Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O gün dostlar birbirine düşman kesilir—ancak Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar müstesnâ.

Zuhruf Sûresi: 67

22.06.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah bir kul hakkında hayır dilerse, ona insanların ihtiyaçlarını gördürür.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 218

22.06.2007


Hâlıkımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir...

Üçüncü Mebhas

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayât-ı içtimâiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.”

Şu mebhas Yedi Meseledir.

Birinci Mesele: Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye ait olduğu için, hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisânıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimâiyesiyle münasebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azîmüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

İkinci Mesele: Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin—tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri a’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir—bir, bir, bir, binler kadar bir, bir...

İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir.

Mektûbât, 26. Mektub, Üçüncü Mebhas, s. 309

Lügatçe:

muâvenet: Yardımlaşmak.

yekdiğer: Bir diğer.

husumet: 1- Hasım olma hâli, hasımlık. 2- Düşmanlık.

adâvet: 1- Düşmanlık. 2- Hınç, kin.

teârüf: Tanışmak.

teâvün: Yardımlaşmak.

tefrik: Ayırt etme, ayırma.

a’dâ: Düşmanlar.

muhasamet: Düşmanlık beslemek.

kabâil: Kabileler, aşiretler.

tavâif: Taifeler, milletler.

tenâkür: İnkâr etmek

tehâsum: Husumet ve düşmanlık etme.

Bediüzzaman Said NURSÎ

22.06.2007


Tevhid dîni -2-

—Dünden devam—

Tevhid ilk insanla son insanı birbirine bağlayan sistemdir. İlk insana ne emredilmişse, son insana da o emredilmektedir. İlk insan da aynı kaynağa bağlıdır, son insan da. Bu bakımdan, sonradan gelen insanlar, kendinden önceki insanların koydukları hükümlere bağlı olmaktan kurtulduğu ve böylece önceden ve sonradan yeryüzüne gelmiş olmak aralarında bir adaletsizliğe yol açmadığı gibi birbirlerine tarih boyunca uzanan kopmaz bir bağla da bağlanmış durumdadırlar. Bu bağ, Allah’ın bütün insanlara uzattığı bir bağdır. Bu Tevhid bağına tutunanlar hangi dönemde ve yeryüzünün hangi parçasında yaşamış olurlarsa olsunlar birbirleriyle kardeştirler. Bu, kan, zaman ve yer gibi ârızî bağların sebep olduğu bir kardeşlik değil, ebediyete kadar uzanan kesilmez bir kardeşliktir. Bu Tevhid Dini’ne tutunmayanlar birbirleriyle aynı ana babadan doğmuş, aynı yerde ve aynı zamanda yaşamış da olsa kardeş olamazlar. Çünkü, bu kardeşlik belli bir zaman için belli bir yerde var olan ve sonra ebediyen kaybolan bir kardeşlik değil, yaratılışından bu yana var olan ve sonsuza değin varlığını sürdürecek olan kopmaz bir kardeşliktir.

Bu tevhid, insanlar arasında, yüzyıllar arasında ve bölgeler arasında yapay ayırımlara izin vermez. Çünkü, bunlar insanın elinde değildir. İnsanın doğduğu yer, doğduğu çevre, doğduğu zaman ve şekli konusunda hiçbir tesiri yoktur. Eğer, bu tür özellikler insanlar arasında ayrıma yol açarsa, bu kuşkusuz çok büyük bir suç demektir. Oysa, Tevhid tek Allah’ın dini olarak adalet temeli üzerine oturur. O, bu tür ayırımları bir anlaşma, tanışma aracı ve Allah’ın gücünü, ilmini ve rahmetini gösteren âyetler olarak kabul eder.

Tevhid bir yandan olumsuz bir öğeye (inkâr) dayanırken, öte yandan olumlu bir öğeye (kabul) dayanmaktadır. Allah’tan başka her gücü, her kudreti, her ibadet edilecek nesneyi (bu nesne ister güneş, ister ay, ister insan, ister melek, ister cin, ister başkalarının arzusu olsun) inkâr etmek, Tevhid’e açılan ana kapıdır. Kabul ediş ve uygulayışta (iman ve amelde), bu kapı açıldıktan sonra, Tevhid’in pozitif öğesi kendini gösterir ki, bu da ibadet edilecek tek varlık olarak Allah’ı kabul etmek ve bu kabul ediş çerçevesinde hayatı düzenlemek demektir.

“Dinde zorlama yoktur, doğru yol yanlış yoldan ayrılmış bulunmaktadır, artık kim taguta küfreder ve Allah’a inanırsa, kuşkusuz kopmaz bir ipe sarılmıştır.”5

Tevhid Dini, iman ve amel gibi bir ayrım yapmaz. Kur’ân âyetleri Tevhid’in temeli olarak “tek Allah’a ibadet etme”yi öngörür. Tek Allah’a ibadet ise hiçbir zaman “İnanıyorum” demek ve inanmakla yerine getirilecek bir şey değildir. Tek Allah’a ibadet etmek, hayatı Allah’a iman temeli üzerine kurmak ve bu imanın gerektirdiği biçimde yaşamak demektir. Allah’a iman ettiğini söyleyip, sonra Allah’tan başka nesnelerin dinlerine uymak ve bu dinlerin hükümleri doğrultusunda yaşamak, hiçbir zaman Allah’a ibadet etmek değildir ve Tevhid Dini’ne uymaz.

Tevhid Dini, göklerle yeri, ilk insanla son insanı, nesilleri ve asırları, kısaca Allah’ın her şeyi birbirine bağlayan ve bütün kâinatta şaşmaz bir adaleti, batıl karışmamış bir Hakk’ı, bozulmaz bir sulh ve sarsılmaz bir düzeni hâkim kılan evrensel sistemin kendisidir. O ne yalnız gökler, ne yalnız yer içindir; bütün kâinat için, zerreden küreye bütün varlıklar içindir.

“Cenâb-ı Hakka mahsus taklidi mümkün olmayan en bahir Tevhit sikkesi ve mühürlerinden biri, gayr-ı mâdut muhtelif eşyayı basit bir şeyden halk etmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce enva, muhtelif nebâtât, gayr-i mütenâhî bir kudretle, bir ilimle, pek büyük bir ittikan, bir suhûletle yaratılmakta olduğu, Tevhid’in öyle bir bürhanıdır ki, hem taklidi, hem tenkidi imkân haricidir.”6

Tevhid inancında tüm kâinat, canlı bir varlıktır. İçindeki bütün varlıklar, bütün olup bitenler ve bütün parçalarıyla bütün bir varlıktır. Tevhid bütün bir varlık olan bu kâinatın dinidir. İnsandan başka kâinatın her ögesi, her bir parçası ister istemez bu dine tabidir. Tevhid, kâinatı insanların kullanımına vermiştir. Tevhid inancının içinde dünya-âhiret, ruh-beden, din-dünya, madde-mânâ, ideal-gerçek, tabiat-tabiat ötesi şeklinde çelişkiler olmadığı gibi yasal, toplumsal, ırkî, bölgesel, genetik ve hatta ekonomik çelişkiler de barınamaz.

Tevhid tek bir güce bağlanmayı gerektirdiği için inancın, ibadetin, umut, amaç, korku, rica ve bağlanışın tek kaynağı da Allah’tır. Tevhid bağlıları Allah’tan başkasından yardım dilemez, O’ndan başkasının önünde eğilmez, O’ndan başkasından imdat beklemez, O’ndan başkasının emir ve yasaklarına boyun eğmez, O’ndan başkasından korkmaz... Kâinattaki her şeyin kaynağı, yörüngesi ve merkezi O’dur. Yani tek ve Mutlak İradedir.

Tevhid Dini insanı bağlayan özgürlüğünü, yüceliğini, kerem sahibi oluşunu, en güzel şekilde ki yaratılışını, vakarını ve onurunu yok eden bütün zincirleri kırıp atar.

“Tevhid ile bütün eşyayı, Vahid-i Ehad’e isnad etmediğin (dayandırmadığın) takdirde, âlemde bulunan bütün efradın mazhar oldukları tecelliyât-ı İlâhiye adedince ilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. Evet, gözünü şemsten yumduğun ve timsâlleriyle irtibatını kestiği zaman, timsâllerine mâkes olan şeylerin adedince hakikî şemslerin vücudunu kabul etmeye mecbur olursun.”7

—SON—

Dipnotlar:

5- Bakara Sûresi: 256

6- Mesnevî-i Nuriye, s. 184

7- Mesnevî-i Nuriye, s. 205

M. Fahri UTKAN

22.06.2007


İyiliklerdeki lezzet

“Amerikalı bilim adamları yardım kuruluşlarına bağış yapan insanların beyinlerinde, en sevdiği yemeğin veya çikolatanın yendiği zaman aktif hale gelen bölgelerin yine aktif hale geldiğini tespit etti. Bu bulgudan yola çıkan bilim adamları yardım etme hissinin beyinde zevk hissi veren sinir uçlarını harekete geçirdiğini söylüyor.”

(Sabah, 18.6.2007)

Tespit, İslâmın, insanlığın ‘fıtrat dini’ olduğunun da bir ispatı. Zira İslâmı’n da emrettiği yardım etme, sadaka ve zekât verme gibi bütün hayır ve iyilikleri işleyip de zevk duymayan olmasa gerek.

Bu konuyla ilgili Bediüzzaman Hazretlerinin de ilginç bir tespiti vardır:

“Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir.” (28. Lem’a’nın 22. Nüktesi)

Demek ki, yapılan iyilikler, insana peşin bir mükâfakat bahşetmektedir. Benzer şekilde, işlenen kötü fiiller ise, peşin bir cezayı beraberinde getirmektedir. Bediüzzaman her iki şıkkın örneklerini, çok açık bir şekilde 28. Lem’a’nın 22. Nüktesinde verir. Dileyenler oraya bakabilir.

Haberde, ‘yardım etme’ fiilinin, beyinde zevk hissi veren sinir uçlarını harekete geçirdiği söylenmiş. Bunun, Yaratıcı tarafından insana verilen ‘peşin bir mükâfat’ olduğu düşünülebilir.

Aslında bütün iyiliklerin kaynağı olan imân, insanın sürekli zevk almasını sağlar. Bunun içindir ki, “İmân bu dünyada dahi manevî cennet lezzetlerini tattırır” denilmiştir. Yine “Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır” denilmesi de bundandır.

Bediüzzaman, yardım etme fiilinin temelinde yatan ‘merhamet/acıma’ duygusu kullanımının, insana ahiret sevabını hissettirecek derecede büyük bir zevk verdiğini söyler. Hatta bazen öyle lezzet verir ki, bu duygu, meselâ bir annede yavrusu için hayatını feda edecek dereceye varır. Gerçekten de annenin yaptığı bu fedakârlık, başka ne ile izah edilebilir?

Görülmektedir ki, aslında Rabbimizin biz kullarından istedikleri, yaratılışımıza da uygun olan şeylerdir. Ki, biz bunları yaptığımızda ‘zevk’ de duyarız.

Öyleyse buradan, şöyle bir tevhid nurunun parladığını da söyleyebiliriz: İnsanlara yardımda bulunmamızı isteyen Zât kim ise, yardım ettiğimizde bize zevk ve lezzeti veren de o Zât olmalıdır.

İsmail TEZER

22.06.2007


Kuyuda can pazarı

Adamın biri aslandan kaçarken, kuyuya düştü.

Onu kovalayan aslan da kuyuya onun üzerine düştü.

Daha önceden kuyuya düşen bir ayı da kuyunun dibinde bulunmaktaydı. Ayı yeni misafirlerini sevdi.

Aslan ayıya dedi ki:

“Ne zamandan beri buradasın?”

Ayı: “Bir kaç günden beri buradayım. Açlıktan ölüyorum.” diye cevap verdi.

Aslan: “Yiyeceğimiz var. İşte şu adam! Gel onu yiyelim de, açlığımızı giderelim” dedi.

Ayı:“Sözlerinde doğruluk payı yok sayılmaz; onu yiyelim. Peki! Ama tekrar acıktığımızda ne yapacağız?” dedi.

Aslan cevap veremedi. Ayı devam etti:    “En doğrusu biz bu adama, kendisine hiçbir zarar vermeyeceğimize dair yemin edelim. O bizim kurtulmamız için çareler arasın. Çünkü o, çare bulmak için bizden daha yeteneklidir. Dışarıda nasıl olsa karnımızı doyururuz.” dedi.

Aslan:

“Haklısın dostum.” Diye cevap verdi.     

Bunun üzerine ayı ve aslan, adama hiçbir zarar vermeyeceklerine dair söz verdiler. Adam da bir çare buldu, kuyudan çıktı, onları da kuyudan çıkardı.

Süleyman KÖSMENE

22.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004