Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Darbecilere hukuk, sivil yargı dokunabilecek mi?

Büyük Ergenekon’a dokunamayacaksan, ‘Küçük Ergenekon’a dokunmak bir işe yarayabilir mi?

Büyüğü nedir, küçüğü nedir?

Bu ayrım İsmet Berkan’a ait.

Radikal’de (4-11 Nisan arasında) çıkan yedi günlük Ergenekon dizisinde ‘darbe tertipleri’nin perdesini aralarken şöyle demişti:

“Benim adlandırmamla ‘küçük’ Ergenekon soruşturuluyor ama ‘büyük’ Ergenekon’a dokunulup dokunulmayacağı hâlâ büyük bir meçhul.

Susurluk’u hatırlayın!

Bazı tetikçi ve hırsızlar yargılandı, ceza da aldı ama ‘büyük plan’ı hazırlayan ve uygulayan, uygulatanlara kimse dokunmadı, dokunmaya teşebbüs dahi edilmedi”(Radikal, 6 Nisan, s.3)

Ergenekon da böyle mi olacak?

‘Küçük Ergenekon’ operasyonunda 47 kişi tutuklu. Yakın siyasal tarihimizin bu en önemli soruşturması eğer Susurluk gibi, Şemdinli gibi bir yerlerde tıkanır kalırsa yazık olur.

Ama soruşturmanın seyri, ‘küçük’ten ‘büyük’e doğru ilerlerse, bu ülkede demokratik hukuk devleti yolunda çok büyük bir mesafe kaydedilmiş olacaktır.

Hukuk harekete geçebilecek mi?

Bir başka deyişle:

Darbeciler için de sivil yargı yolu açılabilecek mi?..

Bu soruyu düşünün.

Bu sorunun yanıtını en başta düşünmesi gerekenler, yalnız gerçek hukukçular değil, aynı zamanda demokrasiyi içtenlikle benimsemiş siyasetçiler, tabii en başta da iktidarda olan siyasetçilerdir.

Düşünün, lütfen görmezlikten gelmeyin, “2003-2004 darbe tertipleri ne oldu?” sorusunu da.

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinde yer alan darbe tertipleri nedeniyle Nokta dergisi kapanmış, Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş hakkında da iftira ve hakaret iddiasıyla dava açılmıştı.

Alper Görmüş beraat etti.

N’olacak şimdi?

Ayrıca, günlüklerin emekli Oramiral Örnek’in Deniz Kuvvetleri’ndeki bilgisayarından çıkmış olduğu, Emniyet’in resmi raporuna da bağlandı. Haber olarak çok oldu kamuoyuna yansımasından bu yana...

N’olacak şimdi?

Bu darbe tertiplerinde örneğin isimleri geçen zamanın Jandarma Komutanı (ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı) Orgeneral Şener Eruygur hakkında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman hakkında yargının kılı kıpırdamayacak mı? Yargı onlara soru bile sormayacak mı?

Sarıkız soruşturulmayacak mı?

Ayışığı soruşturulmayacak mı?

Kod isimleri bu olan ‘darbe tertipleri’ne dokunulamayacaksa, bu ülkede nasıl olup da bir daha ‘hukuk’tan söz edilebilecek?

Onlar hakkında hukuk harekete geçmeyecekse, bu ülkede nasıl olup da bir daha ‘Demokratik hukuk devleti’nden dem vurulabilecek?

Tek kelimeyle ayıp!

Hukukun yalnız Küçük değil Büyük Ergenekon için de harekete geçirilmesini talep edenler gün geçtikçe çoğalıyor. Bunlardan biri de eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş.

Önceki gün Radikal’de yayımlanan “Kavşakta, aydınlığa yöneliş...” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:

“Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atılması, Danıştay saldırısı, Cumhuriyet mitingleri gibi gelişmelerde ’Ergenekon’ bağlantısı bulunduğu iddialarını da artık göz ardı edilebilecek, ’Susurluk’ gibi üstü örtülebilecek, münferit olaylara dayanan polisiye vakalar olarak görmememiz gerekiyor.

Darbe teşebbüslerinden, Cumhuriyet tarihinin Avrupa Birliği gibi en önemli medeniyet projesinin öldürülmesine; Rahip Santoro’dan Hrant Dink’e, Malatya katliamına uzanan, aydınlarımızı tecrit etmek isteyen, provokasyonlar düzenleyebilen bir zihniyet yapısını, gerici/çıkarcı bir kirli dokuyu sorgulayıp mahkûm edebilmeliyiz, devlet olarak mahkûm edebilecek güçteyiz.”

Keşke!

İsmet Berkan, yedi günlük Ergenekon dizisinde tam yedi adet darbe tertibini anlattı. Bunların üzerindeki perdeyi tümüyle kaldırmadan, ‘darbeciler’e yönelik olarak hukuku harekete geçirmeden, yalnız ‘Küçük Ergenekon’a dokunmak, korkarım, sonuçsuz kalabilir.

Hukuk, darbecilere dokunabilecek kadar gerçek mi bizim memlekette?..

Milliyet, 16.4.2008

Hasan Cemal

17.04.2008


 

Ne fark eder?

Bir laf tutturmuş gidiyoruz:

- Vay, Türklüğe hakaret ha...

Koskoca 301’i getirdik, buraya kilitledik.

Halbuki kanun maddesi neyi engelleyebilir? Biz hergün sabahtan akşama kadar Türklüğe zaten hakaret etmekteyiz.

***

İşte... Barış Elçisi İtalyan’ı öldüren o herif, Türklüğe en büyük hakareti etmiştir.

Hakaret dediğiniz nedir ki?

30 bin Kürt, 1 milyon Ermeni öldürdüğümüzü söylemek, bizi bundan daha fazla rezil etmez ki...

Hrant Dink’i katlederek de rezil olmadık mı?

Rahip’e sıkılan kurşun da şöhretimize şöhret katmadı mı?

Şimdi geriye doğru saymaya başlarsak, taa Papa Suikastı’na kadar varır bu iş.

***

Yâni, Türk Milleti’ne hakaret ille sözlü ve yazılı mı olmalı?

Bıçak, tabanca, bazen top-tüfek, bazen darbe, bazen de tâciz ve tecavüz, aynı işi, hattâ daha alâsını görmüyor mu?

Bizdeki suç işleme özgürlüğü, ifade özgürlüğünü sollayıp geçmiştir.

Dünyadan olumlu puan alabilmek için verdiğimiz yılları, kaç kere 5 dakikada kaybettiğimizi unutmayın.

- Vay, hakaret ha...

Evet, hakaret.

Taşlarla sopalarla girişilen sokak kavgaları ve de dünyaya yansıyan görüntüleri, Türk Milleti’ne en büyük hakaret.

Posta, 16.4.2008

Rauf Tamer

17.04.2008


 

Kanadoğlu Ergenekon’un neresinde?

Kanadoğlu’na göre, ‘Ergenekon soruşturması da Şemdinli gibi olmaya mahkum.’

Şemdinli olayını hatırlıyorsunuz. ‘Karıştırıcılık’ faaliyetinde bulunan iki adet devlet görevlisi bombalarıyla suçüstü yakalanmış, cezalandırılmaları beklenirken, kabak konuyu mahkemeye taşıyan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın başına patlamıştı.

Demek ki Şemdinli olayı bir şey ifade etmiyor Kanadoğlu için...

Demek ki provokatörler suçüstü yakalanmadı.

Demek ki görevini yapmaya çalışan bir savcı usulü dairesince (!) ayıklanmadı.

Demek ki ‘Ergenekon’ diye bir örgütlenme yok.

Demek ki Danıştay suikasti, Ümraniye çöplüğünde bulunan cephanelik, darbe hazırlıkları, Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar ve o bombaların menşei, darbenin lojistiğini yapan sivil toplum örgütleri, ‘Ordu göreve’ pankartları birer ‘hayal’den ibaret.

Ergenekon soruşturması nasıl neticelenir, bilmiyorum ama, soruşturmayı yürüten savcının, bir tür ‘lojistik destek’ sayılabilecek demeç ve açıklamaları da dikkate alması gerekiyor...

Star, 16.4.2008

Ahmet Kekeç

17.04.2008


 

Latife

Hayat tarzımız tehlikede diye bağırıyor birileri, hayat tarzımız büyük tehdit altında. Doğrudur. Yerden göğe kadar haklılar. Tarzları tehlikede. Hem de fena halde tehlikede. Çünkü bu tarzın kafasına silah dayanmış, tetik düştü düşecek. Böyle giderse, silah patlayıverecek. Bu ‘hayat tarzından’ geriye kalanları duvardan kazımak gerekecek.

Buraya kadar haklılar. Ama bir de kör nokta var bütün bu hezeyanın içinde. Tek ve küçük bir nokta. Basit ama büyük bir gerçek. Hem teşhisi hem tedaviyi baştan sona değiştirecek bir gerçek. Kafalarına dayanan silah, kendi ellerinde duruyor. Silahın tetiğini kendi parmakları kasıyor. Bu tablonun hüznü ünlü bir şiirde gizli.

‘Yara da benim. Bıçak da.

Cellat da benim. Kurban da.’

Laik kesim büyük bir kriz yaşıyor. Tarzına hayat katmadığı, katamadığı için büyük bir çözülmenin eşiğinde. Lime lime dökülüyor. Üç-beş kişinin sözleri ve imparatorun bütün askerleri hayata bir-iki tosladığında paramparça olan bu tarzın parçalarını bir araya getiremiyor. İntihar hezeyanı katliam hezeyanına dönüşüyor. Kendi kafasına sıkmadan evvel kurşunu, sekiz çizerek namluyla, şarjörü önce etrafa boşaltıyor. Artık kendini gizleme lüksü de yok. Gelecek korkusundan, yüzünü geçmişe dönmüş. Hayatsız bir tarz uğruna ölümden medet ummuş. Yalnızca savaşta varolabiliyor. Soğuk ya da sıcak savaşta.

Bunlar hiç bitmeyen bir savaşın zengini. O savaşın eliti, o savaşın tüccarı, o savaşın gazetecisi, o savaşın siyasetçisi. Savaştan yavaş yavaş yan çizen bir medeniyette kendilerini çok ama çok yalnız hissediyorlar. Bunların medeniyeti, olağanüstü haller medeniyeti. Bırakın demokrasiyi, aslında normalleşmekten korkuyorlar. Çünkü onların zihninde normal, anormalin ilk adımıdır. Ki totolojik olarak bu doğrudur. Normali reddeden ebediyen anormalden de kurtulmuş olur.

Ve çok tehlikeli bir hamle yapıyorlar. Şöyle düşünmek istiyorlar. Bizim bir hayat tarzımız vardı, onu birileri elimizden aldı. Kendileriyle hiçbir hesapları yok. Çünkü ruhu daracık saran tarzlarında kendileriyle hesaplaşmaya yer yok, yen yok.

‘Müslümanlar’ olmasaydı sanki her şey güllük gülistanlık olacaktı. Hayat tarzları sanki binlerce yıl hiç değişmeden var olacaktı. Bir fırsat var ellerinde, sonuna kadar kullanıyorlar. Bütün bunalımlarını, hezeyanlarını, korkularını, çöküşlerini karşılarına aldıkları bir insan kitlesi üzerinden yaşıyorlar, yaşatıyorlar.

Laik kesim aslında kendi çöküşünü yaşıyor. Kendi tarzının hayatsız boşluğuna düşüyor. Ve bu çöküşü de gücü yettiğince bütün bir memlekete yaşatıyor. Güçleri de çok şeye yetiyor. Güçlerinin nelere yetebildiğini görünce bırakın memleketi, bütün dünya şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyor.

Kendi kültürlerinin donukluğunu, hareketsizliğini, karşı tarafın, yani düşmanın değişmezliği üzerinden izah ediyorlar. Halbuki düşman denenler zaman içinde değişiyor. Ama onlar bu değişimi reddediyorlar, adına takiye diyorlar.

Hayat tarzı, kendini tekrar üretebiliyorsa hayat tarzıdır. Hayat tarzı, kendine hareket alanı yaratıyorsa hayat tarzıdır. Hayat tarzı, bir ip üzerinde yürümüyor, altında ve üstünde basılacak, soluk alınacak bir zemin yaratıyorsa hayat tarzıdır. Hayat tarzı, çocuklarına birtakım değişmez farzlar değil, gerçekten farklı tarzlar önerebiliyorsa, geleceği karşılayabiliyorsa, hayat tarzıdır.

Laik kültür artık tahammül edemediği mahsuller vermeye başladı. Tıpkı ben ve benim gibiler gibi. Kendi mahsulüne tahammül edemeyen bir hayat tarzı, daralır ve yok olur.

Ve derken televizyonu açıyorsunuz. Türbanlı bir genç kız konuşuyor. Karşısında ‘hayat tarzımızı’ temsilen bir ‘Laik Latife’. Türban sizi irkiltiyorsa anlarım. Laik kesimin çocuklarıyız. Ne dersek diyelim, annemizde görmediysek, az ya da çok irkiltir. İrkiltiyorsa, gözlerinizi kapatın ve konuşmayı bir radyodan dinler gibi dinleyin.

‘Müslüman’ kızımız anneannesinden fersah fersah ileride. Çok iyi ve akıcı konuşuyor. Kelime haznesi geniş. Öz Türkçeyi biliyor. Üstüne eski dilin nüansları da onun emrinde. Hatta çoğu zaman İngilizce’ye bile hâkim. Kendine güveni tam, ama küstah değil. Samimi, ama yavşak değil. Kararlı, ama tehditkâr değil. Bu arada ‘Laik Latife’yi dinlerken yüzünüz kızarıyor. Bir başkası adına hicap duymak denen o tarifsiz iç burkulmasına gark oluyorsunuz. Evin sahibi olmanın verdiği küstahlık dışında kızımızın kendisi gerçekten bir latife. Keşke anneannesi konuşsaydı bu hanım kızımızın yerine diyorsunuz.

Ve sonra düşünüyorsunuz, ‘objektif’ olarak, hangisini işe alırdınız bu iki kızımızdan? Hiç kuşkusuz türbanlı olanı.

Laik kesim, belli olmaz, her ‘düşmanını’ alt edebilir. Fakat bir latifeyi gerçek sanmaya daha ne kadar devam edebilir?

İşte tam bu noktada mesele çok ama çok ciddileşiyor.

Güldal Mumcu, 301 teklifini imzalamıyor.

Latife değil. Çok acı, ama çok gerçek.

Radikal, 16.4.2008

H. Gökhan Özgün

17.04.2008


 

Sorular

ABD’deki bazı çevreler AK Parti iktidarının sonu mu hazırlıyor? Neoconlar AK Parti’ye tuzak mı kurdu? Askeri müdahale taraftarları, CHP, laiklik adına yürüyenler bu senaryoyu mu uyguluyor?

Bu çevrelerin birkaç yıldır hükümete karşı başlattıkları savaş Türkiye’den mi yönetiliyor? Karşılığında neler veriliyor?

“Türkiye’ye İslamcı Cumhurbaşkanı!” ya da “Türkiye şeriata mı gidiyor” şeklindeki yazıları kim yazdırdı?

Zeyno Baran’ın Newsweek dergisindeki darbe senaryosu Türkiye’de mi çizildi?

Neocon ve İsrail aşırı sağına mensup isimler aslında daha çok Türkiye’de bir yerlere mi çalışıyor?

28 Şubat, neocon/İsrail aşırı sağının yönettiği bir müdahaleydi. İslamcılar üzerinden bir sistem revizyonu yapıldı. Aynı çevreler, bu sefer yeni bir sistem revizyonu mu yapıyor?

İsrail aşırı sağı-neocon cemaat ve Türk şahinler arasında nasıl bir ittifak var?

Yeni Şafak, 16.4.2008

İbrahim Karagül

17.04.2008


 

“Atatürkçü AKP”

TV’ye bakıyorum. AKP’nin bir ilde tertip ettiği gençlik kurultayında avaz avaz “10. Yıl Marşı” okunuyor. Stilize edilmiş şekli ile bu marş 28 Şubat döneminin simgesi olmuştur. Dönemin komutanlarının yarattıkları psikolojik harekát ile marş tıpkı İstiklal Marşı gibi ayakta söylenirdi. Haşa marşın kendisine değil ama 28 Şubat’ta kullanıldığı şekle gıcık olmamak mümkün değildir. Geçmişini inkár etmeyen hiçbir AKP’linin bu marşı içten söylemesi insan fıtratına uymaz.

Ama oluyor işte, AKP’liler avaz avaz söylüyorlar.

Salona bakıyorum, türbanlı kızlar, kadınlar adeta sırra kadem basmışlar.

Başbakan nereden bulmuşsa bulmuş, zamanında İnönü resimleri ile basılmış banknotları kürsüden sallıyor. “CHP Atatürkçü değil!” demeye getiriyor. Maşallah, ağzından laiklik kelimesi düşmüyor. AKP hem Atatürkçü hem de laikliğin bekçisi!

Hürriyet, 16.4.2008

Cüneyt Ülsever

17.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri