Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Vahşete teslim olmamak

Başbakan Tayyip Erdoğan, Diyarbakır'da sivil beş kişinin hayatını kaybettiği patlamayla ilgili açıklamasında, "Kenetlenmeliyiz" diyor. Doğru. Kenetlenmek lazım. Sadece teröre, şiddete karşı değil.

Bu terör-şiddet, terör-karşı şiddet kısır döngüsünü kırmak, insani değerler, hukukun üstünlüğü ve adalet için de kenetlenmeliyiz.

Çözümsüzlüğe, çaresizliğe ve umutsuzluğa karşı çıkmak amacıyla da kenetlenmeliyiz.

Bu son 25 yılda Türkiye'de, bölgede, Diyarbakır'da patlayan ilk bomba değil.

Ama son olabilir. Bu bombanın patlayan son bomba olmasını sağlamak amacıyla kenetlenmeliyiz.

Henüz bu vahşetin gerçek sorumluları belli olmadı. Muhtemel ve potansiyel sorumluları ise belli.

Diyarbakır sokaklarında yapılacak kısa bir araştırma, insanların bu vahşetten dolayı kimleri sorumlu tuttuğunu gösterecektir.

Bundan 15 ay önce de Diyarbakır'da bir bomba patladı. Bir parkta çoğu çocuk 10 kişi hayatını kaybetti. Onların da hepsi masum sivillerdi. Olay faili meçhuller arasına karıştı.

Şimdi bu son olayla artık hem Diyarbakır insanı hem de Türkiye'de şiddete karşı olan herkes 'yeter' diyor. Bu oyun artık son bulsun.

Bu vahşet olaylarının failleri ortaya çıkarılsın.

Bir yandan bu tür şiddet olaylarının önüne geçebilmek için acil tedbirler alınsın. Bunlar yapılırken evrensel insan hakları ve hukukun temel ilkeleri gözetilsin.

Suçlular, ama gerçek suçlular cezalandırılsın.

Şemdinli'de sivillerin üzerine bomba atarken suçüstü yakalanan asker kişilerin salıverilmesi gibi olaylar yaşanmasın.

Halk, adaletine güvenebileceği, inanacağı bir yönetimle 'kenetlenmeye' hazır. (Ama son Şemdinli olayı halkla hükümet ve devlet ilişkilerinin 'kenetlenme' düzeyine çıkmasını engelliyor. İlişkileri zehirleyen bir olay Şemdinli.)

Bakın olaydan sonra Diyarbakırlı 50'ye yakın sivil toplum örgütü yayınladıkları bildiride, "Diyarbakır Bu Vahşete Teslim Olmaz" diyor ve bu patlamanın ve daha önce gerçekleşenlerin faillerinin bulunmasını talep ediyor. "Kimden gelirse gelsin şiddet ve teröre karşıyız" diyor.

Bu çok önemli bir çağrı. Halkın genel yaklaşımı böyle. Başbakan Erdoğan'ın 'kenetlenelim' çağrısı ile bu çığlığı birleştirmek gerekir.

Ve bu çağrıyı, "Kimden gelirse gelsin teröre, şiddete karşı kenetlenelim" ifadesiyle birlikte, bu gibi olayları körükleyen şartların ortadan kaldırılması için adım atılması temennisine dönüştürmek lazım.

Böylece bu çağrı, bir yandan PKK'nın silah bırakmasına, bir yandan da aleni savaşın bitirilmesiyle, kan dökülmesine son vermekle sonuçlanacak bir çözüm sürecini ifade edebilmeli.

Böylece bu çağrı Türkiye insanının ortak sesi haline gelebilir.

Çünkü mesele sadece Kürtlerin acısı değil. Bütün ülkenin meselesi ve ülke insanlarının acısı.

Bir yandan bu ve benzeri olaylarının failleri bulunup cezalandırılmalı. Ama Şemdinli olayında olduğu gibi değil. Yani, toplum vicdanını kanatmayacak bir şekilde adalet tecelli etmeli. Bir yandan da bu ve benzeri şiddet olaylarının, şiddet gösterilerinin ve vahşet uygulamalarının kökenindeki sebepleri ortadan kaldıracak adımlar atmak konusunda daha kararlı olunmalı.

Bu gibi olaylar barışçı çabaların, demokratik çözüm girişimlerinin önünü kesmemeli. Bu gibi olaylar oluyor diye devlet antidemokratik uygulamalara yönelmemeli. Tam tersi demokratik açılımlar genişletilmeli. Yeni reformlara hız verilmeli.

Varsa eğer, hükümet Kürt meselesi ile ilgili çözüm önerilerini artık daha fazla bekletmeden bir an önce kamuoyuna açıklamalı.

Bu anlamda Başbakan'ın Diyarbakır'da bazı sivil toplum örgütleriyle biraraya gelerek onların çözüme ilişkin önerilerini hiç olmazsa dinlemiş olmasını önemsemek gerekir.

Bu biraraya geliş, belki de hükümeti 'Kürt meselesini Kürtlerle konuşmadan çözmeye çalışmak' gibi bir yanlıştan kurtarmak açısından öğretici de olmuş olabilir.

Bakın o toplantıya katılıp önerilerini Başbakan Erdoğan'a ileten Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu patlamayı nasıl değerlendiriyor:

"Sivil anayasının tartışıldığı, Kürt sorununda yeni bir açılım oluşması için basınç oluşturulduğu bu dönemde patlayan bu bombayı patlatan her kimse, amacı Kürt sorununda şiddeti dayatmak, Kürt sorununun demokratik olarak çözülmesini engellemektir."

Bu laflar üzerinde düşünmek gerekir. Kimler, hangi odaklar ya da hangi örgütler Kürt meselesinde demokratik çözümü şimdiye kadar engelledi. Ve şimdi yine engellemek istiyor?

Kimler karşılıklı şiddetten medet umuyor?

Belki de bu acı olay vesilesiyle Türkiye bu soruların cevaplarını arayabilir. Yakıcı meseleleriyle bir an önce yüzleşmek ve onlara çözüm aramak yoluna yönelebilir.

Evet, şiddete karşı çıkmak ve barışa fırsat tanımak için kenetlenmeliyiz.

Yeni Şafak, 7.1.2008

Koray Düzgören

08.01.2008


 

Yedinci ok: Korkutmacılık

CHP lideri Deniz Baykal geçen hafta yine bir konuşmuş, pir konuşmuş. Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay'a mühim ifşaatlarda bulunmuş. Ak Parti'nin hazırlattığı 'liberal' anayasa taslağının, 'laiklik, yargı ve üniter yapıda kırılma ve bozulma' getireceğini söylemiş. Hatta hızını alamamış ve 'Irak'ta işgalle yapılan, Türkiye'de anayasa ile yapılacak' bile demiş.

Bu gibi sözleri CHP liderinden yeni duymuyoruz. Sayın Baykal uzun zamandır böyle yapıyor. Yani toplumu korkutuyor. Laikliğin, üniter devletin, Cumhuriyet'in tehdit altında olduğunu, çatırdadığını, yakında çökebileceğini söylüyor. İktidara gelirse ne yapacağını anlatmaktan ziyade, temsil ettiği 'devlet iktidarı' gevşerse başımıza hangi felaketlerin geleceğini bildiriyor. Bu senaryolardan yeterince korkanlar da gidip CHP'ye oy veriyorlar.

Bu yöntem, CHP tarafından ustaca kullanılsa da, aslında bu partinin icadı değil. Siyaset biliminde 'korku siyaseti' diye tanımlanan, bildik bir şeydir bu. Otoriter rejimler veya özgürlük karşıtı siyasi akımlar tarafından tercih edilir. Çünkü insanları korkutursanız, onlar hak ve özgürlük aramayı bırakır, kendilerini kurtaracak güçlü bir 'otorite' arar. Otoriteyi ayakta tutmak için, sürekli olarak 'iç ve dış düşmanlar' fobisi yaymak gerekir. Bir siyaset doçenti olan Sayın Baykal, belli ki bu işleri iyi biliyor.

Bu korku siyaseti son yıllarda CHP ile o kadar özdeşleşmiş durumda ki, partinin esasları arasına bile pekala girebilir. Hatta aralarında 'demokrasi' veya 'özgürlük' gibi zararlı fikirlerin bulunmadığı o ünlü Altı Ok'un yanına yedinci bir tane daha eklenebilir . Halkçılık, İnkılapçılık, Korkutmacılık, diye gider. Maksat, pratikle teori birbirine uysun.

CHP kurmaylarının bu adı konmamış ' yedinci ok'u neden bu kadar ısrarla kullandığı açık: Siyaset üretemiyorlar, çünkü ideolojik/felsefi formasyonları buna izin vermiyor. 1930'lardan bugüne bir türlü ışınlanamıyorlar. O yüzden de 'statüko'ya bel bağlayıp, değişimin önünü kesmek istiyorlar.

Asıl enteresan soru, korku siyasetinin neden toplumumuzda prim yaptığı. Seçmenler arasında yüzde 20'yi bulan azımsanmayacak bir kitle, CHP'nin korkularını paylaşıyor. Dışarıda ABD, AB ve 'küresel kapitalizm'in, içeride 'dinciler'in ve daha bin bir türlü 'hain'in elele verip Cumhuriyet'i yıkmak için her Allah'ın günü yeni bir fesat çıkardığına inanıyor. Neden acaba?

Galiba bu korkunun hoş bir tadı, doyulmaz bir lezzeti var. Çünkü aslında epey bir gurur okşuyor. Düşünsenize, bütün dünya size karşı birleştiğine göre, siz bayağı mühim bir şey olmalısınız. Herkes sizi yıkmak için uğraştığına göre, belli ki sizde müthiş bir cevher var.

Buna inanmak, insana derin bir haz veriyor olmalı. Bir tür 'mutluluk hapı' yani. Ancak hapın kötü bir yan etkisi var: Kendinizde müthiş bir cevher olduğuna inanırsanız, ilerlemeye pek gerek duymuyorsunuz. Ekonomik kalkınmaya, sosyal gelişmeye, demokratikleşmeye ihtiyacınız yok. Bilimsel ve akademik üretim bile pek önemli değil. Hele şu iç ve dış düşmanları bir tepeleyin, bunlar zaten kendiliğinden olur. Önemli olan sağlam durmanız. Zaten bir Türk dünyaya bedeldir. Yeter ki aymazlığa kapılmasın, uyumasın. Düşmanlara göz açtırmasın. 'Liberal anayasa' gibi kumpaslara pabuç bırakmasın.

İşte Türkiye'de böyle bir 'korkanlar ve korkutanlar' cephesi var. Allah'tan bir de ' iş yapanlar' var da, memlekette çivi üstüne çivi çakılıyor. 1950'den beri...

Not: Sayın Baykal, bu yazıda anlattığım 'teamül'ün aksine, dün Diyarbakır'da gayet demokratik sözler de etti. Bundan ötürü kendisini tebrik ederim. Doğruya doğru...

Star, 7.1.2008

Mustafa Akyol

08.01.2008


 

Beş atış yirmibeş ya da Blackwater

Amerika Amerika olalı Blackwater kadar kötü bir ürün ihraç etmemiştir dünyaya. Ama bu özel güvenlik ve paralı asker sağlama şirketinin yararları da yok değil. Örneğin trafik sıkışıklığına anında çözüm getiriyor. Blackwater tayfası bakıyor ki arabalar tampon tampona ilerliyor, o saat silaha davranıp oraya buraya ateş ediyor, insanlar da arabalar da çil yavrusu gibi dağılıyor.

Şaka bir yana, savunma uzmanlarından tutun hukukçulara, onlardan da insan hakları savunucularına değin hemen herkes Bush'a, ABD Dışişleri ve Savunma bakanlıklarına, her gün yazı yazıp bu Blackwater ve benzerlerini, zapta rapta almasını söylüyor. Ama dinleyen kim?

ABD'nin Mart 2003'te Irak'a girmesinin hemen ardından, bu özel güvenlik şirketleri, yağmur sonrası topraktan fışkıran mantar örneği, her yerde bitiverdi. ABD Irak'a 130 bin askerle girmişti ve konvoyların, askeri tesis ve diplomatların korunması görevi özel güvenlikçilere ihale edildi. Daha geçen yıl Pentagon 20 bin özel güvenlikçiyle daha sözleşme imzaladı. Devlet Denetim Birimine göre şu anda sadece Irak'ta 48 bin paralı asker var.

Blackwater 7 Şubat 2006'da, Kerkük yakınlarında üç Kürt'ü öldürdü. Bunlar işinde gücünde, yani sivildi, asker ya da terörist falan değil. Bu olay ABD Musul Konsolosluğu önünde gösterilere yol açtı, ama sonra unutuldu gitti. Daha sonra Aralık 2006'da, gene Blackwater Bağdat'ta, Yeşil Hat yakınlarında Irak Başbakan Yardımcısı'nın korumasını vurdu. İtiraz mitiraz, çıt yok! Bu cinayetten tam altı hafta sonra Blackwater, Irak Devlet Medya Merkezi ve televizyonunu taradı makinelilerle, sonuç üç ölü. Sonra Irak İçişleri Bakanlığı'nın hemen önünde bir şoförü kanlar içinde yere serdi. İç işleri görevlileri silaha davrandı, ama ateş edemedi... Bu olay da kapandı.

Blackwater'la ilgili şikayet dosyaları ancak 2007'nin başlarında Irak Ulusal İstihbarat Komitesi'ne ulaştı. Hem bu komitenin üyesi hem de Irak İçişleri İstihbarat Daire Başkanı Tüm General Hüseyin Kemal, Amerikalı komite üyelerine ve ABD askeri yetkililerine başvurarak özel güvenlik görevlilerinden yakındı. ABD askeri yetkililerinin yanıtı hazırdı: 'Blackwater ve diğer özel istihbarat birimleri bize bağlı değil. Şikayetinizi ABD Dışişleri Bakanlığına yapın!' Dışişleri Bakanlığı sözüm ona bir soruşturma yaptı ve hiçbir suç unsuru bulamadı!

Savunma Bakanlığı 2003 yılından bu yana paralı askerlere 2.7 milyar dolar ödedi. Şu anda bu bakanlığa bağlı tam 17 özel güvenlik şirketi var Irak'ta. Bakanlık 2007 yılında bu 17 şirkete 689.7 milyon dolar ödeme yaptı.

Dışişleri Bakanlığıysa, özel güvenlikçilere 2.4 milyar dolar ödedi; aslan payını 1 milyar dolarla Blackwater kaptı.

Bugün, gerek ABD Barolar Birliği gerekse de Ticaret Odaları Birlikleri, ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarını çok ciddi bir biçimde eleştirerek bu güvenlik şirketlerinin daha uzun yıllar hem bölgenin hem de ABD'nin başına bela olacağını söylüyor!

John Hopkins Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi Kate Turner, okulu ziyaret eden Başkan George Bush'a Blackwater ve benzeri kuruluşların hem Afganistan hem Irak'ta dilediğince at koşturduğunu, birçok kişiyi öldürdüğünü ve ABD'nin bunlara ses çıkarmadığını söyleyerek Bush'un olaylara el koymasını istedi. Bush'un yanıtı garipti, en azından:

'Valla bu soru çok ilginç. Ne yapılması gerektiğini ben de bilmiyorum. Ama yarın ilk iş Savunma Bakanını arayıp soracağım. Bakalım ne diyecek...'

İşin gerçeği Irak Blackwater ve diğer özel güvenlik şirketleri için özel bir atış poligonu, Irak'lı garibanlar da canlı hedef. Anlayacağınız beş atış yirmi beş!

Star, 7.1.2008

Aziz Üstel

08.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri