Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

İblis, "Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin."

Sâd Sûresi: 79 - 80

29.01.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Zinâ edenlere Allah şiddetle gazap eder.

C

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 600

29.01.2008


Kanunu kendi keyfine tâbî etmek istibdadın esasıdır

Suâl: "Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?"

Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

Suâl: "Demek istibdat hayvâniyetten gelmedir?"

Cevap: Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir.

Suâl: "Sonra?"

Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer'iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid'in istibdâdına kuvvet verdi.

Suâl: "Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?"

Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.

Suâl: "Bâzı adam, 'Şeriata muhâliftir' diyor?"

Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruât olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir; Meşrûtiyetten neş'et etmesi lâzım gelmez. Hemde, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Münâzarât, s. 37

Lügatçe:

kavî: Kuvvetli.

kavânîn-i esâsiye: Temel kanunlar.

Şeriat-ı Garrâ: Parlak Şeriat.

muhît-i zamânî ve mekânî: İçinde bulunduğu yer ve zaman.

cevânib-i âlem: Âlemin dört bir yanı.

zeynâb: Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz.

karn: Çağ, devir.

şuubât-ı heyet-i içtimâiye: Sosyal hayatın çeşitli kesimleri.

cidâl: Mücadele.

berdevam: Devam etmekte.

seccâl: Akıp duran, sürüp giden.

29.01.2008


Gayba iman (1)

Gayb; kelime olarak, gizli olan, göze görünmeyen, kayıp, belirsiz, his ve aklın ötesinde kalan, insan tarafından kavranamayan, mânevî âlem gibi anlamlara gelmektedir.

Terim olarak ise, bilinmeyen her şey, kişinin içinde bulunduğu saha ve çevresinin dışındaki bilgi ve malûmat anlamında kullanılmaktadır.

Gayb, kişinin bilgi durumuna göre farklılık göstermektedir. İstanbul'u hiç görememiş biri için İstanbul, hayalin bulutları arkasında bir şehirdir. Bildiği İstanbul değil, hayalinde canlandırdığı bir İstanbul'dur. Kişinin bilmediği şey, onun için gayb sayılır. Bir başka kişi onu biliyorsa onun için o mesele gayb değildir. Özellikle geçmişe ve tarihe ait olaylar böyledir. Geçmişteki o olaylar hakkında bilgisi olan için o olaylar gayb olmaktan çıkmıştır. O konu hakkında bilgisi olmayan için gayb olma durumu devam etmektedir.

İnsan olarak, geçmişe ait bilmediğimiz birçok olay olduğu gibi, içinde yaşadığımız hayatın da birçok meselesini anlamakta ve yorumlamakta zorluk çekmekteyiz. Farklı pencerelerden bakmak, bizi farklı sonuçlara götürmektedir.

Bir mekânda bulunduğu durum itibariyle de farklılık göstermektedir. Zeminde yürüyen için, görmediği arka sokaklar gaybtır. Aynı kişi, minarenin başına çıkarılsa, ufku genişleyecek, eskiden gayb olan şeyler gözünün önünde olacaktır. Bir balona bindirip daha yukarılara çıkarılsa, ufku daha da genişleyecek, aşağıdaki için gayb hükmünde olan şeyler onun gözünün önünde cereyan edecektir.

Cin ve melek açısından da durum benzer şekildedir. Belli bazı şeyler onlara malûm, diğer varlıklara ise gizlidir. Bazı şeyler de hepsine gizlidir.

Gizli şeylerin tamamı, Allah tarafından bilinmekte olup, onun bilgisinde açık ve seçiktir. Hiçbir şey ona gizli değildir. Onun bilgisinde gayb yoktur.

İnsanın duyguları itibariyle de farklılık göstermektedir. Gözle görülenler, kulak ve diğer duyu organları için gayb sayılmaktadır. İşitilen bir şey de göz için aynı şekildedir. Güzel bir manzarayı görürüz ama duymayız; sesi duyarız ama görmeyiz. Çünkü her duygunun sınırları ve alanları farklıdır. Bu farklılığı eksiklik olarak anlamak da uygun değildir. Akıl ve his ise, olaylara daha farklı bakmakta ve farklı hissetmekte, farklı biçimde algılamaktadır. Aklın gözü ile başımızdaki gözün kabiliyetleri ve algılamaları farklıdır.

Lokman Sûresi'nin 34. âyetinde, beş tane konu, "bilinmeyen beş şey" olarak zikredilmektedir. Tabiî bilinmeyen şeyler, sadece bu beş şey ile sınırlı değildir. Burada aklın önüne bir dürbün konulmakta, bilinmeyenlerin bu pencereden seyredilmesi istenmektedir.

Ayrıca, insanın ilim ile gururlanıp, her şeyi bildiğini iddiâ edip, başını bulutların üstüne çıkarıp, haddini aşmaması gerektiği açıklanmaktadır. Kendisi ne kadar çok bilse de her bilenin üstünde bir bilenin bulunduğunu hatırlayıp, onun ilmi önünde başını eğmesi gerektiği dersi verilmektedir. Çünkü bilmemek bir acizlik işaretidir. Bu beş şey gibi bilmediği meselelerin varlığı önüne konularak, acizliği hatırlatılmaktadır.

Bilgi ise güçtür. Her şeyi bilemeyenin ilâh olamayacağı, her şeyi bilenin de kendisine ortak kabul etmeyeceği, yaratıkların bilgisinin sınırlı olduğu anlatılmaktadır.

Bir şeyin kendisi veya kendisini haber veren vesileleri bilgi sınırları içine girmişse, o artık gayb değildir. Ya zatı itibariyle veya vesileleri cihetiyle bilinendir. En azından vesileler, zâtının gelmekte olduğunu haber vermektedir. Zâtı hakkında net bilgi sahibi olmasa bile, uzaktan uzağa bakma vesilesi olmaktadır. Keskin bir virajın önündeki insanın, bir korna sesi duyduğu zaman, bir arabanın gelmekte olduğunu, mesafesinin oraya yaklaştığını anlaması gibi. Belki virajın öbür tarafını görmüyor ama arabanın vesilesi olan korna sesi gelmiştir. Arabanın geldiğini bilmektedir. Arabanın mahiyeti hakkında bilgisi olmasa dahi, bir arabanın geldiğini hissetmektedir. Biraz sonra da görecektir.

Bu beş bilinmeyen meselenin mahiyeti hakkında çok teferruatlı bilgi sahibi olunamasa bile, onların vesileleri yardımıyla bunların yaklaşmakta olduğu anlaşılır. Kıyamet alâmetleri, kıyametin yaklaşmakta olduğunu gösteren kilometre taşlarıdır. Nem ve rüzgâr, yağmurun habercileridir. Anne karnındaki ceninin büyümesi, kaderini bilemesek bile, erkeklik-dişilik, ciddî bir sağlık probleminin olup olmadığı gibi bazı bilgilere ulaşmamıza vesiledir. Doğru sebeplere yapışarak arayacağımız bir rızık ve sonuçta sağlıklı bir tevekkül ve kanaat, yetecek kadar rızkın gelmesine vesiledir ve aç kalınmayacağını gösterir. İhtiyarlık ve hastalıklar, kazalar, aldığımız her nefes bizi bir adım daha ölüme yaklaştırmakta olduğu gibi, bunlara bakarak, hayatımızın her saniyesi ölüm tarafına koşmak anlamını taşıdığı ve bir gün sessiz gemi ile bu hayat limanından ayrılacağımızı telkin etmektedir. Zincirin halkalarının tamamını bilemiyoruz belki, ancak bildiğimiz halkaların hepsi de bizi hedefe doğru yöneltmektedir.

Gaybın çeşitleri

İki çeşit gayb vardır. Mutlak gayb, nisbî gayb.

Mutlak gayb, sadece Allah'ın bildiği, diğerlerinin bilmediği gayptır. Ne kendisine, ne de vesilelerine ulaşmak mümkün değildir.

Nispî gayb ise, zatı veya vesileleri cihetiyle, belli oranda bile olsa, bilinebilen gaybtır. Bilgimiz, başlangıç ile sonuç arasındaki bütün halkaları olmasa bile bir bölümünü bilebilir. İnsanın görevi, bilmek için çaba harcamak ve halkaları tamamlamaya çalışmaktır. Bu konuda bilginin önü açık bırakılmıştır. O çaba çok değerlidir. İlmî inkişaflar bu sayede meydana gelmektedir. Bazen, biraz zamana da ihtiyaç vardır. İbn-i Sina'ya gizli olan bir hakikat, bugünün doktoruna gayet bedihî ve açıktır. Bugün gizli olan bir şey, yarın açığa çıkabilir. İnsanın üstünlüğünü, bu öğrenme çabası ortaya koyacaktır. Bu bölümdeki hakikatleri öğrenme konusunda Allah, insanların önünü açmış ve harcadığı çabayı da çok değerli kabul etmiştir. Çalışmayı dostluğuna vesîle saymıştır. Tembelliği ve çalışmamayı da yermiştir.

İkinci grup gaybı araştırmak, Allah'ın sıfatları ile tecellîsi arasındaki halkaların araştırılması, aradaki bağların bilinmesi anlamına da gelmektedir. Yaratık ile Allah'ın yaratma sıfatı arasında epeyce zincir halkaları vardır. Halkaların tamamını keşfetmek mümkün olmayabilir. En azından bugün için olmayabilir. Zaman içinde inkişaf edecektir. Ne kadar bilinirse o kadarı kârdır. Burada bardağın dolu tarafına bakmak gerekmektedir. Çünkü açığa çıkarılan her halka, her bilgi bizi bir adım ileriye götürecek, Allah'ı daha iyi tanımamıza vesile olacaktır. Rızıkta ve diğer sıfatlarında da böyledir. Hayat ile hayatı veren arasındaki halkaları ne kadar iyi bilirsek, hayatı verene karşı o kadar sağlıklı bağlanma imkânı buluruz. Hayatı vermekle, bize ne kadar büyük bir ikramda bulunduğunu daha iyi anlarız. Bildiğimiz veya bilemediğimiz her halkası ile bu süreçleri kabul etmek gerekmektedir. Bilemediğimiz halkalar da, bu hayatın bir gerçeğidir. Bilmesek de onlar vardır. Bilmediklerimizin varlığını kabul etmektir. Allah'ın güzel isimlerinin mârifetine yanaşmak, o sıfatların sahibine mükemmel bir iman ile intisap etmektir gayba îman.

Sıfatlarla tecellîleri arasında bazen perdeler ve sebepler vardır. Bilgi denilen şey bu sebeplerin keşfidir. Sebepler ve vesileler ne kadar çok ve doğru şekilde anlaşılırsa, onların bağlandığı neticeyi, yani sıfatları daha iyi anlamak mümkün olur.

Allah'ın bazı sıfatları da vardır ki onların tecellisinde sebepler ortadan kaldırılmıştır. İlim, Rahmet, Nur gibi sıfatlarda olduğu gibi. Hayat düğümünün açılması, yavruların rızkının ummadığı yerden gönderilmesi, göz ve gönül aydınlığı, mutluluk gibi şeyler bu kısma dâhildir. Bu kısımdaki gelişme ve ilerleme, çoğu zaman ânî olmaktadır. Gereken çaba gösterildikten sonra Allah'ın merhametini beklemek gerekmektedir.

Gayba iman

Gayba iman; nimette boğulmadan, nimet verene ulaşmaktır. Esere saplanıp kalmadan, o eseri yapana, sanatkârına; sebepler perdesini aşıp sebepleri yaratana ulaşabilmektir. Bilgi bakımından yükseğe çıkıp, ufkunu genişletmektir. Bugünün malumu olan şeyleri, meşhûd hale, hayatın bir parçası haline getirmektir.

Geçmiş hadiseler, zihinde bir takım mânâları bırakıp, görünen vücudu terk edip, ilmî vücuda geçmişlerdir. Bugün, bir takım teknolojik gelişmelerle, geriye dönüp bu vücutlara ulaşmamız, görüntü hâlinde olsa bile, mümkün olmaktadır. Gelecek denilen şeyler de ilmî vücuttur. Belki maddî âletlerle onlara ulaşamıyoruz, ilmen ve mânen bir kısmına ulaşmak mümkün olmaktadır. İmanın derecesine göre, bu inkişaf artmaktadır. İmanın yüksekliği nispetinde, geçmişe ve geleceğe nüfuz kabiliyeti artmaktadır. Allah'a, mükemmel bir iman ile intisap eden insanın dünyasında, yokluk, hiçlik, idam, fanilik yoktur. Yok olanlar da onun ilmine dâhil olmuşlardır. Birer ilmî vücut giymişlerdir. Hayatı ve hayatın içindekileri böyle kabul eden birisinin dünyasında fena ve yokluk yoktur.

Devamı yarın

Ali Sarıkaya

29.01.2008


BİR KISSA, BİN HİSSE

Kays İbnu Rumî merhum anlatıyor:

"Süleyman İbnu Üzünan, Alkame'ye, parası gelinceye kadar bin dinar borç vermişti. Parası gelince borcunu ondan istedi ve sert davrandı. Alkame de hemen borcunu ödedi, ancak hâliyle Süleyman'a kırıldı.

"Birkaç ay sonra Alkame, tekrar Süleyman'a geldi ve 'Param gelinceye kadar bana bin dirhem ver!' dedi.

"Süleyman da, 'Pekalâ! Memnuniyetle!' dedi. Ailesine yönelerek, 'Ey Ümmü Utbe! Şu yanındaki mühürlü keseyi getir!' diye seslendi.

"Kadın keseyi getirdi. Süleyman, Alkame'ye, 'Vallahi işte ödediğin dirhemler! Ben bunlardan tek dirhemi yerinden kımıldatmadım!' dedi.

"Bunun üzerine Alkame, 'Allah babandan ve senden razı olsun. O hâlde alacağını tahsil için bana olan o kaba davranışın sebebi neydi?' dedi.

"Süleyman, 'Senden işittiğim hadislerdir!' cevabını verdi. Alkame, 'Benden ne işitmiştin?' deyince Süleyman şöyle anlattı:

"Sen İbni Mesut'tan (r.a.) naklen Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâmın, 'Bir Müslümana bir şeyi iki kere borç olarak veren hiçbir Müslüman yoktur ki, onun bu davranışı, o şeyi bir kere sadaka etmiş gibi sevap olmasın!' buyurmuştur. Bundan dolayı, sana sert davrandım ki, paran olunca borcunu hemen veresin. Tâ ki, daraldığın zaman tekrar isteyesin, ben de senin işini tekrar göreyim ki, sadaka sevabından mahrum kalmayayım."

Bunun üzerine Alkame, "Evet, İbni Mesut bana böyle haber vermişti! Allah razı olsun" dedi.

(Kütüb-ü Sitte 17/292 (6742)

Süleyman KÖSMENE

29.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri