Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bu manzara bazılarını korkuttu...

Kürt sorununun sürmesini ve özellikle de PKK terörünün bitmemesini isteyen çevreler var. Bunlar akan kandan besleniyorlar. Bu sayede güçleniyorlar. Bir bölümü hem para, hem de prestij kazanıyor, diğer bölümü de varlıklarını sürdürebiliyorlar.

Kanlı çatışmanın sürmesi, bu çevrelerin varlık nedenleri. Çatışma azaldığı veya durduğu taktirde güçlerinden kaybediyorlar.

Varlık nedenleri yok oluyor.

Statüleri zayıflıyor.

Bundan dolayı da, karşılıklı şekilde, savaşın devamını istiyorlar.

Biri diğerini tamamen yenmemeli. Üstünlük kurmalı ancak, karşı tarafı yok etmemeli.

Bu sözünü ettiğim taraflardan biri: PKK.

Gördük, son 6-7 yıldır ateş kestiler. Irak’a çekilip, Kandil dağında gitar çalmaya başladılar ki, az daha yok olacaklardı.

Kendilerini kurtarabilmek için, yeniden silaha davrandılar.

Diğerleri de bizim aramızdalar.

PKK gibi, Türk çeteleri göremiyoruz. Bazıları kimliklerini biliyor. Hatta nasıl çalıştıklarının da farkındalar. Bir yerlerden işaret alıyorlar ve birlikte hareket ediyorlar. Terörün yok olmaması, belirli bir oranda devam etmesi için, kimi zaman öldürüyorlar, kimi zaman suikast yapıyorlar.

Ankara’da çetelerin çentiğini tutanlar var. Ancak bizler bilemiyoruz.

Türk çetelerle Kürt PKK, Cumartesi günkü o ünlü manzarayı görünce, mutlaka rahatsız olmuşlardır.

Onlar için bundan daha korkutucu bir gelişme olamazdı.

MHP lideri Bahçeli ile DTP lideri Türk, mecliste el sıkışıyor ve birbirlerine gülerek birşeyler söylüyorlar.

Eminim bunun intikamını alacaklar.

Böyle bir manzaranın tekrarlanmaması için, mutlaka yakında kan dökecekler. Ne zaman ve nerede bilemeyiz, ancak önümüzdeki gün veya haftalarda, PKK mutlaka vuracaktır.

DTP’nin ön plana çıkmaması, aksine MHP ile boğaz boğaza gelmesi için ellerinden geleni ardlarına bırakmayacaklardır.

Çeteciler de rahatsızlar.

MHP gibi, Kürt terörü üzerinden oy topladığı ileri sürülen bir parti liderinin, DTP’lilerde el sıkışmasını affetmezler.

Onlar da rahat durmayacaklardır.

Bundan sonra bütün projektörler, Başbakan Erdoğan’ın üstüne dönecek.

Başbakan’ın DTP’ye yönelik tutumu, Kürt sorunu ve PKK terörüne karşı mücadeleyi şekillendirecek.

Erdoğan, devlet kurumlarının yapamadığını yapar ve Kürt sorunuyla PKK terörünü birbirinden ayırabilirse, Türkiye en temel konusunda büyük bir adım atmış olacak.

DTP’ye farklı muamele yapar, PKK terörüne karşı sert tepkisini sürdürürse, işin rengi değişir.

Aktörlerin ezberi bozulduğu zaman, Türkiye rahatlar. Kamuoyunun bu olaya bakışı farklılaşır. O zaman da Kürt sorununu çözmek bir nebze dahi olsa kolaylaşır.

AK Parti (AKP), DTP’lilere Bahçeli gibi davranırsa hepimiz kazanırız. Güneydoğu’daki oy patlaması, AKP’ye herhalde yeterince sinyal vermiştir. Bu çabalar arttırıldığı ve bölgeye silahtan çok yatırım (aş ve iş) yönlendirildiği taktirde, AKP, Diyarbakır belediyesini dahi, önümüzdeki seçimlerde kazanabilir.

PKK ve Çeteciler’e rağmen bu barış eli uzatılmalı. Önümüze çıkan bu fırsat mutlaka değerlendirilmeli.

Posta, 7 Ağustos 2007

M. Ali BİRAND

08.08.2007


 

Asker abiler kızar sonra!

Galiba kimileri daha hâlâ farkında değil. Ayaklar hâlâ yere basmıyor anlaşılan. Oysa, ayakları yere basmadığı için seçim öncesi Türkiye’yi doğru okuyamamış, bu yüzden 22 Temmuz’un gelişini görememişlerdi.

Sonuç hayal kırıklığı oldu. Ama hâlâ inat ediyorlar.

Şimdi de 22 Temmuz’un anlamını doğru dürüst okudukları söylenemez. Türkiye siyasetinde bazı şeylerin nasıl köklü bir değişimin eşiğine geldiğini göremiyorlar. Çünkü gözlerinde daha hâlâ köhne düzen gözlükleri...

Bir başka deyişle: Daha hâlâ farkında değiller, Türkiye’nin 22 Temmuz’la nasıl bir ‘dönüm noktası’na geldiğinin. 22 Temmuz seçimlerinin bu ülkede nasıl bir değişim sürecini tetiklemeye başladığını göremiyorlar.

Ya da görmek istemiyorlar. İşlerine gelmiyor belki de.

Oysa, ayakları yere basmanın tam zamanı. Yoksa, 22 Temmuz’dan sonra bir kez daha hayal kırıklığı olabilir.

Enternasyonal’de der ki:

Yıkalım bu köhne düzeni,

Biz başka bir âlem isteriz!

Benim yıkılmasını istediğim köhne düzen, ‘eski Türkiye’dir. Yaşamak istediğim başka âleme gelince:

Herkesin kendi farklılıklarıyla özgürce yaşadığı bir demokrasinin, gerçek bir hukuk devletinin, dindarlığa ve dinsizliğe saygılı laikliğin, dinsel hoşgörünün, kadın-erkek bütün insanların eşitliğinin damgasını vurduğu ‘yeni Türkiye’dir.

Böyle bir Türkiye’nin bu topraklarda yaşayan insanları daha çabuk barış, huzur ve refaha kavuşturacağını, yaşadıkları hayatın kalitesini çok daha iyileştireceğine inandığım için ‘köhne düzeni’nin bir an önce yıkılmasından yanayım.

Kimileri ‘köhne düzen’den yana. Korkuları var çünkü.

Halktan korkuyor, seçim sandığına güvenemiyorlar. Halkın oylarıyla seçim sandığından çıkan çoğunluk öteden beri bu gibilerin uykusunu kaçırıyor.

Kim mi bunlar? Aralarında sivili de var, askeri de. Yargıda da, siyaset kurumunda da uzantıları olan ve daha çok asker ağırlıklı olan bir güç bu...

Avrupa’daki kadar demokrasiden hazzetmeyen bir güç denebilir bunlar için. Gerçek demokrasi ve hukuk devletinin Türkiye’yi böleceğine, laikliği yok edeceğine kendilerini inandırmışlar bir kere.

Nuh diyor, Peygamber demiyorlar.

Ama asıl bildikleri şu: Demokratik hukuk devleti tüm kural ve kurumlarıyla yerleşirse, rejimle ilgili bazı alanlardaki vesayetçi tekelleri, bazı ayrıcalıkları elden gidecek; bu gerçeğin farkındalar.

Yani ‘kaybetmek’ten korkuyorlar. Demokrasi korkusu içlerine öylesine işlemiş ki, bu korku yüzünden demokrasi onların gözünde Türkiye’nin en büyük iç düşmanı haline gelmiş durumda.

Köhne düzeni bu yüzden sürdürmek istiyorlar. Bu ‘köhne düzen’in bunca yıldır Türkiye’ye nasıl bir ayak bağı olduğunu maalesef bir türlü anlayamıyorlar.

Günümüzde demokrasi ve hukuk ile aş ve iş sorununun çözümü arasındaki ilişkiye ne yazık ki kafaları ermiyor.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğünü yerli yerine oturtamayan, özgürlükler düzenini kuramayan bir Türkiye’nin kalkınamayacağını göremiyorlar.

Demokrasisi birinci sınıf olmayan, işsizlik sorununu çözemeyen, hukuk, eğitim ve sağlık reformlarını yapamayan bir Türkiye’nin, asıl o zaman bölünme ile, irtica ile burun buruna kalacağını da anlamak istemiyorlar.

Asıl düşünemedikleri bu. “Köhne düzen yıkılsın, yeni bir âlemde yaşamak istiyorum!” derken, benim aklımdan bunlar geçiyor.

Hrant Dink’lerin göz göre göre siyasi cinayetlere kurban gitmedikleri, Hrant Dink’lerin parlamentoda da temsil edildikleri, Rahip Santoro’ların öldürülmediği, başka dine inandıkları ve yaymak istedikleri için misyonerlerin -Malatya örneğindeki gibi- gırtlaklarının kesilmediği, anaların ağlamadığı, yani dağlardan batıya şehit cenazelerinin gelmediği ve doğuda taziye çadırlarının kurulmadığı, aydınlarının itilip kakılmadıkları, ölüm tehditleri almadıkları bir ülkede yaşamak istediğim için köhne düzen yıkılsın diyorum.

Bir şey daha var: Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü öteden beri kendi köhne siyasetlerine alet edenlere kızdığım için de yeni Türkiye’yi istiyorum.

Bu yeni Türkiye’de Atatürk’ün rahat bırakılmasını önemsediğim için, Atatürk’ün siyasi istismarından kurtulan bir Türkiye’nin birçok bakımdan rahatlayacağına, demokratikleşeceğine inandığım için de köhne düzen yıkılsın diyorum.

Kimileri zamanı değil havasında. ‘Köhne düzen’in diktelerini daha hâlâ demokratik uzlaşma sanıyorlar. Bunun teslimiyetçilik olduğunu göremiyorlar.

O yüzden bu çevrelerde örneğin sivil anayasa fikri de hoş karşılanmıyor; değerli anayasa hukukçusu, yeni AKP milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’e bu nedenle yıldırımlar yağdırılıyor.

Unutmayın: Türkiye’yi ve Türk siyasetini okuyamadığınız için 22 Temmuz’u ıskaladınız.

Bir hayal kırıklığı yetmez mi? Kaynağı ‘köhne düzen’de yatan korku ve kaygıları artık bir yana bırakıp 22 Temmuz’un nasıl bir değişim kapısını açtığını görmekte yarar var.

“Asker abiler kızar sonra!”

Türkiye’de rejimin bu sendromdan kurtulması lazım, eğer siyasetimiz demokrasilerde olması gereken olağan raya otursun isteniyorsa... (...)

Milliyet, 7 Ağustos 2007

Hasan CEMAL

08.08.2007


 

Demokrasi satmıyor, silâh verelim

Bush yönetiminin, İran’a karşı denge oluşturmak amacıyla başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerine 20 milyar dolarlık silah satacağını açıklaması, Ortadoğu’nun geleceği üzerindeki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Plan çerçevesinde, “İsrail ile iyi ilişkilerinden” dolayı Mısır’a da 13 milyarlık bir yardım (yani rüşvet) öngörülüyor.

ABD’nin bölgedeki kankası (ya da jandarması) İsrail’in gönlünün hoş tutulması için ise, her yıl karşılıksız yapılagelen 2.4 milyar dolarlık yardım miktarı, gelecek 10 yıl için 30 milyar dolara çıkarılıyor.

Peki, Amerika’nin toplam bu 60 milyar dolarlık silahlandırma planı ne anlam geliyor?

Filistin barışı için gündeme getirilen “Yol Haritası” planında “dostlar alışverişte görsün”den öte bir mesafe katedemeyen, bilakis, bağımsız bir seçimle başa gelmiş Hamas hükümetinin başına çorap örmeye çalışan ve de conilerle demokrasi getirmeye gittiği Irak’ta saplanıp kalan Amerika’nin bu plani, bence, “biz bu filmi izlemiştik” senaryolarına yeniden rejisörlük yapma arayışından başka bir şey değil.

Niye mi?

Amerika Ortadoğu’daki politikalarını şimdiye kadar hep bölgedeki ülklerin “zayıflık ayarı” (balance of weakness) üzerine kurdu. Mesela, bunun en ibretli örneği, İran-Irak savaşıydı. İran’daki ABD yanlısı şah rejimi 1979’da halk ayaklanması ile devrilince, Sam Amca, kabadayı komşu Saddam’ın sırtını sıvazlayarak eski müttefiki İran’a musallat etti.

Kayıtlarda mevcuttur; Amerika o zamanlar Saddam’ı kimyasal, biyolojik, ve konvensiyonel silahlarla donatırken, İran’ı da el altından İsrail kanalıyla silahlandırmayı ihmal etmedi. Amerikan kamuoyundan ve Kongre’den habersiz yapılan, daha sonra “İrangate ve Kontragerilla skandalı” olarak patlak verecek bu ticaretten elde edilen gelir de bir başka bölgeye, Nigaragua’da seçim ile iktidara gelmiş Sandinista hükümetine karşı yürütülen terörist faaliyetlere aktarılıyordu.

İran-Irak savaş tam 8 yıl sürdü. Silahlar sustuğunda iki taraf da ne toprak kazanmış ne de kaybetmişti. Milyonlarca insan öldü. Aileler parçalandı. Amerika, bu “zayıflık ayarı” politikası ile İran’in devrim hızını ciddi bir şekilde çelmelerken, o zamanlar bölgenin en güçlü ülkesi Irak’a da sıfırı tükettirmişti. “Hadi, koçum!” Saddam gırtlağına kadar borçlandı. Bu borçlanma Saddam’ın Kuveyt işgalinden darağacına giden yolun başlangıcı oldu.

Ve bu iki komşunun bir trilyon dolardan fazla olan petrol geliri ülkelerinde yatırıma ve kalkınmaya dönüşmek yerine, savaş hortumuyla Uncle Sam’ın ve diğer batılı ortakların cebine akti.

İste, ABD’nin Körfez ülkelerini şimdi yine “İran korkusuyla” silahlandırma planına bu açıdan bakmak gerekiyor.

11 Eylül trajedisi sonrası epidemik bir şekilde salgınlaş(tırıl)an kutsal terör paranoyası üzerinde kovboyluk yapan Amerikan dış politikası, demokrasi ambalajlı bombaların açtığı Irak gibi kraterlerde çamura saplanınca, nükleer güç olarak sivrilen İran’a karşı yine aynı oyunun peşinde. “Zayıflık ayarı” çekmek için “kontrollü güçlendirme” ile komşuları sahneye sürüyor.

Şüphesiz, Bush yönetiminin bu planında İran ile olan kavgasının yükünü Körfez ülkelerine paylaşmak istemesinin yanında, ABD silah sanayini de ihya etme amacı olmalı.

ABD’nin dünya gücünü elinde tutması, silah sanayisinin, ve/ya da savaş endüstrisinin dönmesine bağlı. Bunun için zaten Amerikan demokrasinin(!) geldiği yerlerde barış hep tatile çıkıyor ya! Irak’taki karışıklıktan dolayı harcamalarını petrol ile tahvil edemediği, yani hala cepten yediği için, şimdi İran tehditi ile Körfez ülkeleri cephaneliğe çevrilmek isteniyor.

Yani, “demokrasi” diye açılan ağızlardan kan ve barut kokusu geliyor.

Amerika kendi halkı izin elzem gördüğü özgürlük ve demokrasi konusundaki yaşam standartini başka ülkenin insanlarına ancak kendi çıkarları ölçüsünde layık görüyor.

Bunun için Amerikan dış politikasının yıldızı, Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya, bağımsız halk seçimi ile gelmiş reel demokratik hükümetlerle barışık olmuyor. Soğuk savaş döneminde, halk tarafından halk için iktidara getirilmiş bu hükümetler, Amerika’dan bağımsız politika izlemeye kalkınca “Komünist” yaftasıyla Sovyetlerin kampına itiliyordu. Artık komünizm kalmadı, yerine ikame edilen terör ile suçlanarak dışlanıyor.

İste, Sam Amca’nın son silah satımı planının arka planını anlamak için Amerikan dış politikasına geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor ve maalesef, Ortadoğuyu daha bir girdabın icine cekebilecek bu karar, bölgedeki yangına körükle gitmekten başka bir anlam ifade etmiyor.

Ne yapsin, Ortadoğu’da yeni demokrasisi teranesi tutmadı Amerika’nın, şimdi eski işi silah pazarlamaya çalışıyor.

Haber7.com

İslâm DOĞRU

08.08.2007


 

Hani iki Türkiye vardı?

Türkiye ilginç bir ülke. Kavgaların önemli bir kısmı sahici değil. Medyanın pohpohladığı kavgalar statükonun da işine gelince, ortaya ürkütücü bir manzara çıkıyor. Ancak bu manzara, gerçeği yansıtmıyor; en azından gerçeğin tamamını yansıtmıyor.

Çok örnek var yukarıdaki iddiamı ispatlayacak. Mesela Türkiye 1980’li yıllara sağ-sol çatışmasının gölgesinde girdi. Öyle büyük bir kutuplaşma yaşanmıştı ki aile fertleri adeta birbirine düşman kesilmişti. Sağcıların “kurtarılmış bölgeleri” olduğu gibi solcuların da “kurtarılmış bölgeleri” vardı. Hiç kimse karşıt görüşün sokağından geçemezdi. Faili meçhul cinayetler, karanlık ilişkiler, ses getiren eylemler... Peki ne oldu sonuçta?

Bir gece (12 Eylül 1980) darbe yapıldı ve her şey bir anda değişti. Baltalar gömüldü, kavgalar bitti; hatta dostluklar, iş ortaklıkları, evlilik bağları kuruldu. Darbe feci bir şeydi; insanlık dışıydı. İşkenceler yapıldı, haksızlıklar ortaya kondu. Bu doğru; ancak kavgalar niçin bir anda bitmişti? Meselenin komploya açık bir yanı var. O yüzden darbe öncesinin Başbakanı Süleyman Demirel “12 Eylül sabahı ne oldu da bütün eylemler sona erdi? Oysa biz askerimize her türlü yetkiyi zaten vermiştik” diyerek serzenişte bulundu. Bu işin bir yönü. Oysa madalyonun diğer bir yüzü var; o bize gösteriyor ki sağ-sol kavgası suni idi, fikrî bir temeli, içtimaî bir sebebi yoktu.

Türkiye’de medyanın şişirdiği kavgaların sosyal gerçekliği yoktur. Bazı güç odakları bir hava oluşturur ve insanların arasına uçurumlar koyar. Sonra her hadise bu uçurumu büyütür. Mesela Türkiye’de Alevi-Sünni kimlikleri yüzyıllardır beraber yaşıyor. Kimi zaman bu ayrılıklar kışkırtılır ve sonuç da alınır. Ancak bu insanlar birbirinin komşusudur, arkadaşıdır, ortağıdır. Heyecanlar yatışınca iletişim kanalları yeniden açılır ve dostluklar pekiştirilir.

Kürt meselesi de öyledir Türkiye’de. Düşünebiliyor musunuz bu ülkede 30 yıla yakın bir süredir ırkçı ve terörist Kürt örgütü (PKK) ile Türk ordusu çarpışıyor ve bunca yıldır süren kavga Kürtler ve Türkleri birbirine düşürmüyor. İyi ki de düşürmüyor; çünkü bu iki topluluk da yüzlerce yıldır beraber yaşıyor. Her iki topluluğun neredeyse tamamı Müslüman. İslâm, ırkçılığı ve terörizmi çok net bir şekilde lanetliyor. Yüzyıllar içinde oluşan bir dostluk ve akrabalık söz konusu. O yüzden bir yandan çatışmalar oluyor; diğer taraftan insanlar aynı apartmanda oturuyor, aynı işyerlerinde çalışıyor.

Birkaç gün önce yeni seçilen milletvekilleri Meclis’e ilk kez adım attı. Kürt milletvekilleri ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) liderinin el sıkışması gazetelere manşet oldu. Bunu dışarıdan bir gözün tam anlaması çok zor. Daha ilk günden büyük kavga çıkmasını tahmin edenler vardı. Olmadı. Çünkü toplum dinamikleri kavgadan değil diyalogdan yana baskı yapıyor.

Bu duruma rağmen önemli bir riskten söz etmek mümkün. PKK ve lideri Öcalan daha şimdiden bağımsız Kürt milletvekillerine baskı yapmaya başladı. Örgütün yayın organı Gündem gazetesinde Apo, esip yağıyor yeniden. MHP’lileri de kışkırtmak isteyenler var. Ancak topluma inildiğinde görülecektir ki Türkiye’de insanlar kamplaşmak, kutuplaşmak istemiyor. O yüzden Cumhuriyet Mitingleri’ndeki aşırı laikçi söylemlere halk büyük öfke duydu ve AK Parti’ye yüzde 47’lik destek sağladı. Bir çeşit protestoydu bu. Şimdi yeni parlamento ile yeni bir sayfa açıldı. Vatandaş iki farklı Türkiye manzarasına yol açanları 22 Temmuz’da cezalandırdı. Bu yasama döneminde kavgadan yana olanları da bir sonraki seçimlerde cezalandıracak. Çünkü vatandaş iki Türkiye’ye değil, tek ama çoğulcu ve katılımcı demokrasiyle yönetilen bir Türkiye istiyor...

Zaman, 7 Ağustos 2007

Ekrem DUMANLI

08.08.2007


 

Onlarla uzlaşılmaz

Ahmet Altan, internet sitesi ‘gazetem.net’teki “Hadi Kemalist Olalım” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Yeni bir döneme geçerken kavgayı uzatmaya da gerek yok. Onların dediğini yapalım. Biz de Kemalist olalım. Mehmet Altan geçenlerde yazdı. Basit bir şartımız var. Kemalizm’in altı okundan ‘devletçiliği’ çıkartalım yerine ‘demokrasiyi’ koyalım. (...)”

Ahmet Altan’ın bu teklifi yeterli olur mu? Yani altı ok’tan ‘devletçilik’ ilkesinin çıkartılıp yerine ‘demokrasi’nin konulması, bir demokratın, Atatürkçü olması için yeterli şart mıdır?

Bence değil. Sebebini anlatayım.

Altı ok hangi ilkelerden oluşuyor? Hatırlayalım: “Cumhuriyetçilik, laiklik, devletçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik...”

* ‘Cumhuriyetçilik’ konusunda tartışma yok. Herkes hemfikir. Kimse padişahlıkla, monarşiyle filan yönetilmek istemiyor. Zaten durum böyle olduğu için de “Ben demokrat değilim, cumhuriyetçiyim” diyenler kavramsal açıdan saçmalıyor. (Evet, kavramsal açıdan saçmalıyorlar ama pratikte söyledikleri şu: “İşime gelmiyorsa demokrasiden vazgeçerim.”)

* Gelelim ‘laikliğe’... Bu konuda gayet geniş bir uzlaşma var ama sadece ‘kelime’ düzeyinde. Mesela benim laiklik anlayışım açısından türbanlı bir kızın üniversiteye gitmesinde hiçbir sakınca yok. Tam tersine gitmemesi, eğitim hakkının engellenmesidir. (...)

* ‘Milliyetçilik’... Bu ilke söz konusu olduğunda da, “hangi milliyetçilik” diye sormak gerekiyor. Ilımlı, yumuşak, hoşgörülü, kucaklayıcı bir milliyetçilik mi?... Yoksa Ceza Kanunu’ndaki 301’inci madde gibi çağın gerisinde kalmış, tuhaf yorumlara yol açan, kafatasçılığa varan ya da 27 Nisan bildirisindeki gibi, “Ne mutlu Türküm diyene” demeyenleri “düşman” ilan eden, milleti “kitlesel karşı koyma refleksi göstermeye” çağıran dayatmacı, ayrımcı, kavgacı bir milliyetçilik mi?

(...)

* Son olarak ‘halkçılık’ ilkesi... “Efendim, halkçılık, halkı sevmektir” türü ancak çocukları kandıracak aptalca laf oyunlarını geçelim. Seçimlerde İstanbul 2’nci bölgeden bağımsız aday olan ancak kazanamayan Prof. Baskın Oran, geçen gün Altı Ok’u ele alan makalesinde şöyle yazıyordu: “Sakın ola başka bir şey sanmayın... ‘İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz’ deyip emeğin örgütlenmesini yasaklamış ilkedir.” (Radikal2, 5 Ağustos)

Özetle... Sadece ‘devletçilik’ ilkesini kaldırıp yerine ‘demokrasi’ ilkesini koymak, bir demokratın Kemalist olmasına yetmez. Gerekli şarttır ama yeterli değildir.

Gördüğünüz gibi ‘cumhuriyetçilik’ haricindeki ilkelerde de ciddi sorunlar var.

Hatta ‘cumhuriyetçiliğin’ uygulanış biçimi de bir sürü dert açıyor başımıza. Mesela cumhuriyetin şu anda geçerli olan ‘vatandaşlık’ kavramını esaslı biçimde yeniden ele almak gerekiyor. (Bir ara o konuya da gireriz. Henüz yeteri kadar halka yansımamış ama akademisyenler arasında hararetle tartışılan çok ilginç meseleler bulunuyor.)

Özetin özeti: “Atın devletçiliği, alın demokrasiyi; uzlaşalım” pazarlığında ben yokum.

Sabah, 7 Ağustos 2007

Emre AKÖZ

08.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri