Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona gönderdiğimiz, bir nasihatten ve ap açık bir Kur'ân'dan başkası değildir.

Yâsin Sûresi: 69

26.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Duâ ettiğinde elinin içiyle Allah’a duâ et, tersiyle değil. Duâyı bitirdiğinde de iki elini yüzüne sür.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 347

26.08.2007


Gayr-i meşrû lezzetlere aldanma!

Dördüncü Meyve

Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefâhete, hususan ehl-i küfre bakıp, sûrî zînet ve aldatıcı gayr-i meşrû lezzetlerine aldanıp, taklit etme. Çünkü, sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın; pekçok sukût edeceksin. Hayvan dahi olamazsın; çünkü, senin başındaki akıl, meş’um bir âlet olur, senin başını dâimâ dövecektir. Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşâub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyâyı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete düşer.

Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sâir menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir. Hırsızlar istifade edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray bir Müslümandır; Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde, o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez; belki hiçbir kemâlâtın yeri, ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtîfeler karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribât ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribât ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribât zararını onunla tâmir edersin?

Halbuki, ecnebîler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bâzı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medâr olacak Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevî imânları ve Hâlıklarına bir çeşit îtikadları kalabilir.

Ey nefs-i emmâre! Eğer desen, “Ben, ecnebî değil, hayvan olmak isterim.” Sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zîrâ, kafandaki akıl olduğu için, o akıl, geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla, senin yüzüne, gözüne, başına çarparak döğüyor; bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem, “Hayvan gibi, hattâ onlardan da aşağıdırlar” (Furkan Sûresi: 44.) sille-i te’dibini gör. Sözler, s. 326

Lügatçe:

Meş’um: Uğursuz, zararlı.

Teşâub: Şubelenmiş.

Merbut: Bağlı.

El-iyâzü billâh: Allah’a sığınırız.

26.08.2007


Sahabenin yedi vasfı

—Dünden devam—

4.1- Kur’ân-ı Kerimde sahabelerin vasıfları:

Yüce Allah Fetih Sûresinin son âyetinde sahabelerin kahramanlıklarını ve mücahedelerini överek bizlere ders verir. Onlara benzememizi ve örnek almamızı ister. Şöyle buyurur: “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Onun yanında bulunan sahabeleri kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları devamlı olarak rükû ve secde ederlerken görürsün. Onlar yaptıkları ile Allah’ın lütuf ve rızasını talep ederler. Onlar yüzlerindeki secde izlerinden ve nuraniyetlerinden tanınırlar. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıflarına gelince, onlar filizini yarıp çıkan gövdesi güçlü, gövdesi üzerinde başını kaldıran ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. İman edip salih amel peşinde koşan bu sahabelere Allah hem mağfiret, hem de büyük bir mükâfat vaat etmiştir.”

Yüce Allah bu âyette sahabelerin vasıflarını şöyle açıklamıştır:

1. Kâfirlere karşı şiddetli ve tavizsizdirler.

2. Kendi aralarına merhametlidirler.

3. Onları daima rükû ve secde ederken görürsün. Yani beş vakit namazı asla terk etmezler. Cemaate ve camiye devam ederler.

4. Yaptıkları ile sadece Allah’ın lütuf ve rızasını talep ederler.

5. Yüzlerindeki secde izlerinden ve nuraniyetlerinden tanınırlar.

6. Ekincilerin hoşuna giden kuvvetli ekin gibi içleri doludurlar.

Yani görünüşleri ile meyve vermeleri birbirine uygundur. Sözleri ile amelleri birbirine uygundur.

7. Mükâfatları da bütün günahlarının affolunması ve cennette büyük makamlara kavuşmalarıdır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de Risâle-i Nurlar ile mücadelesinde sahabelerin bu vasıflarını kendisine örnek almıştır. Nur talebeleri de sahabelerin bu güzel hasletlerini örnek alarak İman ve Kur’ân hizmetinde:

1. Ehl-i küfre ve dalâlete asla taviz vermeyerek her türlü sıkıntı ve eziyete katlanmışlardır. Hapis, zulüm ve mahkemelere rağmen asla tavizkâr olmamışlardır.

2. Mü’minler arasında da “Müsbet Hareket” modelini ortaya koyarak asla şiddet yanlısı olmamışlar ve hiçbir siyasî harekete alet ve tabi de olmamışlardır. Daima müsbet hareket etmişlerdir.

3. Rükû ve secdeye, yani beş vakit namaza çok önem vermişler ve vermektedirler. “Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır” veciz sözünü kendilerine prensip edinmişlerdir.

4. Yaptıkları ile asla dünyevî ve siyasî bir menfaat talebinde bulunmamışlar ve hizmetlerini ihlâsla yapmayı sürdürmüşlerdir. 20. ve 21. Lem’a olan “İhlâs Risâleleri” bunun en güzel delilidir.

5. Nur talebelerine “Nurcu” denmeleri tanınmaları için yeterlidir.

6. Risâle-i Nur’un hakikî talebeleri daima özü ve sözü bir olup sözleri ile fiilleri birbirine uygun davranırlar ve onlara dışarıdan bakanların hoşuna gider.

7. Mükâfatları da İnşallah mağfiret ve cennet olacaktır.

İşte Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Risâle-i Nur Külliyatı ile böyle nuranî bir yolu açarak bu zamanda “Sahabe Mesleğinin bir cilvesini” ortaya koymuştur. Bundan dolayıdır ki Bediüzzaman “Seciye-i âliye-i sahabe ve meşreb-i nuranî-i peygamberî’yi beyân eden Risâle-i Nur’daki feyze kanaat etmeliyiz” diyerek Risâle-i Nur ile hizmetin önemini ortaya koymuştur.

4.2- Sahabelerdeki kardeşlik:

Sahabeler Peygamberimizi (asm) ve mucizelerini görerek eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının adetlerini ve geleneklerini bırakarak Hâlid bin Velid ve İkrime bin Ebû Cehil gibiler babalarının taraftarlıklarını kavim ve kabilelerini tamamen bırakarak bütün canları ile gayet fedakârane bir surette İslâmiyet’e girerek hizmet etmişlerdir.

Sahabeler “Mü’minler kardeştir” âyeti nazil olduktan sonra kardeşlik bağlarına çok önem vermişlerdir. Peygamberimiz de (asm) hayat-ı içtimaiyenin bir kanun-u esâsisi olan “Mü’minler kemerli binalardaki taşlar gibi birbirlerine destek olan ve kuvvet veren elemanlar gibidir” buyurarak bu kardeşliği pekiştirmiştir.

Medine’li Müslümanlar dinleri için mallarını ve mülklerini terk ederek Medine’ye gelen Muacirlere evlerini açmışlar ve mallarına onları ortak etmek istemişlerdi. Bunun için Allah onlara “Ensar” adını vererek Kur’ân-ı Kerimde övmüştür. Haşr Sûresinde ise şöyle buyurmuştur: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zarûret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefislerini tamahkârlıktan koruyanlar ve saadete erenler bunlardır.”

5. SAHABELERİN İLİM-İBADET

VE TEFEKKÜRLERİ:

Sahabeler Peygamberimize (asm) nazil olan Kur’ân âyet ve Sûrelerini öğrenme ve öğretme konusunda çok gayretliydiler. Bir sûrenin nâzil olduğunu duydukları zaman hemen “Acaba Yüce Allah ne buyurdu?” diyerek heyecanla öğrenmeye koşarlardı. Öğrendikleri zaman da yine aynı heyecanla duymayan ve işinden dolayı gelemeyen kardeşlerine ulaştırmayı büyük bir ibadet sayarlardı. Çünkü o dönemde Kur’ân-ı Kerimi öğrenmek ve öğretmekten başka ibadetler ile emredilmemişlerdi. Aynı heyecan ve gayretle evlerinde gizli olarak eşlerine, çocuklarına ve komşularına Kur’ân öğretirlerdi.

Peygamberimiz de (asm) bu hususta sahabelerini teşvik ederlerdi. Bir defasında iki kardeşten birisi Peygamberimize (asm) gelerek diğer kardeşini şikâyet etti. “Kardeşim bana yardımcı olmuyor. Ben tek başına işlerin çoğunu yapmak durumunda kalıyorum. O ise devamlı sizin yanınıza gelerek beni yalnız bırakıyor” dedi.

Peygamberimiz (asm) buyurdular:

“Umulur ki sen onun sayesinde rızıklanıyorsun. Öyle bırak onu ilim öğrensin, başkalarına da öğretsin. Sen de ilim yönünden ondan faydalanmaya bak” buyurdular.

Peygamberimiz (asm) kendisine bir şeyler öğrenmek için gelenleri de tebrik eder ve teşvik eder, şöyle derdi: “İlim öğrenmek için yanıma gelene merhaba! İlim öğrenmek için yola çıkan kimseye melekler arkadaş olurlar. Etrafını kuşatırlar ve sevinçlerinden kanatlarını onun ayakları altına sererler. O kişiyi görmek ve tebrik etmek için gökleri birinci katına kadar birbirinin sırtına çıkarlar.”

—Devam edecek—

M. Ali KAYA

26.08.2007


Ayet-ül Kübra'nın küçük bir inceliği

Risâle-i Nur'un içinde şaheser sıfatını belki de en çok hak eden yerlerden birisi de 7. Şuâ'dır. Yani Ayet-ül Kübra... Bu eserin sadece isminin Hz.Ali (ra) efendimiz tarafından yüzyıllar öncesinden konulmuş olması bile bir şaheser olduğunu göstermektedir zaten, değil mi?

Ayet-ül Kübra'yı her okuyuşumda "Kâinattan Hâlık'ını soran bir seyyahın" o harika "müşahedatı" ve gezisi bana harika dersler veriyordu. İfadelerinin güzelliği, seyahatın apayrı mânâlarla bezenmiş yoğunluğu, insanda böyle bir seyahata yol arkadaşlığı yapma isteği uyandırıyordu. Ama şahsen benim günahlarla ve modern algılarla kirlenmiş fikrimin bu seyahate ne kadar ortak olabildiği ayrı bir konu...

Yine de Ayet-ül Kübra bahçesinden de meyvesiz kalmıyordu insan. İşte en son okuyuşumda, karşıma çıkan bir nüans, bir incelik, bu büyük âyetin aynı zamanda çok küçük ayrıntılarının bile önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu.

Aslında Ayet-ül Kübra'nın birinci kısmı yani Birinci Makamı Arapçadır. Ve diyebiliriz ki okunan ikinci makam bu birinci makamın Türkçe açıklamasıdır. Fakat ikinci makamda, birinci makama ait Arapça metinler de yer almaktadır. Seyyahımız gördüklerini ifade ettikten sonra, bu gördüklerini birinci makama ait bu ifadelerle eşleştirmekte, bağlamaktadır.

Meselâ; ilk mertebe biterken "... daha zahir bulunduğuna bilmüşahade şehadet eder mânâsıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında" denilir ve Arapça ibareye yer verilir. İkinci Makamın 19 basamağı, 19 Mertebesi de bu şekilde birbirine yakın ifadelerle Arapça Birinci Makama bağlanır.

Birbirine yakın ifadeler diyorum ama aynı ifadeler demiyorum. Çünkü bu bağlantı ifadeleri çok az da olsa farklılık gösteriyordu. Peki ama neden? Bu soruyu sorup cevabını kovaladığımda karşıma çok güzel, lâtîf ve aynı zamanda derin bir nüans çıkıyordu.

Beraber bakalım, ilk 3 basamakta "bilmüşahade şehadet eder", "müşahedatını ifade eder," ve "o müşahedatları ifade için" denilmiş. Burada anlaşılan şey o ki, sadece şahit olunanlar, görünenler ifade edilmiş. Fazladan bir şey yok. Yani uzayda, semada, havada ve küre-i arzda, yeryüzünde olanlara şahit olunmuş.

Fakat 4. Mertebede ifade biraz değişiyor. "... umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında..." denilmiş. Buradaki farklılık ve incelik "irade ederek" ifadesinde gizli. Aslında bana bu yazıyı yazma fikrini de bu farklılık verdi. Yani seyyahımız artık işin içine iradesini de ortaya koymuş oluyor. Sadece şahit olmuyor, şahit olduğu şeylere iradesiyle bir yön vermeye başlıyor. İlerleyen mertebelerde bu irade etmenin sonuçları ifade edilecek.

Bu noktada meşhur büyük âlim Sad-ı Taftazanî'nin îmân tarifine bir bakalım. "Kişinin gayretiyle Allah'ın kalbe ilka ettiği bir nurdur." Ehl-i sünnet tarafından da kabul edilen bu tarifle okuduğum yer arasındaki bağlantı ise şu; bir îmân talimi ve seyahati olan Ayet-ül Kübrada görülenler, şehadetler "irade ederek ifade edilince" yani gayret gösterilince îmân kalbe ilka ediliyor. Artık bundan sonraki basamaklarda tam anlamıyla îmân hükmedecektir.

Artık şehadetler irade edilince, yani îmânla bakılınca bir mânâ kazanacaktır. Adeta başlı başına bir mânâya dönüşecektir. İlginçtir 5. Mertebede artık "...bu mânâyı ifade için..." ibaresi kullanılacaktır. Şehadetler gibi bir kelime bile kullanılmamıştır.

Her şey îmânla bir anlam kazanınca artık birer hakîkate dönüşecektir, terfi edecektir. Şahit olunan şeyler artık birer hakîkattir aynı zamanda. Öyleyse 6. mertebede "...İşte bu mezkûr hakîkatleri ve şehadetleri ifade mânâsıyla" denilecektir.

7. Mertebede her şey hakîkate inkılab etmiştir. Oradaki ifade "... bu mezkûr hakîkatleri ifade mânâsıyla..." şeklindedir.

8. Mertebeye gelindiğinde hakîkatleri artık şuurlu kişilerden ders almaya başlayacaktır seyyahımız. İlk olarak yolcumuz diğer peygamberlerden ders alacaktır. Zaten orjinal ifade artık "...İşte bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânâsında..." dır. Bundan sonraki her şey bir ders olacaktır.

9. Mertebede de dersler devam etmektedir. Bu yüzden "bu dershaneden aldığı derse kısa bir işaret olarak" denilmiştir.

10. Mertebede ders veren kişiler zikir eden tarîkat ehli, tasavvuf ehli olunca dersler aynı zamanda feyze dönüşür. Burada da "İşte, bu misafirin tekkeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak" denilecektir.

11. Mertebede dersler sürmektedir. "İşte, bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak" denilecektir.

Alınan dersler arttıkça mârifet-i îmâniyeye, îmân bilgisine yenileri eklenmekte adeta her ders birer marifet-i îmâniye haline gelmektedir. 12. ve 13. mertebede kullanılan ifade de yine bu yöndedir: "...mârifet-i îmâniyeye kısa bir işaret olarak..."

14. ve 15. Mertebelerde de sanki bu ikisi yani alınan dersler ve mârifet birleştirilimiş gibi "...İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak..." denilecektir.

16. Mertebede Asr-ı Saadetten dersler alınır. İfade bu sefer "...o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak.." şeklindedir.

17. Mertebede artık Kur’ân doğrudan ders vermektedir. Verilen dersin artık tam anlamıyla îmân ve daha da ötede tevhîd dersi olması gayet makuldür. Zaten kullanılan ifade ilginç bir şekilde kullanılacaktır: "...Kur'ân'dan aldığı ders-i tevhid ve imânâ kısa bir işaret olarak..."

18. Mertebede îmân dersleri bu sefer kâinatın bütününden çıkarılacaktır. "İşte, dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısa bir işaret olarak..." denilmiştir.

19. Mertebede artık zirveye ulaşılmıştır. Doğrudan doğruya Zat-ı Akdesten ders alınır. Bu mertebede "... İşte, bu yolcunun bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak..." ibaresi kullanılmış. Bu son mertebede ibaredeki farklılık şudur; diğer derslerde dersin kendisine işaret edilebilmektedir. Ama bu makamda sadece kısa bir mealine işaret edilmiştir. Çünkü bu makam biraz sırlı bir makamdır. Alınan dersin kendisini anlatmak da biraz zordur. Dolayısıyla burada sadece mealine işaret edilebilmiştir.

Görüldüğü gibi 19 Mertebenin her birinde kullanılan az farklı ifadeler, bu küçücük farklarıyla ne kadar güzel mânâlara yol açmıştır. Adeta bir yükselişin kısa bir özeti, imanın elde edilmesinde ve yükseltilmesindeki mertebeleri, ve daha aklımın almadığı pek çok şeyi ne kadar güzel ve kısaca ifade etmiştir, özetlemiştir.

Son olarak belirtelim ki; bu ifadelere yüklenen mânâlarda kusurlar varsa bana aittir. Bu ifadelerden sadece bu anlamlar değil, başka nice anlamlar da çıkartılabilir. Yeter ki Risâle-i Nur'un hiç bitmez tükenmez bir hikmet hazînesi olduğunu unutmayalım...

[email protected]

Ahmet Tahir UÇKUN

26.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri