Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar için bir delil de, insan neslini dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.

Yâsin Sûresi: 41-42

05.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz Allah'tan dilekte bulunduğunda bolca istesin. Çünkü Rabbinden istemektedir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 307

05.08.2007


Kanun namına kanunsuzluk, umumî musîbet sebebidir

Risâle-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusurâtına tokat gelir; hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”

Elcevap: Memur olmayan, veya hususî, şahsı itibarıyla hiyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevî vukuât pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hiyanet eden, ilişen, o memlekete, o biçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa “Zulüm devam etmez, küfür devam eder” kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri—büyük olduğu için—ahirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tâcil edilmez.

Emirdağ Lâhikası, s. 68

***

İkinci suâl: Niçin gâvurların memleketlerinde, bu semâvî tokat, başlarına gelmiyor; bu bîçare Müslümanlara iniyor?

Elcevap: Büyük hatâlar ve cinâyetler, tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinâyetler, tâcil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün cinâyetlerinin kısm-ı âzamı, mahkeme-i kübrâ-i haşre tehir edilerek, ehl-i imânın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir.

Üçüncü suâl: Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumi musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir.

(...)

Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatâlara hususi ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvâfık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Sözler, s. 158-159

Lügatçe:

maîşet: Geçim.

tâcil: Çabuklaştırma, acele ettirme.

kısm-ı âzam: Büyük kısım.

mahkeme-i kübrâ-i haşr: Büyük Haşir mahkemesi.

eşhâs: Şahıslar.

ekseriyet: Çoğunluk.

nâs: İnsanlar.

iltizâmen: Taraftar olarak, gerekli görerek.

iltihâken: Karışarak, katılarak.

musîbet-i âmme: Umumi musibet.

cemâl-i rahmet: Rahmetin güzelliği.

şümûl-ü kudret: Kudretin kuşatıcılığı, genişliği.

muvâfık: Uygun.

Kadîr-i Zülcelâl: Celal sahibi ve herşeye kâdir olan Allah.

hilâf-ı hikmet: Hikmete zıt.

hilâf-ı hakikat: Hakikate zıt.

münezzeh: Kusur ve noksanlardan uzak, arınmış.

ayn-ı hikmet ve adâlet: Adalet ve hikmetin ta kendisi.

Bediüzzaman Said NURSÎ

05.08.2007


“Risâle-i Nurların neşrinde çok kolaylıklar gördük”

—Dünden devam—

İzmir’de ilk hizmetler

Oradan kalktım, Abdurrahman Cerrahoğlu Ağabeye gittim, tanıştık. O zaman daha Latin harflerle Risâle baskısı yoktu. Fakat ben Osmanlıca’da bilirdim, okur ve yazardım. Bana teksir bir kitap verdi, mürekkebi dağıtmış bir kitap. “Ciltli kitap yok mu Abdurrahman Ağabey?” dedim. “Kalmadı yakında gelecek” diye cevap verdi. Bir iki hafta sonra bütün külliyatı, ama ne varsa, müdafaalar dahil hepsini aldım. Müdafaalar da ciltliydi. Tek taraflı sayfa baskısı vardı o zaman. Hepsi Osmanlıca. Hutbe-i Şâmiye, Münâzarât da var içinde. Ben geldim eve; nedense Mektubât’tan başladım okumaya. O zaman Mektubat iki cilt. Üstad, hocalara Zülfikar’ı tavsiye edermiş, ama daha biz oraları bilmiyoruz ya. Mektubat’ı gözden geçirirken, 15. Mektub dikkatimi çekti. “Sahabeler hakkında görüşü nedir acaba, ehl-i sünnet’e uygun mu, değil mi?” diye baktım; tam ehl-i sünneti savunuyordu orada Üstad.

Bu arada ben, bir taraftan, Manisa’nın eski müftüsü Edipzade Ahmet Efendi’den sarf nahiv, yani Arapça çalışıyordum. Hafta sonları Kestanepazarı Camii’ne gidiyor, Arapça okutan hocaları dinliyordum. Her hafta sonu mutlaka Kestane Pazarı’na gidiyordum. Şaban Düz Hocayla da o zaman tanışmıştık, yakınlarda daha yeni vefat etti, Allah rahmet etsin. Hem Salih Efendiden, hem Ali Efendiden ders alıyor, hem de aşağıdakilere ders okutuyordu. (...)

Manisa’da kısa süren vaizlik

Artık biz Manisa’da kalmıştık. Beni Erzurumlu değil de, ismimiz bu hizmette orada çıktıği için Manisalı bilirlerdi.

Bir ara, bizim sarf nahiv okuduğumuz Manisalı eski müftü Edipzade Ahmet Efendi aylığını almak için Manisa’ya gelmiş. Bana haber salmış, gittim. “Gel seninle müftülüğe gidelim” dedi. Gittik, müftüye bizi anlattı; “Her camide konuşabilir” dedi. Müftü de bizi imtihan etmeden hemen vazife verdi.

Ben, Cuma vaazlarında kitapları çıkartmadan, âyet-hadis okuyarak, hocaların tarzında, risâlelerden nakiller yaparak konuşuyordum camide. Ramazan yaklaşmıştı; bir ikindiden sonra vaiz diye bizim ismimizi yazmışlar. Cuma günü cemaate dedim: “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin çok kıymetli kitapları var, onlardan okuyacağım.” Bir müddet öyle devam ettik. Sonra bir gün, bir arkadaş beni bir Cuma günü başka bir camiye dâvet etti. Orada âhirzaman hâdisâtı ile ilgili bazı şeyler söyleyince, beni mahkemeye verdiler…

* Dağıttığınız Risâle-i Nurlar nereden geliyordu?

-İstanbul’dan geliyordu. Daha Latin harfine geçilmemişti; Osmanlıca, ciltli teksirler vardı. Isparta’dan da gelirdi. Mustafa Ezener Ağabey Mersin’de Gençlik Rehberi’ni bastırmış; Antalya’da İleri Matbaası’nda Hutbe-i Şâmiye basılmış; İstanbul’da Zübeyir Ağabey’in Konferans’ı teksir edilmiş; Samsun’da Büyük Cihad Matbaası’nda da “Küçük Sözler” basılmıştı. İşte oralardan geliyordu kitaplar. Ağrı’da Mesuliyet Gazetesi vardı, o da tefrika ediyordu Nurları. İlk basılan teksir kitaplar, biraz mürekkebi filan taşmış, 3. hamura basılmış kitaplardı. Ama sonradan fevkalâde düzene girdi bunlar.

Kitapları sakladığım yer ise; Manisa’da iken, en evvel Mesut’un babası Hacı Ekber Ağabey'de… Sonra yurtdışında çalışmış Hamdi Kumbaracı vardı; O, Vakıflardan Muradiye Camii’ne yakın bir yer tutmuş, yorgancılık yapıyordu. Gelen kitapları kasalarla onların deposuna koyuyorduk. Hem orası garaja yakındı, bundan dolayı benim için de kolaylık oluyordu. İzmir’de de Gönen Palas’ta; Mehmed Metin, otelinin alt katında bana bir oda vermişti, kitapları orada depoluyordum. Orası da o zamanki Basmane garajina yakındır zaten. İşte oralardan Tire, Bayındır.. Her tarafa gidiyordum. Allah kolaylık veriyordu. (...)

* Gerek Üstad Hazretleri hayatta iken, gerekse daha sonraları, senelerce bütün Türkiye’yi dolaştığınızı; kitapları insanlara okuyarak tanıttıktan sonra neşrettiğinizi biliyoruz. Tamamını olmasa bile, seyahatlerinizden birkaç örnek anlatır mısınız?

-1955 senesiydi, daha o zaman henüz yeni harflerle Risâleler basılmamıştı. Onlar 1956’da basılmaya başladı. Manisa’da hapis yattığım zaman, şimdi Nazilli’den tanıdığınız Ertuğrul Öztürk Bey’in dedesi elli lira harçlık bırakmıştı. Ben de Astsubay Muzaffer Erdem’le beraber “Ramazanda Bursa’ya gidelim” diye kararlaştırdık. O, oradan evliydi. Haberleştik. Muzaffer Kardeş bana sordu: “Resmî elbiseyle mi geleyim, yoksa sivil mi geleyim?” Dedim: “Resmî elbiseyle gel.” O İzmir’den, ben Manisa’dan Balıkesir’e geçtik. İki tahta valizim vardı, o zaman sapları bile kopmuştu. Çilingir Ramazan Usta vardı. O, vidalı, kopmayacak şekilde, kırk kilo kadar taşıyacak kulplar yapmıştı. Benim, tahmin ediyorum, midemin göğsüme doğru çekilmesi, o kollarımdaki ağır yükten olabilir. Cerrahpaşa’da muayene eden o dekan demişti: “Yaşlanınca herkesinki sarkar, senin miden göğsüne çekilmiş.” Neyse, Muzaffer Erdem’le Balıkesir’den çıktık, Bandırma’ya geçtik, bir iki gün kaldık orada. Edincik, Gönen, Biga, Kemalpaşa… Oralara uğrayarak vardık Bursa’ya. Üstad’la Afyon’da yatan Ali Aktar isminde birisinin adresini almıştık. Orada yorgancılık yapıyormuş, Orhan Camii’ne yakın. Biz Orhan Camii’nde öğleyi kıldık, fakat adam bize sahip çıkmadı. “Kardeşim, çok sıkı, hiç Nurculuktan bahsetmeyin, Hocaefendiyle (Üstad) ben de mektuplaşamıyorum…” Şöyle-böyle dedi, bizi bıraktı gitti. “Yahu bu nasıl Nurcu?” dedik. Caminin önünde Muzaffer Erdem bana dert yanıyordu: “Bu nasıl Nurculuk böyle?” diye söyleniyordu.

Orada seyyar kitapçı varmış, Darendeli Mustafa. “Yahu arkadaşlar nedir derdiniz?” dedi. “Yok, bir şey yok” dedik. “Yok yok söyleyin kimsiniz, necisiniz siz?” dedi. Dedik: “Bu arkadaş Astsubay, ben Manisa’dan seyyar kitapçıyım.” “İyi biz de seyyar kitapçıyız. Nedir meseleniz?” deyince, anlattık. “Yahu siz ne merak ediyorsunuz, verin o kitapları ben satarım.” Dedim: “Bizim kitaplar öyle cami önlerinde sergide satılmaz.” “Eee, nasıl olacak?” “Evini açarsın, tanıdıklarını, yakınlarını dâvet edersin, biz açarız okuruz, kendi elimizle…” “Tamam, ben Yeşil’de oturuyorum, iftara akşam bana gelin, teravihi beraber kılarız, tanıdıklarımı dâvet ederim” dedi. “Tamam uygundur” dedik.

Bir kapı kapandı, Allah başka bir kapı açmıştı bize. O zaman da istiğna düsturuna öyle riâyet ediyoruz ki; düşünün, Mustafa Birlik kurban eti göndermiş, biz de onu geri göndermiştik. Müessiriyet bozulmasın diye, hiç kimsenin çayını çorbasını içmiyoruz. Muzaffer Erdem kayınvalidesine gitti. Ben de lokantada yemek yedim, oradan Yeşil semtine gittik. O arkadaş da bizi hesaba çekti: “Yahu ben sizi iftara bekledim, niye gelmediniz?” dedi. O arkadaşta onbeş gün misafir kaldım ben. Ama hep onda kalmadım, derse gelen arkadaşlardan da her birisi bizi götürdü...

Ali Kulluklar, tapu müdürü.. Kitaplar bitince Muzaffer Erdem’i İstanbul’a gönderdim, iki valiz daha kitap getirttim. Onları da dağıttık. Bir gün o tapu müdürü bizi iftara dâvet etti. Dedi: “Muzaffer Kardeş, benim kaynım Emirdağ’ında savcıdır; onunla görüşmeye gitmiştim de; bana, Üstadı ziyaret ettiğini söyledi. Üstad, ‘Yakında ben Bursa’ya geleceğim’ diye söylemiş. Bekliyoruz ama daha gelmedi Üstad.” Ona dedim ki: “Ben pek tevillerden anlamam, ama Üstad’ın muradı, bu gelen kitaplar olacak herhalde. Üstad her yere gelişigüzel gelmez, gezmez” dedim. Ramazan’da 15 günümüz böyle Bursa’da geçti.

(Ömer Özcan’ın yakında yayınlanacak olan ‘Ağabeyler Anlatıyor’ kitabının 2. cildinden alınmıştır)

(www.risale-inur.org)

—SON—

05.08.2007


Dünya fanî

“Dünya hayatı ancak bir oyundan, eğlenceden, gelip geçici bir süsten, aranızda bir övünmeden ibarettir.” (Hadid Sûresi: 20)

“Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır.” (En’am Sûresi: 32)

“Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin vay haline. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! And olsun ki o, Hutameye atılacaktır. Hutamenin ne olduğunu bilir misin? Allah’ın (c.c), tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin tâ üstüne çıkan ateşidir. Onlar (bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette o (ateş) üzerlerine kapatılmıştır.” (Hümeze Sûresi: 1-9)

Zeyd b. Halid Cüheyni’nin (ra) anlattığına göre:

Allah Resulü (asm), Hudeybiye’de geceleyin yağmış olan yağmurdan sonra kendilerine sabah namazı kıldırdı. Namaz bitince yüzünü cemaate döndürdü ve:

“Bilir misiniz, Rabbimiz ne buyurdu?” diye sordu.

“Allah ve Resûlü en iyi bilendir” dediler. Allah Resûlü:

“Allah şöyle buyurdu: ‘Kullarımdan kimi bana iman etmiş, kimi de kâfir olarak sabahladı. Her kim ‘Allah’ın ihsanı ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı’ dediyse işte o, Bana iman etmiş, yıldıza iman etmemiştir. Her kim de ‘Şu, şu sebeplerle üzerimize yağmur yağdı’ dediyse işte o, Bana değil, yıldızlara iman etmiştir’” buyurdu. (Sahih-i Müslim)

Bu hadis-i şerifte vurgulandığı gibi nimetlerin sahibinin dünyevî sebepler değil, Rabbimiz olduğunu bilmeliyiz. Şu an sahip olduklarımız numune ve gölgelerdir. Asılları ve menbaları Cennetedir. Kesinlikle dünya için dinimizi (ibadetleri) terk etmemeliyiz.

“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.” (Mevlânâ)

“Para yığmakla yükseleceğini sanma! Duran su, fena kokar. Bağışlamaya ve infak etmeye çalış. Akan suyun yardımına Allah (c.c) göklerden yağmuru gönderir, sel gönderir, onu kurutmaz. Akıllı insanlar, mallarını öbür âleme giderken beraberinde götürürler. (Yani önceden Allah (c.c) yolunda infak ederler.) Ancak cimrilerdir ki hasretini çekerek burada bırakır giderler.” (Şeyh Sadi)

Günümüzde en büyük manevî tehlike, ahireti bildiği ve iman ettiği halde dünyayı ahirete tercih etme hastalığıdır. İnsanların arzularını kamçılayan moda ve lüks yaşamaya özendiren tv dizileri ve reklamları, devamlı insanların ihtiyaçlarını tahrik etmektedir. Sonu gelmez bu ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar, maalesef ibadetlerini yapamamaktadır. Ömür sermayesi de gayrimeşrû denebilecek bu ihtiyaçların karşılanmasında tüketilmektedir.

Halbuki Peygamberimiz, savaşta bile namazı terk etmediği gibi bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılardı.

“Eyvah aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider”

(Bediüzzaman)

Erdoğan AKDEMİR

05.08.2007


Cennetten ev almak

Basra’da dayanılmaz bir kıtlığın hüküm sürdüğü ve meşhur velilerden Habib-i Acemi’nin Basra’da bulunduğu kıtlık yılında bir gün, Horasanlı bir adam, evini on bin dirheme satarak, ailesiyle birlikte Basra’ya geldi. Basra’dan bir ev satın alacak, buraya yerleşecek ve buradan hacca gidecekti.

Fakat hac zamanı gelip çattığından, elindeki parayı bırakmak için güvenilir birini aradı. Derken Habib-i Acemî’yi buldu ve ona şöyle rica etti:

“Ben hacca gidiyorum. Şu on bin dirhem parayı sana emanet ediyorum. Basra’da bulursan benim için uygun bir ev al.”

Horasanlı parayı teslim etti ve ailesiyle birlikte Mekke’nin yolunu tuttu.

Habib-i Acemi Hazretleri parayı emanetine aldı almasına… Ama paranın kilitli kasalarda hapsedileceği bir zaman değildi. Basra yanıyordu. Ortalık açtan, çaresizden geçilmiyordu.

Habib-i Acemî elindeki emanet parayla, mecburen, sahibinin hayrına gıda maddeleri aldı ve muhtaçlara dağıttı. Fakir fukara bir nefes aldı.

Adamın rızası olmazsa, parasını ödemeye de kendi kendine söz verdi.

Nihayet Horasanlı hac dönüşünde çıkıp geldi. Habib-i Acemiye:

“Bir ev bulup aldın mı?” diye sordu.

Habib-i Acemi:

“Rabbimden sana Cennet’te bahçeli bir ev alıverdim” dedi.

Adam düşündü, taşındı. Ardından:

“Ya tapusu?” dedi.

Habib-i Acemî bu defa şöyle bir senet yazıp adamın eline verdi:

“Bismillahirrahmanirrahim. Bu senet, Habib’in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Umarım ki, Allahu Teâlâ bu evi Cennette Horasanlı’ya vere… Ve Habib’i borcundan kurtara…”

Bu senedi aldıktan sonra adamcağız kırk gün yaşadı.

Ölmek üzereyken, bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar.

Adam ölüp kabre konulunca, kabrinde parlak bir levha gördüler. Levhada şunlar yazılıydı:

“Habib Ebû Muhammed’in falan Horasanlı için on bin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi, Habib’in istediği evi Horasanlı’ya verdi ve Habib’i borcundan kurtardı.”

Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca levhayı öptü ve ağladı.

Süleyman KÖSMENE

05.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri