir aşama katetti. Nitekim bu sebepten dolayıdır ki, Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nuriye eserlerinin Arapça’dan tercüme edilmesi işini ona vermiştir.

Abdülmecid, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Ruslardan cesaret alan Ermenilerin saldırıları üzerine Bediüzzaman’ın idaresinde savaşa katıldı. Bu savaşta Bediüzzaman Hazretleri yaralı olarak Ruslara esir düşerken, yeğeni Ubeyd şehit oldu. Bilindiği gibi Van ve çevresi Rusların eline geçti. Şehir harabe haline geldiği gibi uzun süre eğitim gördükleri medreseleri de bu tahribattan nasibini aldı. Abdülmecid, Rusların hücumundan ve istilâsından kurtulan bazı akrabaları ile birlikte Van’dan ayrılarak Diyarbakır üzerinden Şam’a gitti. Üç yıl burada kaldıktan sonra 1917 yılında Diyarbakır’a geri döndü.

Abdülmecid, Diyarbakır’da bulunan Askeri Rüştiyede Arapça öğretmenliğini yaptı. Ancak bir süre sonra bu okulun kapanarak Erkek Sanat Enstitüsüne dönüştürülmesinden sonra buradan da ayrıldı ve tekrar (1920) Van’a döndü. Van’da da öğretmenliğe devam etti. Bu kez yedi yıl burada kaldı (1920-27). Şeyh Said hadisesi ile başlayan ve Bediüzzaman’ın sürgün edilmesiyle neticelenen süreçten kendisi de nasibini aldı. Öğretmenlik görevinden alınınca Van’dan Ergani’ye geçti. Ergani’de bir manifatura dükkânı açarak hayatını devam ettirdi. Bazen Camide fıkhî konuların ağırlıklı olduğu vaazlar verdi. 1936 yılına kadar Ergani’de yaşadıktan sonra çocuklarının eğitimi sebebiyle Malatya’ya göç etti. Burada Cumhuriyet Çarşısında (Eski adı Kürtler Çarşısı) manifaturacılık yaptı. Örnek bir ticârî ahlâka sahip olması kısa zamanda çevresinin dikkatini çekti. Siftah ettikten sonra gelen müşterilerini henüz siftah yapmamış komşu esnafa göndermek suretiyle ticarî ahlâka katkıda bulundu. Bu davranışı çoğu kez tekrarladı. Hiçbir komşusunu incitmemesi, sempatik oluşu ve sürekli bir şekilde sohbetlerinde imanî konulara ağırlık vermesi, etrafındaki sevgi çemberinin giderek büyümesine sebep oldu. Malatya’da dört yıl kaldıktan sonra Ürgüp’e müftü olarak tayin edildi (1940).

Ürgüp’te on iki yıl müftülük yaptı. Burada acı-tatlı çok sayıda hadiseye tanık oldu. Bediüzzaman’ın kendisine tevdî ettiği eserlerinden İşârâtü’l-İ’câz ile Mesnevî-i Nuriye’yi Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etti. Bu eserlerden talebelerine dersler okuttu. Diğer taraftan hayatında çok büyük iz bırakan evlat acısını burada tattı. Üniversitede okuyan ve gelmesini dört gözle beklediği oğlu Fuat’ın vefat haberini burada aldı...

Abdülmecid’in acılarla dolu hayatı neredeyse vefatına kadar devam etti. Yıllarca ağabeyi Bediüzzaman ile görüşemedi. Oğlu vefat etti. Yine çok sevdiği yeğeni Abdurrahman’ın vefatı, diğer taraftan görevden alınmalar sıkıntılarını arttırdı. Bediüzzaman, kardeşinin yaşadığı sıkıntılı halet-i ruhiyeyi şu şekilde kaydetmiştir:

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki:

‘Elhamdülillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum’ diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip, o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.” (Mektubat, s. 342)

Abdülmecid, on iki yıl boyunca sürdürdüğü müftülük görevinden alınınca Ürgüp’ten ayrılmak istedi. Ancak, sevenleri bir süre daha yanlarında kalması için ısrar ettiler. Talebelerinin ve Ürgüplülerin ısrarı üzerine üç yıl daha burada kaldı. Gerek müftülüğü sırasında ve gerekse görevden alındıktan sonra iman hizmetini devam ettirdi. Çok sayıda talebe yetiştirdi. Her fırsatta imânî konularda çevresinde bulunanları aydınlatmaya gayret sarf etti. Mantık adlı eseri yazdığı gibi, Haleb-i Sağir ve Kaside-i Bürde şerhini de kaleme aldı.

—Devamı yarın—

11.06.2007


Kocasını yola getiren kadın

Saliha ve takva sahibi bir kadının, zalim, cahil ve münafık bir kocası vardı. Kadına her defasında eziyet eder, iter, döver, zulmederdi.

Kadın da kocasının her haline sabreder, Allah’a şöyle duâ etmekten bir an geri kalmazdı:

“Allah’ım! Kocamı salihlerden eyle!”

Bir gün adam karısına bir kese altın verdi ve:

“Bunu iyi sakla.” Dedi.

Kadın da altın kesesini aldı, öbür odaya geçti, sandığı açtı, Bismillahirrahmanirrahim diyerek altın kesesini sandığın içine güzelce yerleştirdi.

Zalim adam kadının altın kesesini koyduğu yeri gözetlemiş ve görmüştü. Bir gün karısının haberi olmadan gitti, sandığı açtı ve altın kesesini sandıktan çıkardı. İçindeki altınları aldı ve boş keseyi bir kuyuya attı.

Kadın eve gelince, kadına:

“Sana verdiğim bir kese altını getir.” Dedi.

Kadın derhal odaya koştu, Bismillahirrahmanirrahim diyerek sandığı açtı, elini içine soktu.

O sırada bir melek Allah’ın emriyle derhal yetişti, kuyudan keseyi çıkardı, içine altınları doldurarak sandığa koydu.

Kadın keseyi aldı almasına; ama keseyi ıslak görünce şaşırdı. Öyle ki, keseden sırılsıklam su damlıyordu.

Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadan ıslak keseyi kocasına teslim etti.

Adam içi altın dolu ıslak keseyi alınca, küçük dilini yutacak derecede şaşırdı. Karısının ne kadar doğru ve Allah katında değerli olduğunu anladı. Karısının takvasını takdir etti ve şöyle tövbe etti:

“Allah’ım! Bana dünyam ve âhiretim için hayırlı ve saliha bir kadını eş olarak verdiğin için, sana hakkıyla şükretmekten acizim, beni affet Allah’ım.”  

Karısı da Allah’a şöyle şükretti:

“Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, duâmı kabul edip, kocamı salihlerden eyledin!”

Süleyman KÖSMENE

11.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004