Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

NEJAT EREN

‘Said Nursî'nin fikirleri çok orijinal’

MERHUM MEHDİ HALICI, VEFAT ETMEDEN ÖNCE KENDİSİYLE YAPILAN RÖPORTAJDA, SAİD NURSÎ ALEYHİNDE BİLİRKİŞİ RAPORLARI VERDİĞİ BİLİNEN TARIK ZAFER TUNAYA'NIN, PARİS'TEYKEN KENDİSİNE “SAİD NURSî'NİN ÇOK ORİJİNAL FİKİRLERİ VAR” İTİRAFINDA BULUNDUĞUNU NAKLETMİŞTİ.

Üstadımızın has talebelerinden, saff-ı evvelin fedakâr kahramanlarından Konya’da mukîm, eşraftan, Halıcı Sabri Ağabeyin oğlu Mehdi Halıcı Ağabey de, bir bahar günü mübarekler kafilesine katılarak Hakka yürüdü. Allah gani gani rahmet eylesin. Taksirâtını affetsin.

Kendisini dört sene önce İzmir’deki dostlarımızdan Erol İnce ve Hüseyin Tuna kardeşimizle ziyaret etmiş ve hatıralarını almıştık.

Ziyaretimiz sırasındaki samimî itiraflarından anladığımıza göre, yıllar yılı Nur câmiasından ayrı kalan bu insan, eski hizmet hatıralarıyla dopdolu ve yapılan hizmetlerden büyük haz alıyordu.

“Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi”nde Üstadın isminin olmadığını görünce, bir mücadele verip o ansiklopediye Üstadın ismini ve kısa da olsa hayatını koyduran bir insandı.

Nur Üstadın sağlığında, maddî ve mânevî bütün varlığını Üstadına amade eden bir babanın evlâdı olan ve Risâle-i Nur Külliyatını Norveç diline tercüme etmek için gayret gösteren bir şahsiyetti.

Birçok değerli insan ve değerli belgeler elimizin altından kayıp çoğu meçhûle gidiyor. İnşallah daha fazlasını kaybetmeden sahip çıkmayı milletçe ve camiâca öğrenme bahtiyarlığına ereriz.

Bu münasebetle rahmetli ile yaptığımız röportaj ve hatıralarla sizleri başa baş bırakıyorum.

Ruhu şâd, makamı Cennet olsun. Geride kalan dost ve akrabalarına Cenâb-ı Hak sabırlar versin.

*Biraz kendinizden bahseder misiniz?

1927 doğumluyum. Konya’da doğup büyüdüm. 1942 yıllarında Risâlelerle ailece tanıştık. Babam, Risâlelerde geçen Halıcı Sabri’dir. Konya’da mesleğimiz halıcılık idi. Babam, ticaret için Isparta’ya gidip gelirken Üstad’la tanışmış. O sıralarda Üstad orada sürgünmüş.

“Hoca efendiyle” ailece tanışmamız babam vasıtasıyla böyle olmuş. O zaman biz “Üstad” demezdik. “Hoca” derdik. Sonradan “Üstad” demeye başladık.

Babamın ilk olarak Üstad’la tanışması da, Hüsrev Efendi vasıtasıyla olmuş. Malûm; o zamanlar bu eserler elle yazılarak çoğaltılıyordu. Matbaalarda çoğaltılması mümkün değildi ve Osmanlıca olduğu için de yasaktı.

Hüsrev Efendi vardı. Bir gönül adamı. Kendisini, Üstada ve bu dâvâya vermiş. Çok güzel yazısıyla Risâleleri çoğaltıyor. Babam o kanalla Risâleleri Konya’ya getiriyordu.

Konya’da ilk önce, bizim evde Risâle okumaları başladı. Babam, risâleleri bize de okuyordu. O zaman Osmanlıca yazılıyordu. Hüsrev Efendinin yazdıklarının kenarlarında Üstadın tashih notları vardı. Yanlışlar ve eksikler, Üstad tarafından tashih ediliyordu. Üstadın bu tashih yazıları büyük büyüktü. Açıkça belli oluyordu.

Daha sonra Selahaddin Çelebi teksirle çoğalttı. Çok zorluklar vardı. Konya’da bu eserler okununca bir canlılık geldi gençler arasında. O zamandan aklımda kalan ve Risâlelerle ilgilenen önemli isimlerden Ziya Arun’la kardeş gibiydik. Hayrullah Lim vardı. O sıralarda toplam otuz kişi kadar olmuştuk. Lisede okuyorduk. Daha yeni yeni bu eserleri okuyup zevk almaya çalışıyorduk. İyi bir grubumuz oluşmuştu.

Daha sonra ben İstanbul’a okumaya gittim. İstanbul’da da mümkün olduğu kadar oradaki üniversite talebeleriyle hizmet etmeye gayret ettik.

Okul dönüşü tatil zamanlarında da Konya’nın çok güzel seyrangâhı olan Meram Semtinde bu genç arkadaşları toplayıp ormanlık yerlerde abdest alıp namaz kılıp risâle okuyorduk. Bizi gören halk da “Bu gençler kim?” diyerek gelip bize katılıyorlardı. Gençlerin namaz kılıp, dinî eserler okuması çok farklı bir hareketti. Halkın çok hoşuna gidiyordu. Çünkü hiç görülmemiş, farklı bir hareketti bu.

O sıralarda benim çok önemsediğim, Konya’da Ziver (Zübeyir) Gündüzalp’le de irtibatımız vardı.

*Zübeyir Gündüzalp’le ne zaman tanıştınız?

Ziverle lise yıllarındayken tanıştık. O postahanede çalışıyordu. Risâlelerden filan haberi yoktu. Batı edebiyatına ait kitapları okuyordu. İlk olarak Risâle-i Nurları ona ben verdim. Tam hatırlayamıyorum, ama galiba Gençlik Rehberi’ni vermiştim. Kitabı verince Ziver çok çalıştı. Acayip gayret gösterdi.

Ziver’e “Hadi seni Üstada götüreyim” demiştim. Beraber gittik. Ona kitabı verdikten bir sene sonraydı Üstad’ı ziyaretimiz.

Üstad, o zaman Emirdağ’da bulunuyordu. Ben de ilk olarak Üstad’a gidecektim. Beraberce gittik. Kapıda bekçi vardı. Üstadın evine vardığımızda tam ikindi namazı vaktiydi. Üstad odada tek başınaydı. Odası gayet sade ve basitti. Hiçbir konfor yoktu.

Üstad, bize “Niye bana geldiniz?” dedi. Biz de: “Sizin elinizi öpmeye, ziyaret etmeye geldik” deyince Üstad: “Niye bana geldiniz? Risâleleri okusaydınız daha iyi olurdu! Zaman kaybetmişsiniz buraya gelene kadar” dedi.

Sonra da: “Abdestiniz yoksa abdest alın, namaz kılacağız” dedi. Biz zaten abdestliydik...

Namazı, Üstadın imamlığında kıldık. Bize Mevlânâ Halid’in cübbesini bizzat kendisi tutarak giydirmek istedi, fakat biz müsaade etmedik ve kendimiz giydik.

Zübeyir Ağabey, namazda devamlı hıçkırarak ağlamıştı. Kendini tutamamıştı. Üstad da ona: “Keçeli, keçeli niye ağladın, bana namazı bozduracaktın?” demişti.

Ziver, Üstada: “Ben sizin hizmetkârınız olayım” dedi. Çok ısrar etmesine rağmen, Üstad kabul etmedi, bir mazeret buldu. Biz geri dönüşte birbirimize Üstadın bize olan iltifatlarından bahsederek Konya’ya geldik. Ama bu ziyaretten çok büyük bir haz aldık.

*Afyon Mahkemesinde siz de bulundunuz mu?

1948 yılında babam tutuklanarak, Üstad ve talebeleriyle Afyon hapsine konmuştu. Ben de o zaman İstanbul Hukuk Fakültesinde talebeydim. Bunu duyunca, babamı; “Sen medrese-yi nuriyeye girdin, sana orada büyük dereceler vardır. Sabırlı ol. Kendini üzme!” şeklinde tebrik ettim ve Afyon Hapishanesine bir mektup gönderdim.

O zaman Afyon savcısı olan Abdullah adındaki savcı da, bu mektubu görünce, “mevcut olan bir suçu teşvik ve iştirak” maddesine tutturarak gıyabımızda tutuklama kararı çıkardı. Böyle bir suç yok ama maksat bizi İstanbul’da yaptığımız Nurculuk faaliyetlerinden alıkoymak.

O yıllarda İstanbul’da sıkıyönetim vardı. Ben talebe yurdunda kalıyordum. Yurt, Aksaray’da Langa Kilisesinin yanındaydı. Onun yanında da bir cami vardı. Ben her yatsı namazından sonra, oradaki bütün Nur talebelerini topluyordum. Camide ders yapıyorduk. Sıkıyönetim olduğu için, caminin hocası da ders bitinceye kadar bizim için minareden gözcülük ve bekçilik yapardı.

O sırada askerî tıpta okuyan talebelerle de irtibat kurmuştum. Oradan gelenlerle birlikte 20-25 kişi kadar genç, risâle okumak için toplanıyorduk. Çok aşklı şevkli günlerimiz oluyordu. İşte bizim bu faaliyetlerimiz emniyet tarafından bilindiği için gizlice takip ediliyorduk.

Bunun neticesinde, Savcı Abdullah Bey, iddiânâmeyle bizim için de tutuklama emri çıkarmış. Benim de o sırada Ceza Usûlü Hukuku Kanunundan imtihanım vardı. Süleymaniye Camii ile Üniversite arasında bir kütüphanede dersime çalışıyordum. İki tane tanımadığım iri yapılı adam geldi. “Biz sana babandan selâm getirdik” diye beni alıp tutuklayarak, Sultanahmet Cezaevi’ne götürdüler.

Bu arada, bizim camiye gelenlerden Mustafa Ramazanoğlu’nu da yakalamışlar. Karşılaşınca; “Seni neden yakaladılar?” dedim. O da, “Senin mektubun yüzünden!” dedi.

Naim Müslümtürk de arkadaşımızdı. Mustafa Ramazanoğlu, Fatih Talebe yurdunda kalıyordu. Orada 7-8 talebe Nurcuydu. İkimizi tutuklayıp ceza evine koydular.

Ben de hapishane müdürüne; “Bizi çabuk nereye gideceksek gönderin, bizim imtihanlarımız var” dedim.

Müdür, “Ankara’dan tahsisât gelecek. O da ancak üç ay sonra gelir. Ama paranız varsa hemen sizi Afyonlu iki jandarmayla gönderirim” dedi. Ben de; “Var” dedim. Parayı verdim. Bizim başımızda “bit” falan var diye saçlarımızı kestiler. Israrlarımıza rağmen bir iğne de vurdular.

O zaman haftada üç defa Afyon’a tren vardı. Ve Afyon çok soğuktu. Ben parayı verdim. İki tane de asker verdiler. Tramvayla Haydarpaşa’ya geldik. Baktık, iki jandarma bizi bekliyor. Hemen o sırada, gördüğüm rüya aklıma geldi.

Rüyamda, o iki jandarma bize silâhlarını vermişler ve uyumuşlardı. Biz de onlara herhangi bir hainlik etmemiş ve Afyon’a gelmiştik. Orada hapishaneye varmıştık. Ve Üstad bizi karşılamıştı. Hastanenin üst katındaki pencerenin üstünde bir Osmanlı tuğrası vardı. Üstad bizi o pencereden eliyle selâmlamıştı. Daha sonra da bize “Hoş geldin” demişti.

Bu rüyanın aynısını, saat saat, gün gün yaşadık. Bunu psikologlar yorumlasın. Bunu da Üstadın kesin bir kerâmeti olarak bizzat yaşadım. Ben daha önce Afyon’a filan gitmiş değildim. Üstad bizi daha önceden haberi varmış gibi karşılamıştı. Aynen rüyamda gördüğümü, canlı olarak yaşadım.

Biz orada kırk yedi gün tutuklu kaldık. Sonra bizi, talebe olmamız sebebiyle serbest bıraktılar. Ama ben hukuk talebesi olduğum için Üstad benden bir müdafaa istedi. Ben de 7-8 sayfalık bir müdafaa hazırladım. Bu müdafaada “TCCK’nun falanca maddesine göre filan” diye, “bizim işlediğimiz suçlar bunlara girmez” şeklinde bir avukatın yapacağı gibi bir müdafaa hazırladım. Üstada gönderdim. Üstaddan bu konuda bana olumlu olumsuz hiçbir şey gelmedi. Daha sonraki mahkeme safhasında talebeleriyle muhakeme olan Üstadın kendi yaptığı müdafaayı biliyorsunuz. “Saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, hakka eğilen bu baş zındıkaya teslim olmayacaktır” şeklinde cereyan etmişti.

Meğer Üstad benden öyle bir müdafaa bekliyormuş. Biz gençlik, heyecan ve risâle bilgisinden yoksun olduğumuz için bunu kavrayamamışız.

O zamanlar sorgu hâkimliği vardı. O hakimlerin de ayrı bir özelliği vardı. İnsanları re’sen tutuklayabiliyorlardı. O an, oradaki sorgu hâkimi de karşısına gelen çoğu zanlıyı tutuklayarak, jandarmayla kendisi hapishaneye götüren ve bundan da zevk alan birisiydi. Bunu bütün mahkûmlar biliyordu. Nitekim benim gıyabî tutuklamamı, vicahîye o çevirmişti. Her tutuklananı jandarmayla gönderirdi. Cezaeviyle mahkeme yakındı. İşte bu adam eziyet olsun diye Zübeyir Ağabeyi tutuklamamış. Zübeyir Ağabey de defalarca gidip “Beni de tutukla, arkadaşlarım gibi aynı suçu işledim” dediği halde onu tutuklamıyor. O, çok istediği için hâkim onun aksini yaparak ona mânevî ceza veriyor. Bir de “Zaten bunlar nasıl olsa tutuklanacaklar. Mahkeme karar verince tutuklansınlar” diye ona mânevî ve kasıtlı bir işkence yapıyor. Sokakta kalsın ve eziyet çeksin diye.

Fakat hadiselerin bu safhalarıyla ilgili bir de çok çarpıcı bir olaya şahit olduk. Bizi tutuklayan sonra da serbest bırakan Savcı Abdullah beyle ilgili çok enteresan bir hatıram var. Bu adam bizim salıverilmemiz hakkında da müsbet mânâda tesiri olduğu kanaatindeyim. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Biz İstanbul’da okumaya devam ederken, bir gün, bir genç, bir mektupla bize geldi. Kendini takdim etti. Meğer Afyon Savcısı Abdullah beyin oğluymuş. Mektupta: “Bu benim evlâdımdır. Bununla ilgilenin, bu gence sahip çıkın. Yardımcı olun!” diyordu. Ben de; “Senin baban bize düşmandı, çok kızıyordu. Neden seni bize gönderdi?” deyince, genç: “Babam sizin ahlâkınızdan çok etkilenmiş. İstanbul gibi bir yerde, beni ancak sizin gibi temiz ve ahlâklı gençlerin muhafaza edebileceğine güvenerek beni size gönderdi. ‘Onlarla beraber ol. Onlardan ayrılma’ dedi” demişti. O savcı, bir nev'î insafa gelmiş. Bu bize çok tesir etti.

Afyon Mahkemesi celsesinde benim olmadığım bir zamanda Üstadın bu savcıya anlamlı bir hareketini de babamdan duymuştum. Ama detayını şimdi bilemiyorum.

*Daha sonraki hayatınızda, hizmette hiç korkunuz oldu mu?

Yok. Hiç çekinmeden dâvâya devam ettik. Korkma, çekilme olmadı. O sıkı ve diktatörlük devirleri geride kaldı.

Sonraları, 1953 senesinde Osmanlı Muhasebesi hakkında doktora yapmak için Fransa’ya gittim. Orada Shorbon Üniversitesinde altı sene de doktoramı bitirdim.

Paris’te bulunduğum sırada meşhur ilim adamı profesörlerden Tarık Zafer Tunaya Hocayla üç ay kadar çok sıkı arkadaşlığımız oldu. Onunla bir hatıram var.

Tarık Hoca, o sırada, Paris’te “Osmanlı İmparatorluğunda Siyasî Hareketler” konusunda araştırmalar yapıyordu. Ben de kendisine yardımcı oldum. Samimî sohbetlerimiz oldu. Bir gün kendisine çay içerken bir soru sordum:

“Hocam, siz de Bediüzzaman ve kitapları hakkında aleyhte raporlar vermişsiniz, bu hukuk açısından doğru mu?”

Aleyhte verdiği raporları doğruladı. Fakat “Bediüzzaman’ın çok orijinal fikirleri var. Çok güzel misâller veriyor” diyerek ona resmen ve zorakî haksızlık edildiğini de kabul etti.

Ben Fransa’dan sonra 1974’te Norveç’e gittim. On dört sene kaldım. Kooperatifçilik üzerine akademik çalışmalar yaptım. Orada evlendim ve iki çocuğum oldu.

Norveç’e bütün Risâle-i Nur Külliyatını götürdüm. Tercümeye başladım. Böyle çalışmalarım var.

*Şu anki Nur hizmetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Babam Sabri Halıcı zamanındaki aşk ve şevki göremiyorum. Bu konuda biraz daha gayret etmemiz gerekir. O zaman çok hızlı bir hizmet vardı. Ama şimdi o hız yok maalesef.

Birleştirici ve kucaklayıcı olmak da çok önemli. Bu konularda Zübeyir Ağabeyin bambaşka bir yeri vardı. O, bu tür konulara çok eğilir, gayret gösterirdi. Çok defa cemaati teskin etti. Çok birleştirici rol üstlenirdi.

Ceylan’ı da tanırım ben. Trafik kazasında vefat etti. Üstadın vefatından sonra bizim eve uğradı. Üstaddan sonra cemaatin parçalanmaması için çok ihtimam gösteriyordu. Çok aceleci ve heyecanlı bir mizacı vardı. Bir daha görüşemedik. Çok muazzam ve faal bir insandı.

Burada, İzmir’de bir profesör dostum daha var. Saffet Solak diye. O da Fatih Talebe Yurdunda kalmış. O da bizim talebelik zamanımızda Nurlara alâka duymuş, daha sonra da Alaaddin Beyle akraba olmuşlar. Alaaddin Bey’de, talebelik yıllarında yaptığımız o nur sohbetlerinin ne kadar önemli olduğunu yıllar sonra da olsa görmenin mutluluğunu yaşadım.

Bir başka konuyu da size aktarayım:

İhsan Işık, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi yazarlarındandır. Üç baskı yapmış. Ansiklopedide 5786 edebiyatçıya yer verilmiş. Her birine birer tane bunlardan göndermiş. Bana da bilgi olarak gönderince, baktım ki o ansiklopedide Üstada yer vermemiş. Üstad hakkında kısa ve özlü bilgi yazdım ve gönderdim.

*Babanızla ile ilgili unutamayacağınız bir hatıra var mı?

Çok var da, bir tanesi:

Üstada üç bin TL vererek bir araba aldılar. Babam da katkıda bulunmuş, iki-üç tüccarla birlikte almışlardı. Bunu Üstad reddetti. Çünkü Üstad bu gibi şeylere karşıydı. Hiç hediye kabul etmezdi.

NEJAT EREN

15.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (15.04.2008) - ‘Said Nursî'nin fikirleri çok orijinal’

  (14.04.2008) - Demokrasi yolundan dönüş yok

  (13.04.2008) - Tekstil sektöründe kan kaybı devam ediyor

  (12.04.2008) - Hasan Yalçın: Zübeyir Ağabey yap demez, yapardı

  (07.04.2008) - Onun dünyası, Üstad ve Risâle-i Nur’du

  (06.04.2008) - Zübeyir Ağabey, çok iyi bir eğitimciydi

  (04.04.2008) - Zübeyir Ağabey, gençlerle yakından ilgilenirdi

  (02.04.2008) - Teknoloji perakendeciliği daha da büyür

  (31.03.2008) - Zülfü Livaneli: Türkiye, büyük bir tuzağın içinde

  (29.03.2008) - İnsanların geçim kaygısı ‘varoş’ kültürünü besliyor

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri