Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlardan önce Biz nice nesiller yok ettik. O zaman feryâd edip durdular; fakat kurtuluş vakti geçmişti.

Sâd Sûresi 3

07.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Dört şey Arşın altındaki hazineden indirilmiştir: Fatiha, Âyete'l-Kürsî, Bakara Sûresinin son iki âyeti (Âmenerrasûlü) ve Kevser Sûresi.

Câmiü'sSağîr, c: 1, no: 527

07.12.2007


Birbirine tesellici ve şefkatli kardeş olmalı

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i mâneviyesi kırılmayan zatları ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melâike ve ruhâniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var. Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da herbiriniz herbirisine birer tesellîci ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zekî muhatap ve mücîp ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer ayna olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında tesellî buluyorum.

Yüz yirmi yaşında bulunan Mevlânâ Hâlid’in (ks) cübbesini size birgün göndereceğim. O zat onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.

Yeni geldiğimiz zaman çiçek aşısı doktoru beni aşıladı. O kolum çıban oldu ve şişti. O şiş aşağıya iniyor, beni yatırmıyor, abdestte sıkıntı veriyor. Acaba benim vücudum aşıya gelmez veyahut başka bir mânâ var. Yirmi sene evvel beni Ankara’da aşıladılar. Şimdiye kadar o aşı yeri ara sıra işliyor, rahatsızlık veriyor. Bu da öyle olmasın diye hatırıma geldi. Sizde nasıl?

Şuâlar, s. 272

Lügatçe:

tehacüm: Hücum etme.

kuvve-i mâneviye: Manevî kuvvet, moral gücü.

nesl-i âti: Gelecek nesil.

nümune-i imtisal: Örnek alınacak model.

tesanüd: Dayanışma.

taltif: İltifat etmek, gönül almak.

mücîp: Kendisine sorulana cevap veren

in’ikâs: Yansıma.

Bediüzzaman Said NURSÎ

07.12.2007


Arayışlar

İlkokulu köyümde, ortaokulu Adana’da yatılı okudum. Dindar, mütevâzî bir aileye mensuptum. Küçük yaşta namazımı kılmaya, orucumu tutmaya başlamıştım. Benimkisi anne-babadan görme, geleneksel Müslümanlık’tı. Dinimi ailemden ve çevremden öğrenmeye çalıştım.

İkinci sınıfta ara tatilde bir arkadaşın dâveti üzerine köyüne misafir olmuştum.

Kış mevsimiydi ve portakal boldu. Arkadaşla bahçelerinden portakal topladım.

Portakalları satmak için de Osmaniye pazarının yolunu tuttuk. Portakalları sattıktan sonra şehri tanımak bahanesiyle gezmeye başladık.

Şehri epeyce adımladık.

Öğle namazını camide kılıp cemaatten birisi ile ayak üstü tanıştık ve birkaç kelime konuşabildik. O şahıs kimdi, ne iş yapardı, ismi neydi? Şimdi görsem herhalde tanıyamam. Ama onun, ayrılırken elime alelacele tutuşturduğu kartpostal, hatıra kaldı. Eskiden bayramlarda birbirlerimize gönderdiğimiz kartpostal cinsinden. Kartpostala alelacele şöyle bir bakıp cebime koydum. Kartpostalın üzerindeki yazı hoşuma gitmişti. Onu bir süre cebimde taşıdım ve sonra okuduğum kitapların arasına koydum.

Kartpostalı daha sonra yine okudum. Kartpostalda şu cümleler yer alıyordu: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefâhet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idâm ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü bu sûrette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzâdır. ”

Kısa tatilin bende kalan izleri bir süre daha devam etti.

Sınıfta, teneffüslerde, etütlerde arkadaşlarla çeşitli konular üzerinde zaman zaman konuşup tartışırdık. Çok okuma merakım vardı. Yeni çıkan kitapları yakından takip ederdim. İstanbul’dan bazı yayınevleri ile de bağlantı kurdum. Çıkacak kitapları da öğrenirdim. Bu arada bazı kitapları getirip okulda sattım. Bir arayış içindeydim. Elime geçen kitapları en kısa sürede okumaya çalışırdım. Bu merak yüzünden bazan teneffüsleri de kaçırırdım. Zilin ne zaman çaldığını bile duymazdım.

Yine bir gün sınıfta tartışma konumuz tarikatlar ve cemaatler oldu. Nur cemaati, Nurculuk konusu açıldı. Herkes bir şeyler söylemeye çalıştı. Söz sırası bana gelmişti: “Nurcular yanlış yapıyorlar, Bediüzzaman’ı yanlış anlıyorlar, yanlış anlatıyorlar” dedim.

Bir arkadaş, “Sen Risâle-i Nur’u okudun mu?” dedi. Şaşırdım. Ne cevap verecektim. Kartpostaldaki sözler aklıma geldi. Ama Risâle-i Nur’la ilgisi var mıydı? Doğrusu okudum denilmezdi. O günlerde gazeteler Nurculardan bol bol bahsediyordu. Nasıl mı? “Devletin temel nizamını yıkmaya çalışan Nurcular ayin yaparken yakalandı. Suç âleti olarak tesbih, takke, sarık, cübbe ve Nur risâleleri ele geçirildi. Sanıklar sorgulanmak üzere adliyeye sevk edildi.” Ama aynı gazetelerde her nasılsa mahkeme sonuçları yayınlanmazdı. Gazete haberlerinin etkisinde kalarak “Ne gereği var, gazeteler anlatıyor ya” dedim.

Okumadan bir kitap hakkında nasıl hüküm verilebilirdi. “Câhil cesur olur” sözünden hareketle olsa gerek bazı sözleri sarf etmiştim. Bu sözlerle doğrusu kendim de tatmin olmamıştım.

Ne yapabilirdim ki? Düşünmeye başladım. Bu kitapları okumam gerekir. Ama nasıl bulacaktım? Bana soru soran arkadaş okumuş olabilirdi. Arkadaşa döndüm:

“Adil, sen Risâle-i Nurları okudun mu?” dedim.

“.........”

Sustu. Rengi kaçmıştı. Cevap veremedi. Herhalde ağzından kaçırmıştı. Çünkü Risâle-i Nur okuyanlar tehlikeli kabul ediliyordu. Nurculukla ilgili menfî haberler başta yer alırdı.

Aradığımı bulmuştum galiba. Adil’i sıkıştırmaya devam ettim. Risâleleri okuduğuna kanaat getirdim. Yalnız kalmasını bekledim. Sorumun cevabını geç de olsa aldım:

“Evet!” dedi.

“Beni o kitapların okunduğu yere götüreceksin” dedim.

Şaşırdı. Tekrar durakladı. Beni atlatmaya çalıştı:

“Yerini ben sana tarif edeyim, sen gidersin” dedi.

“Ben bilmediğim, tanımadığım yere yalnız gitmem” dedim. İkna etmeye çalıştım.

Kaçış yolları aradı. Ama bulamadı. Sonunda razı oldu. Hafta sonu birlikte gitmeye karar verdik.

Hafta sonunu sabırsızlıkla ve merakla bekledim. Güzel bir gündü. Birlikte yollara düştük. Arkadaş fazla konuşmadı. Bazı sorularımın cevaplarını yine beklemeye aldı. Olsun. Ben de sabırla beklerdim.

Hem yürüyor, hem düşünüyordum. Kafamda sorular resmî geçit yapıyordu. Benim için yeni bir yolun başlangıcı mı olacaktı?

Yaşım ne, başım ne idi? 12-13 yaşlarında idim. İster bir çocuk deyin, isterseniz bir genç. Bana göre her güzelliğin bir başlangıcı vardır.

Adımlarımı saymadım ama epey yol aldık. Ulu Cami yakınında bir evin önünde durduk. Mütevazi bir ev olsa gerek. Ahşap bir bahçe kapısı. Zili çaldık. Kapı açıldı. İçeri girdik. Meğer kapının arkasında bir ip varmış. O ip çekilince kapı açılıyormuş.

Genişçe bir avludan yürüdük. Birkaç basamakla sofaya çıktık. Bizi zayıf, biraz uzunca boylu, güleç yüzlü bir ağabey karşıladı. “Hoş geldiniz” dedi, kucakladı. Halbuki ilk defa karşılaşıyordum. Beni daha önce hiç görmemişti bile. Ama karşılama samimî ve candan idi. Ayak üstü hemen tanıştık. Adının Fevzi olduğunu söyledi. Hayatımda ilk defa “medrese-i nûriye” denilen yere gitmiştim. Hayatta ilkler çabuk hatırlanır, zor unutulur. Bu Fevzi Ağabey, daha sonra Ankara/Ulus 27’ye ilk defa gittiğimde de kapıyı o açmıştı. Hemen hatırlamıştım. Tanıdık bir yüzle karşılaşmak güzel bir şeydi. 27 ile ilgili hatıraları daha sonraya bırakıp tekrar Adana’ya dönelim.

Salona geçip oturduk. Birkaç kişi daha vardı. Onlarla da tanıştım. Hatırladığım kadarıyla ev girişte bir sofa, bitişiğinde bir salon, üstte bir oda ve banyo. Tuvalet, bahçenin kenarında yer alıyor. Hani mütevazi bir Anadolu köy evini andırıyordu. Salon halı ile döşenmişti. Kenarlarında da ot yastıklar sıralanmıştı. Duvarlarda çeşitli yazıların ve manzaraların yer aldığı levhalar sıralanıyordu.

Yere oturunca gözüme hemen levhalar ilişti. Sıradan okumaya başladım. Baştan bir daha okudum. Aklıma daha önce Osmaniye’de elime tutuşturulan kartpostal geldi. Onu da araya aldım. Hayal-meyal bir daha okudum. O kişi ve yazıyla bağlantı kurmaya çalıştım.

Bir ara salona yaşlı bir ağabey daha geldi. Adımlarıyla, bakışlarıyla etrafına güven telkin ediyordu. “Hoş geldin.” dedikten sonra o da kucakladı. Adımı, memleketimi sordu.

“Ahmet, Çankırı” dedim.

“Hemşehriymişiz” dedi. Ben de ona aynı soruları sordum:

“Abdullah Yeğin, Kastamonu” dedi.

Ne de olsa gurbetteydim. Bir hemşehri bulmuştum. Çok sevindim. Abdullah Ağabey eline kırmızı kaplı bir kitap aldı. Okumaya başladı. Ben de dinlemeye başladım. Kulağım okunanlarda, gözüm duvardaki levhalarda takılı kaldı. Okunanları unuttum, levhaları okumaya koyuldum:

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”

“İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”

“Ey insan, düşün! Sen alâkülli hâl öleceksin. Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyât var.”

“Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir.”

“Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”

“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, diğerinde hile, şüphe tevellüt eder.”

“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.”

.........

Duvardaki levhalarla birlikte hayal dünyama iyice dalmışım ki, Abdullah Ağabeyin “Öyle değil mi Ahmet kardeş!” demesiyle uyandım. Bir şey diyemedim. Çünkü ne okunduğunun farkında değildim. Tekrar okunanları dinlemeye başladım.

O gün Abdullah Ağabey ne okudu? Aklımda kalan sadece kırmızı kaplı Nur Risâleleri idi. Soru sormak aklıma bile gelmedi. Aklımdan geçen soruları da unuttum. Zaman ne çabuk geçti. Dönüş saatimiz gelmişti. Akşama kalmamız istendi. İznimiz gündüzleri idi. Halbuki burada akşamları risâleler okunuyormuş. Müsaade isteyip ayrıldık.

Hızlı adımlarla okulun yolunu tuttuk. Mânevî havası, duvardaki levhalar ve oradaki insanların sıcak ilgileri beni cezbetmişti.

İlk defa bir medrese-i nuriyeye gitmiştim. Üstadın hizmetinde uzun yılları geçen Abdullah Yeğin Ağabeyle tanışmıştım. Meyve Risâlesi’nden Altıncı Mesele’de “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” diyen Kastamonulu lise talebesi Abdullah Ağabey’den de ilk dersimizi almıştık.

Hafta sonlarını iple çekmeye başladım. Medrese-i nûriyenin yolunu artık öğrenmiştim. Yalnız başıma da gidebilirdim. Adil kardeşe teşekkür ettim. Meğer o da birkaç defa gidip gelmiş. Benim sorularımı cevaplandıracak birikime sahip değilmiş. Hafta sonları arkadaşlarla şehirde gezerken yolumuzu Ulu Cami’ye çevirip medresemize de uğrayıp mânevî akülerimizi şarj ederdik. Fırsat buldukça gidip Abdullah Ağabeyin sohbetlerini dinledim. Aklıma gelen soruları sordum.

Sonraki haftalarda risâleleri okula getirip akşamları okumaya da başladık.

Ahmet ÖZDEMİR

07.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri