Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Büyükanıt’ın açıklamalarında dikkatimi çekenler

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dün Eğirdir’de düzenlediği basın toplantısında dikkatimi çeken iki husus oldu.

Birincisi, Orgeneral Büyükanıt’ın teröre karşı yürütülmesi gereken “psikolojik harekâtta eksiklikler olduğu” görüşü.

Orgeneral Büyükanıt, “Terörle mücadelede kamuoyu desteği sağlamak açısından basının fonksiyonu tanktan, toptan, makineli tüfekten çok daha önemli” diyor.

Şehit haberlerini bu görüşe kanıt olarak göstererek, “Gazetenin başlığında deniliyor ki 5 şehit. Ama haberi okuduğunuzda anlıyorsunuz ki 8 terörist etkisiz hale getirilmiş” diye devam ediyor.

Bunu duyunca bazı gazetecilerin, “Şehit haberlerini fazla büyütmeyelim” sözlerini hatırladım.

(...)

Orgeneral Büyükanıt ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un açıklamaları arasında dikkatimi çeken ikinci husus ise, 2009’dan itibaren terörle mücadelede kullanılan komando birliklerinin tüm mensuplarının profesyonel askerlerden oluşturulacağı.

Bunun gerekliliğini yazdığımda kalem kâğıda sarılarak bana küfürler yağdıranların şimdi ne düşüneceklerini gerçekten merak ediyorum.

Demek ki neymiş? Terörle mücadelenin şartlarına uygun profesyonel birliklerin çok daha önceden oluşturulması gerekiyormuş!

Hürriyet, 28 Haziran 2007

Mehmet Y. YILMAZ

29.06.2007


 

‘Uzlaşma’ kelimesi bir kere bile anayasada geçmiyor!

Anayasa Mahkemesi ‘ 367’ konusundaki gerekçeli kararını nihayet açıkladı. Teknik ayrıntıları geçelim ve kararın esasını oluşturan kavrama gelelim.

Nedir bu kavram? “ Uzlaşma “!

Karar o biçimde (“ 367 gereklidir “) çıkmış, çünkü cumhurbaşkanı seçiminde uzlaşma gerekliymiş. Uzlaşmanın somut göstergesi ise 367 (yani üçte iki çoğunluk) milletvekilinin ilk iki turda salonda hazır bulunmasıymış. Anayasa böyle diyormuş. Peki bu gerçek mi?

Yani şu anda yürürlükte olan 82 Anayasası gerçekten de uzlaşmadan söz eden bir metin mi? Bugün kullandığımız “uzlaşma” kelimesine eskiler “mutabakat” derdi. Batı’da ise “konsensüs” ( consensus ) deniyor.

O halde gelin anayasayı tarayalım. Bakalım hangi maddelerde uzlaşmadan söz ediyor?

Tarıyoruuuz ve... Ama o da ne?

“Uzlaşma” kelimesi anayasada yok.

Yani anayasanın hiçbir maddesinde “ Uzlaşmayla... Uzlaşılır... Uzlaşma gerekir... Uzlaşmayla belirlenir... “ gibi bir ibare yok.

Yoksa uzlaşma değil de “mutabakat” mı kullanılmış? Bu kez de “mutabakat”ı tarıyoruz 177 maddelik anayasada. Aaaa, o da yok. “ Mutabakat gereklidir. Mutabakata varmak. Mutabık kalmak. Mutabık olmak... “ Hiçbiri yok!

Koskoca Anayasa Mahkemesi uyduracak değil ya... Yoksa kelimenin Frenkçesi mi kullanıldı? Yani “ Konsensüs gerekir... Konsensüs şarttır... Konsensüse varmak için... “ ve benzeri bir ibare? Onu da tarıyoruz: Yok!

Anayasanın hiçbir maddesinde “uzlaşma” ya da “mutabakat” ya da “konsensüs” geçmiyor.

Şimdi gelelim can alıcı soruya: Nasıl oldu da Anayasa Mahkemesi, metnin hiçbir yerinde yer almamasına rağmen, 367 konusundaki kararını, “uzlaşma” kavramına dayanarak verdi?

Mahkeme ‘teknik’ bir mahkeme değil mi? Yani görevi, kanunların ve diğer bazı uygulamaların anayasaya aykırı olup olmadığına karar vermek değil mi? Peki, uzlaşmadan bir kere dahi söz etmeyen anayasayı yorumlarken, nasıl oluyor da “ Anayasa uzlaşmayı şart koşuyor “ diyebiliyor?

Lafı uzattım, sadede geleyim: Tek tek üyelerinin görüşlerini bilemem ama Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı “teknik” değil “ siyasi “dir.

Çünkü karar, anayasada yer almayan, bir kere dahi geçmeyen bir kavrama dayanarak verilmiştir. Peki bu nasıl mümkün oldu?

Sayalım:

1) “Uzlaşma” çok partili siyasi düzenin sihirli kelimelerinden biridir. Karar gerekçesinde o kelimeden söz ettiğinizde birçok vatandaş, “ Tabii yaa, uzlaşma iyidir “ diyecektir; mevcut anayasada yeri olmasa da!

2) Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa Mahkemesi’ne “ iktidar karşısında ‘ denge rolü ‘ oynaması “ gerektiğini söylemiştir. Halbuki mahkemenin böyle bir görevi ve işlevi yoktur. Bu işlev ona dışarıdan atfedilmiştir.

3) CHP Başkanı Deniz Baykal, “ Karar bu yönde olmazsa, ülkede çatışma çıkar “ diyerek mahkemeye şantaj yapmıştır.

4) 27 Nisan gecesi yayınlanan “ imzasız “ Genelkurmay bildirisiyle ne şekilde karar alınması gerektiği satır arasında mahkemeye empoze edilmiştir.

Anayasada yer almamasına rağmen dayatılan “uzlaşma” kavramının mevcut siyasi tablodaki anlamı şudur:

“ Madem bizim siyasi uzantımız olan Deniz Baykal’ın uygun gördüğü bir kişiyi aday göstermiyorsun, o halde cumhurbaşkanını seçemezsin. “(...)

Sabah, 28 Haziran 2007

Emre AKÖZ

29.06.2007


 

Rejim korkusu ve kanas

11 kilogram C-3 tipi plastik patlayıcı...

1 adet Kanas tipi dürbünlü tüfek...

1 adet Kalaşnikof otomatik tüfek...

1 adet av tüfeği... M-16 mermileri....

10 MKE yapımı savunma ve taarruz tipi el bombası. 2 MKE yapımı olmayan el bombası...

Gaz bombası.... Sis bombaları... 210’ar gramlık 12 TNT düzeneği...

6 adet yarımşar kiloluk TNT kalıbı...

1 adet 1.5 kilogramlık TNT kalıbı...

1 kilogramlık tahrip kalıbı...

Naylon torbada ateşleme mühimmatı...

1 adet patlayıcılı imha kiti...

Normal tipte kapsül...

İnfilak kapsülleri...

Patlayıcı düzenekleri hazırlamada kullanılan saniyeli fitiller...

İnfilak (patlamalı) fitilleri....

Bunlar ne?

Emekli binbaşı Fikret Emek’in evinde bulunanlar.

Emekli binbaşı Fikret Emek kim?

Ümraniye’de bulunan bombalar soruşturması nedeniyle tutuklanan emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in bağlantısı...

İkisi de emekli...

Basına bakılırsa ikisi de Özel Harpçi.

Bir de Kanas tipi dürbünlü tüfeğin ‘suikast silahı’ olarak anıldığını vurgulamak gerek...

***

‘Yüzbaşıdan sonra binbaşı bombası’ başlığıyla haberi manşetten veren Milliyet gazetesinde yukardaki dökümün yer aldığı sayfada gene Şemdinli ile de ilgili bir haber daha yer almaktaydı..

Şemdinli’de ‘bombacı’ astsubaylara ceza veren mahkeme için Adalet Bakanlığı soruşturma açtırmıştı...

Hoş, star bu haberin bakanlıkça yalanlandığını yazıyordu ama...

Askeriye için iddianame yazan bir savcıyı meslekten men eden bir anlayışın hüküm sürdüğü bir ülkede her şey olabilirdi...

Mahkemeye soruşturma açılabilir, hatta mahkeme üyeleri kitapçıyı bombalamadan tutuklanabilirdi.

***

Bu arada ilginç bir ankete gözüm ilişti.. İki bin dört yüz kişi arasında yapılan kamuoyu yoklamasına katılanların yüzde kırkı ‘rejim’ konusunda endişe beyan ediyordu.

Özel harpçi emekli bombacılardan dolayı mı?

Mantar gibi büyüyen ve ortalığı kaplayan para militer örgütlerden mi?

Şemdinli sonrası gelişmelerden mi?

Cinayetlerden mi?

Muhtıradan mı?

Hayır...

AK Parti’nin rejimi değiştirme ihtimalinden.

***

‘Yüzbaşıdan sonra binbaşı bombası’ haberi...

Cumhuriyet gazetesine atılan bombalardan Danıştay baskınına...

27 bombalı astsubaydan Muzaffer Tekin’e...

Muzaffer Tekin’den emekli binbaşı Fikret Emek’e...

Uzanan bir olaylar zinciri.

Bunlar normal mi?

Tabii ki değil...

Ama nedense medya, bu garipliği gerektiği gibi görmemeye devam ediyor.

AK Parti’nin rejimi değiştirme endişesi taşıyanlar için bile, bu bombalı ilişkiler ağının garipsenmesi gerekmez mi?

Ve buna göre davranılması.

***

Ne yazık ki...

Türkiye siyasî bir ülke...

Hukukî bir ülke olsaydı...

Meşrebe göre değil...

Hukukun tehlikede olup olmamasına göre korkardık.

Hukuku yok edenler, toplumu tehdit eden bir tehlike olarak görülürdü...

Ama galiba hâlâ siyasetten hukuka pek gelemiyoruz.

Hukukun darbeler alması bizi hiç korkutmuyor.

Star, 28 Haziran 2007

Mehmet ALTAN

29.06.2007


 

Sözde demokrat

(..)

Türkiye bir hukuk devletidir ve yargı bağımsızdır.

Ancak, hükümet, Genelkurmay’ın da tepki duyduğu ve üst mahkemenin alaycı mütalaa ile müdahale ettiği, abartılı bulunan bir mahkeme kararı yüzünden, daha önce savcıyı görevden atması yetmezmiş gibi, şimdi de mahkeme heyetine idari bakımdan vurmaktadır.

Ve bu hükümet, kendisine darbe tehdidinde bulunanlar karşısında bize, sözde demokrat olduğunu üfürmektedir.

(...)

Türkiye bir hukuk devletidir; parlamenter demokrasidir, silahlı kuvvetler ile emniyet güçlerinin konumu bellidir.

Lakin, bir yandan terörün mayınıyla, bombasıyla, pususuyla mücadele ettiğini düşündüğümüz devletin bağrından, bizzat kendileri de bomba biriktiren eski askerler fışkırmaktadır.

Bunlar ya hakikaten emekli, malulen emekli, emekliye ayırılmış ve rütbeleriyle anılan, ama başka türlü ast üst ilişkileri de oluşmuş kişilerdir; yahut, kimileri de yakalanınca atılmakta, ilişkileri, ilişikleri kesilmektedir.

Peki nedir bunlar?

Kimdir?

Ankara, İstanbul, Bursa ve Eskişehir’de ortaya çıkan bomba, fünye, patlayıcı koleksiyonları ne tür bir eser ircaı için oluşturulmuştur?

Bu bomba koleksiyoncuları ile aynı siyasal, ideolojik, mitingsel koşturmacalara girenler, sivil toplum şeyleri, gazeteci abiler, parti bişeyleri ne düşünmektedir?

Biraz fazla sayıda emekli, zoraki emekli, zorla emekli mensubunda ordu malı, NATO malı patlayıcılar çıkan ve terörle mücadele halindeki Silahlı Kuvvetler nasıl yorumlamaktadır?

Sabah, 28 Haziran 2007

Umur TALU

29.06.2007


 

AB’yi niçin istemiyorlar?

Avrupa Birliğinde Türkiye’nin yoluna taş döşeyen Sarkozy’ler ile Türkiye’de ‘demokrasi düşmanları’ el ele mi?..

Bu köşede dünkü yazım buna benzer bir soruyla başlıyordu. Sonunda ise Fransız Le Monde gazetesinde çıkan bir yorumdan alıntı yapmıştım.

ABD ile AB’den sıtkı sıyrılan Türk ordusunun alternatif ittifak arayışı içinde olduğunu, bu çerçevede Rusya ve İran’a da yöneldiğini öne süren ilginç bir yorumdu bu.(x)

Bu konuyla ilgili olarak yine dünkü yazımda, iki emekli orgeneralin Londra’da, İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği’ndeki bir konferansta yaptıkları konuşmalara yer vermiştim.

Biri, 2003-2004 darbe tertipleriyle ilgili iddiaların en ön sırasında yer alan dünün Jandarma Komutanı, bugünün Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Şener Eruygur Paşa’ydı.

Öteki, Milli Güvenlik Kurulu’nun eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa’ydı.

Bu arada hatırlatmakta yarar olabilir. Her iki paşamız da Türkiye’nin AB üyeliğini kararlıkla savunanlara vatan haini gözüyle bakabiliyorlar.

Emekli orgenerallerin Londra konuşmalarında öne çıkan bir nokta vardı:

Türkiye’nin AB’ye sırtını dönmesi, hatta NATO’dan ayrılması ve Rusya’ya, İran’a, Çin’e yönelerek mümkünse ‘alternatif ittifaklar’a açılmasıydı. (Böylesi ittifak arayışlarının zemini, olabilirliği elbette bir başka konu...)

Ve anımsatmıştım:

Tuncer Kılınç Paşa’nın bu görüşü yeni değildi. Orgeneral olarak MGK Genel Sekreterliği koltuğunda otururken, basının önünde de Türkiye için bu gibi ittifak arayışlarını belirtmişti.

Neden AB’yi değil de Rusya’yı, Çin’i, İran’ı istiyorlar?

AB’de demokrasi var!

Diğerlerinde yok!

Bunun için istiyorlar.

Bu yanıt ilk bakışta fazla yalın gözükebilir. Ama özünde doğru bir yanıttır.

AB’ye hayır diyerek, hatta NATO’dan çıkmayı tasarlayarak Rusya’ya, Çin’e, İran’a, bir başka dünyaya yönelmek isteyenler, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’de demokrasiden kaçış halinde olanlardır.

Evet, demokrasiden kaçıyorlar!

Seçim sandığına inanmıyorlar.

Çünkü, sandıktan irtica ve karşı devrim çıkıyor diye düşünüyorlar.

Hukukun üstünlüğüne inanmıyorlar.

Çünkü hukuk ve insan hakları çok fazla abartılırsa, bundan bölücülük ve Kürtçülük kazanıyor diye düşünüyorlar.

Bu yüzden diyorlar ki:

Türkiye’nin çıkarı Batı’daki demokrasilerle değil, Doğu’daki otoriter rejimlerle yeni arayışlardan geçer. Bu görüş sahipleri milliyetçilik bayrağını yükseltiyorlar. Bunun için bir yandan CHP’yi, öbür yandan MHP’yi parlatıyor ve destekliyorlar.

Bunu açıkça yapıyorlar.

Hedefleri sır değil:

CHP-MHP koalisyonu!

Böyle bir milliyetçiler koalisyonu ile Türkiye’nin, özellikle AB çerçevesindeki olayların akışıyla rota değiştireceğini düşünüyorlar.

Sarkozy’ler AB yoluna taş koymaya devam ettikçe, Türkiye’nin zamanla sırtını AB’ye döneceğini, Doğu’da, ‘yeni bir dünya’da kendine daha sağlam bir yer edineceğini düşünüyorlar.

Doğu’nun otoriter kapitalist ülkeleri ile yeni bir dünyada buluşacak Türkiye’nin yine istikrar içinde yaşayabileceğini, örneğin Çin gibi yabancı sermaye çekebileceğini düşlüyorlar.

CHP ile MHP’de, Türkiye için böylesine yeni dünya hayalleri kuran ideologlar da eksik değil.

Göremedikleri bir şey var:

Demokrasiden kaçış ve Doğu’da yeni dünya arayışları, Türkiye’yi fena halde istikrarsızlığa itecek ve ‘bölücü tehlikeler’e çok daha açık hale getirecek bir ‘tuzak’tır. AB’deki Sarkozy’ler ile birlikte ABD ve İsrail’deki neo-con’ları da işin içine katarak, Türkiye’ye kurulmak istenen tuzağa yarın da devam...

x Daniel Vernet, Le Monde, 20.06.07; Türkçesi: Radikal, 21.06.07, s. 10

Milliyet, 28 Haziran 2007

Hasan CEMAL

29.06.2007


 

Başörtülü okumak istiyorlar

Dün İmam Hitap Lisesi 9. sınıf öğrencisi yaş ortalamaları 16 olan 7 türbanlı öğrenci ile yapılan fokus grup çalışmasının medya kullanım alışkanlıklarına yönelik sonuçlarına yer verdim...

Aynı araştırmada Şafak Şahin türbanlı gençlerin eğitim, giyim ve çeşitli tüketimlerine yönelik de sorular sormuş.

İşte ilginç sonuçlar:

Hepsi liseden sonra eğitime devam etmek istiyorlar ancak türban yasağı yüzünden endişe duyuyorlar. Okumak istedikleri bölümler arasında psikoloji, tarih öğretmenliği, tıp öne çıkan bölümler arasında. Korkuları; türbanın üniversitelerde yasak olmasından dolayı yurtdışında okumak zorunda birçok kişiyi tanımalarından ve kendilerinin de böyle yapmak zorunda kalabilme endişesinden kaynaklanıyor. Bosna Hersek ve Mısır’daki El Ezher üniversiteleri alternatif olarak düşünülüyor.

Çoğu ilkokul döneminde kapanmış. Liseye girmesine yakın dönemde kapanan katılımcılar, okul öğretmenlerinin veya bazı arkadaşlarının tepkisiyle karşılaşmışlar. Türban yasağı nedeniyle okulda peruk takan bazı kızların ve bazı üniversiteye gidip perukla derse giren ablalarının peruk seçimi ve kullanımı konusunda aşırıya kaçtıklarını düşünüyorlar.(...)

Tıpkı peruk gibi, kozmetik ürünlerinin kullanımını da onaylamıyorlar.(...)

Başı açık arkadaşlarının kendileriyle ilgili herhangi bir önyargıları olmadığını belirtiyorlar. Aynı zamanda; kendileri de başı açık insanlara karşı oldukça hoşgörülü olmalarına karşın, türbanlı olup da biraz açık giyinen veya makyaj yapıp, güzel gözükmeye çalışan kadınlara karşı daha tepkililer.

Türbanlıların giyim tarzı, davranışları ve tutumlarının tüm türbanlılar hakkında toplumda bazı olumsuz yargılara neden olduğunu düşünüyorlar. Ve diyorlar ki “Üstü Mekke, altı Paris oluyor.” Giyim kuşam alışverişi konusunda oldukça zorlanıyorlar. Özellikle kıyafete uygun bone, türban ve üst giyim seçiminde çok fazla alternatif var ve karar verme konusunda oldukça zorlanıyorlar.(...)

Gördüğünüz gibi Türkiye’de İslami hayat tarzı da değişiyor, modernleşiyor ve küreselleşmenin her trendinden etkileniyor. Konuşulan kişilerin sadece 16 yaşlarında olduklarını unutmayın... Neredeyse bu kızlar türban tartışmasında büyümüşler...

İslâmın dışa dönük simgelerine bakarak “öcü, böcü” edebiyatı yapmadan önce onları anlamaya çalışmak en doğrusu... Bu ülkede birbirimizi anlamadan, birlikte yaşamamız mümkün değil... Her şeyin başı birbirini anlamak...

Bugün, 28 Haziran 2007

Ali Atıf BİR

29.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004