Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ

Nursî hanedanının medar-ı iftiharı: Bediüzzaman Said Nursî

Dünden devam

Bediüzzaman aid Nursî, Sofi Mirza’nın dördüncü evlâdıdır. Yirminci yüzyılda yetişen bu büyük İslâm âlimi, aynı zamanda büyük bir müceddiddir.

Nurs Köyünde 1878 yılında dünyaya gelir. Çocukluk yıllarında dahi, üstün hâl ve güzel meziyetleriyle belirir.

Said Nursî, dokuz-on yaşlarında köyünden ayrılır, zamanın medreselerinde tahsil maksadıyla dolaşır, küçük yaşlarında şöhret olur. Zira gittiği her yerde, her medresede üstün zekâsı ve hafızası ile dikkat çeker.

Üç yıl süren medrese tahsili küçük Said’i tatmin etmez. 1885 yılının kışını Nurs’ta ana babasıyla geçirir. O günlerde bir rüya görür. Rüyasında kıyamet kopmuş, herkes kendi derdindedir. Bu müthiş hengâmede Resûl-i Zîşân Efendimizi (asm) görmek ve bulmak ister. O yüce Nebî’yi (asm) ancak Sırat’ta görürüm düşüncesi ile oraya gider. Peygamber-i Zîşân’ın oradan geçtiğini görünce ellerine sarılır ve Kâinatın Efendisi’nden ilim taleb eder. Resûlullah (asm) da “Ümmetinden suâl sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir” der.

TAHSİLE DEVAM

Bunun üzerine küçük Said, ilim tahsili için yollara düşer. Dağları aşar, derelerden geçer. Ruhunda müthiş bir feveran uyanır. Şarktaki bütün medreseleri dolaşır. Henüz yaşı çok küçük olmasına rağmen ustalarını, üstadlarını ilimde ve irfanda hayretler içinde bırakarak ilm-i Kur’ân’da zirvelere yol alır.

Asıl medrese tahsilini, Erzurum’a bağlı Doğubeyazıd kasabasında, üç aylık bir sürede doksan cilt kitabı ezberleyerek yapar.

Şeyh Muhammed Celâli Efendi’den o günün şartları içinde icazetini alır. Gittiği her yerde münazaralara katılır. Muhatap olduğu bütün ilim erbabını geride bırakarak, marifetullahta terakkînin zirvesine tırmanır. Müsbet ilimleri tahsilde temayüz eder.

Paşaların, beylerin, ağaların meclislerinde bulunur. İlmî ehliyetinden dolayı hürmete, saygıya şâyân bulunur.

Bütün bu faaliyetler içinde Said Nursî, bölgenin sosyo-ekonomik durumunu tahlil, hastalıkları teşhis eder, çareler gösterir.

Toplumun üç büyük düşmanını ‘cehalet, zaruret ve ihtilâf’ olarak tesbit eden Bediüzzaman Said Nursî, bu üç düşmana karşı ‘sanat, marifet ve ittifak’ silahıyla cihad edilmesi gerektiğini beyan eder.

Bütün bu değerlendirmeler içinde, bölgenin maddî ve manevî gelişmesinde bir üniversitenin varlığının zarûretini dile getirir. Bu maksatla da devrin padişahına çıkar.

KUR’ÂN SÖNDÜRÜLEMEZ MÂNEVÎ BİR GÜNEŞTİR

Van’da bulunduğu 1894 yılında, bir gazetede, İngiliz Avam Kamarası Müstemlekât Nazırı Gladistone’un “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız” beyânlarını okur. Bunun üzerine ruhunda uyanan müthiş feveran ve gayretle “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim” diye kükrer.

İSTANBUL’DA...

İlmiyle âmil olan Bediüzzaman Said Nursî, gittiği her yerde, her hâl ve mekânda Kur’ân’ı nazara vererek, iman ve ahlâk dersleri anlatır. ‘Bediüzzaman’, yani ‘çağın eşsiz güzelliği’ mazhariyetini bihakkın gösterir.

Doğup büyüdüğü Şark bölgesinin dert ve problemlerini izâle maksadıyla ilk defa geldiği İstanbul’da, Medresetüzzehra nâmı verdiği, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite projesi için fikrî anlamda hazırlıklara başlar.

31 MART'TA BEDİÜZZAMAN

1909 yılı içinde cereyan eden 31 Mart Vakası olarak adlandırılan hadisede, İttihad ve Terakkîcilerin menfî propagandalarına maruz kalarak, Volkan gazetesinde yazdığı yazılardan dolayı Divan-ı Harb’e verilir.

Yaptığı müdafaa sonucu beraat eder. Bu olayda yatıştırıcı bir rol oynayan Said Nursî, mahkemede çoğu insanların idamla yargılandığı bir hengâmede mahkeme reisi Hurşit Paşa’ya sert çıkar. “Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidaları arasında, kalabalık bir grupla Sultanahmet’ten Bayezıt meydanına kadar yürür.

SAİD NURSÎ ŞAM’DA

1911 yılının kış aylarında Şam’a gider. On bin kişinin toplandığı Şam Emevî Camii’nde bir hutbe irad eder. Âlem-i İslâmın dert ve sıkıntılarının yanı sıra, huzur reçetelerini dile getirdiği bu hutbe, büyük bir dikkat ve heyecanla dinlenir ve daha sonra “Hutbe-i Şamiye” ismiyle kitaplaştırılır.

CİHAN HARBİ KUMANDANI

1914’lerde patlak veren Birinci Cihan Harbi’ne katılır. Talebeleriyle birlikte vatanı müdafaa ederek, düşmanlarla savaşır. Bu uğurda birçok yakınını ve talebelerini şehid verir. Erzurum Pasinler’de, milis albayı olarak çarpışır. Sonraları doğu cephesinde, Van ve Bitlis’te çarpışır. Bitlis deresinde Ruslarla çarpışırken esir düşer. İki sene dört ay Kosturma’da esir kalır. Sonra oradan firar ederek Türkiye’ye döner.

OSMANLI’NIN SON YILLARI

Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Said Nursî, o dönemler Osmanlının en yüksek ilmî müessesesi olan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına seçilir.

İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı etkili bir mücadele verir. Bu mücadelede ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı bir eser yazarak düşmanın planlarını bozar.

ANKARA’YA DAVET

Said Nursî’nin İstanbul’daki güzel ve etkili hizmetlerinin farkına varan Ankara Hükümeti onu Ankara’ya davet eder.

Said Nursî yeni mecliste hoşâmedî ile karşılanır ve bir beyannâme neşreder. Mustafa Kemal’le anlaşamayınca ve anlaşmasının mümkün olmayacağını da görünce Said Nursî, Ankara’yı terk ederek Van’da Erek Dağı’nda inzivaya çekilir.

Van’da iken 1925 yılının karlı bir kış gününde, Trabzon yoluyla İstanbul’a, oradan da Burdur’a sevk edilir. Burdur’da sekiz ay sürgün hayatı yaşayan Said Nursî, oradan da Isparta’nın Barla Köyüne sürgün edilir.

BARLA YILLARI

Barla’da sekiz seneyi aşan bir süre içinde etrafında sekiz yaşından seksen yaşına kadar pek çok kimse halka olur. Bu yıllarda Kur’ân'ın mânevî bir mucizesi olan Risâle-i Nur eserlerini te’life başlar. Risâle-i Nur’larla iman kurtarma faaliyeti içinde bir tecdit hareketi başlatır.

Said Nursî’nin bu muazzam ve Nurlu hareketini çekemeyen iman ve İslâm düşmanları, onun aleyhinde düzmece raporlar tanzim ederek, Isparta Mahkemesine verirler. Oradan 1935 yılında bir çok arkadaşıyla birlikte Eskişehir Mahkemesine sevk edilir. Eskişehir’de bir yıl hapis yatan Said Nursî, Kastamonu’ya sürgün edilir. Kastamonu’da sekiz yıl baskı ve gözlem altında tutulur. Birtakım bahanelerle buradan da alınarak, bu defa da Denizli hapsine gönderilir.

Toplam dokuz ay Denizli Hapishanesinde kalan Said Nursî, tahliyesinin ardından, Afyon’un Emirdağ ilçesine sürgün edilir. Burada geçirdiği iki buçuk yılın ardından, bu defa Afyon Hapishanesine mahkûmiyet kararıyla girer ve tam yirmi ay büyük çile içinde burada kalır. Yirmi ayın sonunda tahliye olur, tekrar mecburî ikamet altında Emirdağ’da tutulur.

SON YILLARI

Mübarek ömrünün son yıllarında dahi rahat bırakılmayan Said Nursî, 1952 yılında ‘Gençlik Rehberi’ Mahkemesi için İstanbul’da yargılanır, beraat eder.

Ömrünün en önemli meyvesi olarak Risâle-i Nur Külliyarı gibi eşsiz bir Kur’ân tefsirini insanlığın istifadesine sunmakta muvaffak olan Bediüzzaman Said Nursî, 1960 yılında Urfa’da Hakk’ın rahmetine kavuşur.

Vefatından üç ay gibi kısa bir süre sonra mezarından gizlice çıkarılarak, menfur eller tarafından bilinmeyen bir yere gömülür. Ne ki, bu zulüm, askında kaderin hükmüne hizmet olur. Zira Bediüzzaman, daha hayatta iken, mezarının bilinmemesini vasiyet etmiştir.

Dindar muhafazakâr kesim devletçiliği bırakmalıdır

Dünden devam

Prof. Dr. Atilla Yayla, Türkiye de İslam’ın yabancı bir unsur değil. Toplumsal hayatın ve toplumsal kültürün asli bir öğesi olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi:” Eğer biz İslam kültürü içinden hak ve özgürlüklere saygı gösteren siyasi düzenlemeleri teşvik edecek yorumlar geliştiremezsek, bu demokratik bir sistemin bu toplumda kurulması ve kök salması son derece zor olacaktır. O yüzden benim en çok görmek istediğim şey, toplumun her kesiminde olduğu gibi, dindar muhafazakâr kesimde devletçiliğin gerilemesi, azalması, devlete tapma kültürünün yerini yavaş yavaş, insan hak ve özgürlüklerini yüceltme kültürüne bırakmasıdır. Bunu burada rahat söyleyebileceğimi düşünüyorum. Çünkü bu camia, benim bildiğim kadarıyla, muhafazakâr camia içinde bu çizgiye en yakın olan, en çok yatkın olan camiadır. Sizin gibi insanlara çok görev düşüyor. Çünkü dinler en büyük zulmün de, en büyük hoşgörünün de kaynağı olabilmektedir. Herhalde Müslümanlara düşen de İslâmı büyük bir hoşgörü kaynağı olarak yorumlamak, yaşamak ve örnek olmaktır. Eğer bunu yaparlarsa, kendi problemlerinin çözümü kolaylaşacağı gibi, Türkiye’nin de problemlerinin çözümü kolaylaşır diye düşünüyorum.”

ANAYASA, DEMOKRASİ İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR

Prof. Dr. Atilla Yayla da, “Demokratik bir anayasaya sahip olmayan hiçbir ülkede demokrasi olamaz. Bir ülkede anayasal bir metnin bulunması da, o ülkede anayasalcılık geleneğine uygun bir yönetimin olduğunu göstermez. Anayasaya sahip olmak ile, anayasal yönetim geleneği arasında ciddi bir fark vardır” dedi.

Güçlü bir demokrasinin bazı şartları bulunduğunu ifade eden Prof. Dr. Yayla, “Bu şartların en başında şu geliyor, bir ülkenin demokratik olabilmesi için, orada anayasal yönetim geleneğine uygun, insan haklarına saygılı ve temel özgürlükleri ciddi bir şekilde koruma altına alan, gerekirse azınlık haklarına ekstra koruma sağlayan hatta azınlıklar için pozitif ayrımcılık yapan, demokratik bir anayasa.”

Yayla, gelişmiş demokrasilerde siyasî iktidarın devleti, bir anayasanın sınırları içinde yönettiğini, hükümetin devlet kurumlarının kanunlarla ve hesap verilirliği kolaylaştıran düzenlemelerle sınırlanmış olandığını, bütün bu şartları sağlayan sisteme demokrasi adının verildiğini kaydetti.

Konuşmasında liberalizm kavramı ve demokrasi kavramı üzerinde duran Prof. Dr. Atilla Yayla şunları kaydetti: “Liberalizm kavramının işaret ettiği şey, özgürlüktür. Özgürlük her şeyden önde gelmektedir. Ve dolayısıyla siyasi yönetim özgürlüklerle sınırlanmalıdır. Bir taraftan özgürlükleri korumakla görevlendirilmelidir." “Türkiye’deki anayasanın tamir ve ıslahı mümkün değildir. Yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğuna inanıyorum” diyen Prof. Dr. Yayla, “Normal olarak çoğunluk iktidarı, en küçük azınlık olan birey hak ve özgürlüklerinin lehine sınırlanması gereken bir iktidardır. Halbuki bizde çoğunluk iktidarı kerameti kendinden bilip kendi meşruiyetini kendi varlığından alan, bir azınlığın lehine sınırlandırılmak istenmektedir. Bunun kabul edilmesi tabiî ki mümkün değildir. Kabul edildiği rejime de demokrasi adını vermek mümkün değildir” diye konuştu.

SAİD NURSÎ’NİN HUKUKUN

GÜCÜ DEMESİ ANLAMLI

Prof. Dr. Doğu Ergil, hukukun, neyi nasıl, elde edeceğimizi, haklarımızın ve sorumluluklarımızın ne olacağına ilişkin, genel geçer ilkeler olduğunu belirterek şunları söyledi:”Hukuk herkes için haklardan oluşuyor. Herkes için var olan, herkesi koruyan, herkese sorumluluk yükleyen ilkelerdir. Ama hukuk değil de kendisi için hak arayan gruplar, bilmezler ki, kendi özgürlükleri ve kendi hakları, başkalarını özgürlükleri ve başkalarını haklarının korunmasıyla mümkün olacaktır. Hukuk buradan doğar. Milliyetçilik biz ve onlar ikilemi üzerine kuruludur. Biz iyiyizdir. Haklıyızdır. Ötekiler iyi değillerdir. Ve haklı da değillerdir. Biraz daha ileriye gidersek onlar bizi tehdit ediyorlardır. Milliyetçilik biz arasında, biz dediğimiz ulus içinde dayanışmayı sağlarken, dışarıda bu olumsuzlukları yüklediğimiz veya yüklenen, toplumun dışından ondan farklı, hatta ona karşı, bir örgütlenmeyi öngörür. Bütün dünyada ulusçuluk ya da milliyetçilik böyle kurulmuştur. Yargıtay gayri Müslimler için yerli yabancılar diyor. Vatandaşınız içni böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsiniz? Böyle bir hukuk anlayışı olabilirmi? Kendisi için bir hukuk.. o halde hala bir hukuk devleti değil bir kanun devleti olduğumuzu ve kanunu da iktidarı ele geçirenlerin yaptığını gördükten sonra, Said Nursi nin, kanunun gücü değil, hukukun gücü demesinin 100 yıldır anlamlı olmasına şaşırmamak lazım.”

Prof. Dr. Doğu Ergil ise, “Bir üst otoritenin gözetiminde yürütülen anayasal yönetimi biz meşrûtiyet olarak tanımlıyorsak, biz hâlâ bir meşrûtiyet yönetimi tarzıyla idare ediliyoruz demektir. Ama bizim aslında özlediğimiz ve aradığımız demokratik bir cumhuriyet” dedi.

Prof. Dr. Ergil, Türkiye’nin yüzyıldır (1908-2008) özlenen o aşamaya daha varamadığına işaret ederek, mağdur olduğunu söyleyerek iktidar olanların bile kendilerini mağdur eden kanunları değiştirmekten imtina ettiklerine dikkat çekti. “Niye bir türlü demokratikleşemiyoruz?” sorusunu yönelten Prof. Dr. Ergil, bu sorunun cevaplarını şöyle sıraladı: “Bu toplum yavaş ve geç gelişiyor. Şimdi sanayileşmesinin geldiği düzeyi görüyorsunuz. Şu anda 15-24 yaş grubu arasında tam 12 milyon genç var. Bunun yüzde 40’ı yani beş milyonu ne okula gidiyor, ne de iş sahibi. Beş milyon insan ne demek biliyor musunuz? Siz eğitimsiz, umutsuz yani yarını olmayan sadece bugün bedelini bir yük olarak taşıyan, toplumun karşısında bir tür onu mağdur eden sisteme karşı bir düşman. O yüzden onlarla dağlarda savaşıyoruz, kent yeraltlarında mafya biçiminde, kapkaççı biçiminde savaşıyoruz ya da onların cehaletinin türlü tezahürleriyle ne yapacağımızı bilmeden duruyoruz. ”

Türkiye’de birbirini mağdur eden, ötekini kendi hayat tarzı için bir tehlike olarak algılayan iki karşıt kutup bulunduğunu vurgulayan Ergil, şunları kaydetti: “Türkiye’nin bir başka sorunu yönetici elit sorunu. Bakın bu cumhuriyeti bürokratik bir elit kurdu. Gücü, yani toplumu yönlendirme aracı devletti. Rakibi yoktu. Modernleşmeyi kendi anladığı kadarıyla ve kendi istediği oranda gerçekleştirdi. Bu modelleşme geleneksiz hatta toplumsuz bir modernleşmeydi. Geleneğinden koparılmış olan bu anlayış bir türlü Avrupalılaşamadı. Çünkü Avrupa’nın ne ekonomisine sahipti ne de o ekonominin üretmiş olduğu kültürel üst yapıya. Yani demokrasi dahili olan bir siyaset tarzına sahipti. Ne oldu sonunda kendi gelenekleriyle değişen modernleşen bir kesimle karşı karşıya geldi.”

KİMLER TELGRAF GÖNDERDİ?

Panele; Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Nafiz Özak, Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu, TBMM Başkanvekili Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, TBMM İdare Amiri Adıyaman Milletvekili Fehmi Hüsrev Kutlu, Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt, İstanbul Milletvekili İdris Güllüce ve Mustafa Ataş, Demokrat Parti Başkanlık Divanı, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Kâğıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Pendik Belediye Başkanı Erol Kaya, Beyoğlu Belediyesi Özel Kalem Müdürü Kemal Genç ve Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu gönderdikleri telgraflarla katıldılar.

- Son -

Tuba Nur Arıcan- Fatma Yılmaz

02.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (01.04.2008) - AB süreci, Asya için de büyük fırsat

  (30.03.2008) - ‘Nurs, Risâle-i Nur’la iftihar kazanacak’

  (29.03.2008) - Dünya bir yana, Türkiye bir yana

  (28.03.2008) - Seyyidler sülâlesinden bir hanedan

  (27.03.2008) - Kosovalılar son yıllarda İslâma sarıldı

  (26.03.2008) - Bağımsız ve hür olmak çok güzel

  (24.02.2008) - Trafik Tahran’ın da derdi

  (23.02.2008) - Nükleer tesisleri gezemedik

  (22.02.2008) - İranlılar da dizilerimizden şikâyetçi

  (03.02.2008) - Ahıska bir gül idi gitti!

 

 Son Dakika Haberleri