"Gerçekten" haber verir 31 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir 30 Ağustos’ta daha sivil ve askerî otorite!

Yıl 1972 Ağustos ayı. Ordunun zirvesi karışık ve gergin. Sorun, Genelkurmay Başkanlığı. Kim olacak?

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Gürler mi, yoksa bir başka komutan mı? Siyaset kulisi bu soruyla çalkalanıyor.

Altan ve Örsan Öymen kardeşlerin ANKA haber ajansında genç bir muhabir olarak, omuzumda koca bir teyp oradan oraya koşturuyorum.

Yaz sıcağında bir öğle vakti Ankara semaları birden uçak sesleriyle inlemeye başlıyor.

Bir meslek büyüğümüz:

“Muhsin Paşa’nın jetleri!” diyor.

Heyecanla balkona fırlıyoruz.

Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları Çankaya Köşkü’ne doğru dalış yaparken, ses duvarını aştıkları için korkunç ve irkiltici ses çıkarıyorlar.

O dakikalarda, yine Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’ndaki havayı sevgili meslektaşım rahmetli Mustafa Ekmekçi şöyle anlatır:

“Jetler Çankaya üstünde alçak uçuş yaptıkları sırada, Ferit Melen Başbakanlık Konutu’nda Kemal Satır, bir de İsmail Rüştü Aksal’la yemekteydi. Jetlerin o denli alçaktan uçuşları konukları tedirgin etti. Biri şöyle dedi:

‘Yahu, alçaktan uçmadılar, dalış yaptılar.’

‘Yok,’ dedi Ferit Melen, ‘Çankaya Köşkü üzerinden uçuyorlar...’

Pencereye koşuştular...

Jetler geçtikten sonra lokmalarını yuttular.”(*)

Pencereye koşuşanlar arasında, devrin Başbakanı Ferit Melen de, yani Anayasa’ya göre Genelkurmay Başkanı’nı asıl belirlemek konumunda olan siyasetçi de vardır.

Ama bu konuda son sözü Başbakan değil, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Paşa’nın jetleri söyler ve Gürler Paşa Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturur. Bir yanda sivil otorite.

Parlamentosuyla hükümetiyle...

Diğer yanda askeri otorite.

Genelkurmay, Silahlı Kuvvetler...

Genelkurmay Başkanı ne yapar?

Görev alanını anayasal, yasal açıdan tanımlamak güç değil:

Silahlı Kuvvetler’e komuta etmek;

Askeri politikayı saptamak.(**)

Darbe yapmak var mıdır Genelkurmay başkanlarının görevleri arasında? Yoktur. Ya sivil otoriteye muhtıra vermek var mıdır? Bu da yoktur.

Yoktur ama vardır.

Darbeler, muhtıralar, rejime müdahaleler her seferinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Yasası’nın o ünlü 35. maddesinden kuvvet alır:

“Md. 35- Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”

Ama aynı yasanın bir başka maddesi daha vardır ki, askere siyaseti çok açık bir dille yasaklar:

“Md. 43- Türk Sillahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü Silahlı Kuvvetler mensuplarının siyasi parti ve derneklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır.”

Askere siyaset yasağı konusunda Anayasa ve yasalarda mevcut başka hükümler de vardır. Ama bu ülkede asker yine siyasetin içinde olmuştur.

27 Nisan Muhtırası bir yıl öncesinin tarihini taşıyor. Bakın, bu konuda emekli bir askeri yargıç, Ümit Kardaş, yeni çıkan kitabında şunları yazıyor:

“Muhtırayı veren asker kişiler, zor tehdidiyle TBMM’nin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etme suçunu işlemişlerdir. Bu suçun cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapistir, (TCK 311/1)

Bu muhtıra, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda karar verme aşamasında olan Anayasa Mahkemesi’ni de etkileme amacı taşımaktaydı. Bunun sonucu, muhtırayı verenler açısından yargı görevini yapanları hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs suçu oluşmuştu, (2-4 yıl hapis, TCK 277)

Yine muhtırayı verenler, ‘Ne mutlu Türküm Diyene’ demeyen herkesi düşman ilan ettiklerinden, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçunu işlemişlerdi, (1-3 yıl hapis, TCK 216/1)

Muhtırayı verenler, bu suçları işlemelerine rağmen neden yargılanamadılar? Çünkü asker kişiler, bu suçları askeri mahalde işlemektedirler. Bu nedenle de sivil siyasi suçlar işlemelerine rağmen ancak askeri mahkemede yargılanabilmektedirler.

Generaller sadece Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanabildiklerinden, muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı’nın kendisi hakkında sicil verdiği askeri savcıya soruşturma emri vermesi beklenemeyeceği gibi, askeri savcının da kendiliğinden soruşturmaya başlaması beklenemez.”(***)

Böyle hukuk devleti olur mu?

Böyle demokrasi olur mu?

—————————————

* Hikmet Özdemir, Ordunun Olağandışı Rolü, İz Yayıncılık, 1994, s. 321.

** Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, AFA Yayınları, 1989, s. 144.

*** Ümit Kardaş, ‘Ötekiler’ İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi, Demokrasiyi Militarizmden Nasıl Koruruz, hayykitap, Haziran 2008, s. 130)

Milliyet, 30.8.2008

Hasan Cemal

31.08.2008


 

Müsbet değişimin sancıları

Ağustos ayında Yüksek Askerî Şûra’nın sıkıntısız bir şekilde geçmesinden sonra, AK Parti’nin kapatılmasına yönelik davanın kapatma kararı alınmadan sonuçlanmasıyla yaşanan sakinlik, komuta kademesinde yaşanan değişikliklerdeki konuşmalar ve MHP’nin anayasa değişikliği teklifi ile yeniden bir hareketlilik yaşanmaya başladı.

Ordunun komuta kademesinde değişiklik törenlerinde yapılan konuşmalar, daha demokratik ve sivil bir Türkiye bekleyenlerin taleplerine uygun bir istikamette gelişmedi. Mamafih konuşmalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde ve eskileriyle mukayese edildiğinde müspet bir değerlendirme yapmak da mümkün.

Konuşmalarda üslup açısından yumuşak ve ince bir ölçü tutturulmakla beraber, küreselleşmeye, demokratikleşmeye ve AB reformlarına yönelik menfi yaklaşım dikkat çekiciydi. Gerçi burada da, eskiye nispetle belli bir dikkat gözden kaçmıyor. Ancak son tahlilde konuşmalarda “soft ulusalcı” bir anlayış ağır basıyordu. Bu noktada ordunun büyük bir bürokratik kurum olarak, değişime reaksiyon gösteren bir konuma savrulması anlaşılabilir bir şeydir. Lakin bu reaksiyonerliğin Ergenekonvarî bir “hard ulusalcılık”tan ayrışma çabası içinde olması, bir değişim ve farklılaşma olarak yine kayda değerdir. Bu farklılaşmaya rağmen, NATO üyesi ve AB müzakerelerini yürüten bir ülkenin ordu bürokrasisinin (buna yargı ve CHP bürokrasisini de ekleyebiliriz) böyle bir konumda ısrar etmesi kabul edilebilir ve sürdürülebilir değildir. MHP gibi aşırı sağcı olmakla itham edilen bir partinin bile gördüğü bu gerçeği, ordu bürokrasisinin gör(ebil)mesinin daha bir hayli zaman alacağı anlaşılıyor.

Burada, konuşmaları yapan komutanları aşan, bir ordu içi-dışı muhatap alınan kamuoyunu ikna etme çabasının da bir rolü olduğu aşikar. Özellikle Ergenekon soruşturmasıyla emekli üst düzey askerî personelin askerî lojmanlardan gözaltına alınması ve akabinde tutuklanması emekli askerler içindeki “hard ulusalcı”ları, Ergenekonculardan ayıracak bir şekilde gözetme çabasının konuşmalarda bir etkisinin olması olabilir. Keza, ordu bürokrasisinden darbe bekleyenlerin duyduğu hayal kırıklığı karşısında ordunun “koruma ve kollama” vazifesinin başında olduğunu hatırlatma gayreti de rol oynamış olmalıdır. Ordu komuta kademesinin, bu dikkatlerin yanında kamuoyunun büyük kesiminin demokratikleşme ve sivilleşme beklentileriyle doğrudan karşı karşıya gelmemeye özen gösteren ve onları da ikna etmeye çalışan bir denge arayışı içinde oldukları anlaşılıyor. Ancak tam bu noktada bu denge arayışının, orduyu toplumda ve siyasette giderek ağırlık kazanan demokratik, sivil ve özgürlükçü sıklet merkezinden uzaklaştırdığı göze çarpıyor. Ordu bürokrasisi, giderek toplumdaki modernleşmeyi yürüten öncü kurum iddiasının havada kaldığını görüyor. Ancak bu fikri, bürokratik ve zihni dönüşümün kırılma ve iç çatışma riskinden uzak durmak için bunu zamana yaymaya çalışıyor. Bu vadide eski Genelkurmay İkinci Başkanı yeni Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Ergin Saygun’un devir-teslim töreninde Selimiye kışlasına ve Osmanlı ordusundaki Nizam-ı Cedid dönüşümüne atıfla, ordunun modernleşmeyi yürüten öncü misyonunu devam ettirdiği vurgusunu bu çerçevede hatırlamak yerinde olacaktır.

Toplumun dindarlaşması laiklik için problem değil

Dönüşümün zorlukları ve ordu içinde zaman zaman ortaya çıkan iç çatışmalar, dikkate alındığında işin zorluğu ortaya çıkıyor. 1999 sonrası AB yolunda ilerledikçe, ordu içinden kimi unsurların reaksiyonerliğinin artışı aynı zamanda ordu içindeki reformlara ve nitelikli komutanlara duyulan bir tepkinin de ifadesidir. Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasıyla yaşanan ordu içindeki büyük dönüşüm, bir yandan bu reaksiyonerleri tahrik ederken diğer yandan yeni düzene uyum sağlayan yeni bir general ve subay sınıfının önünü açmıştır. Adeta manüel sistemden dijital siteme geçiş ölçeğinde bir sistem geliştiren Özkök, orduyu reaksiyonerliğin çıkmaz sokağından çıkarmıştır. Ordu gibi en zor reform yapılan bürokratik bir kurumda bu değişimin başarılabilmesi, son birkaç yılda Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ aleyhine yürütülen kampanyaların sebebini teşkil ediyordu. Kampanyalara ve dirençlere rağmen, ordunun ana istikameti demokrasi ve AB istikametinde oturmuştur. Kısmî eleştiriler, bu ana istikameti değiştirmeye yönelik değildir. Şimdi bu değişimin hazmedilmesi ve eğitimden talimatlara ve zihniyete yerleşmesi gerekiyor.

Değişimdeki en problemli alan laiklik ekseninde gelişmektedir. Bürokratik ve otoriter laiklik anlayışı, Türkiye’nin bugün geldiği çoğulcu, çeşitlilik içeren toplumsal yapısı, iktisadi aktörleri ve demokratik seviyesiyle bağdaşmamaktadır. Üstelik Türkiye’nin AB perspektifi, bu uyumsuzluğu AB müktesebatına da taşımaktadır. Laiklik ve Batılı hayat tarzını savunanların, bugün AB müktesebatıyla uyum sorunu yaşamaları dramatik sonuçlar vermektedir. Laikliği devletin bütün hayat tarzları ve dini anlayışlar karşısında bir tarafsızlık ve eşitlik anlayışı çerçevesinde AB müktesebatıyla uyumlu bir tanıma kavuşturmadıkça, farklı laiklik anlayışlarından kaynaklanan tartışmaların devam etmesi kaçınılmazdır.

Toplumun bir kesiminin dindarlığının artışı veya belli cemaatlere mensup olan kişilerin iktisadi alanda başarılı olması, laiklikle ilgili bir problem değildir. Bundan endişe duyan toplumsal kesimin, endişelerinin giderilmesi için dindarlara, cemaat mensuplarına ve bunlar dışında siyasetçilere düşen görevler elbette olabilir. Ama bu görev, kamu otoritesini kullanarak ve hukuk dışına çıkarak dindarlara veya cemaat mensuplarına baskı yapmak anlamına gelemez. Kaldı ki, dindarların ve çeşitli cemaatlere mensup olanların da toplumun belli bir kesiminin dinden uzaklaşması veya farklı bir din anlayışına sahip olmasından kaynaklanan endişeleri olabilir. Aynı şey onlar için de geçerlidir. Böyle bir durumda kamu otoritesinin yapabileceği bir şey yoktur.

Kişilerin hak ve hürriyetleri ihlal edilmedikçe, bizden farklı dindarlık anlayışlarının olması ve kendilerini ifade edebilmesi demokrasinin, laikliğin ve AB’nin varlık sebebidir. Bu durumda bürokrasinin bir endişeyi diğerlerinden üstün görerek dillendirmesi, Cumhuriyet’in ve laikliğin temel prensipleri olan tarafsızlık ve eşitliğe aykırı olacaktır. Eski ordu komutanlarının Kürt meselesinde yapılan yanlışları dile getirdikleri Fikret Bila’nın Komutanlar Cephesi adlı değerli eserinin, bir benzerinin bir süre sonra laiklik bahsinde de ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. Kürt yoktur diyen komutanlar, bugün alt kimlikleri ve bireysel kültürel hakları kabul etme noktasına geldiler. “Yanlış eğitilmişiz” diyen komutanların açık toplum, çoğulculuk ve demokratik müzakereler yürüdükçe hepimiz gibi yeniden düşünmeleri kaçınılmaz. Kürt meselesine bakışta yaşanan değişim, bugün bu meselenin çözümüne ve yumuşamasına ciddi katkılar yapmışsa, yarın laikliğin AB müktesebatı çerçevesinde yorumlanması da yeni açılımlar getirecektir. Ne yazık ki, değişim zor ve düz bir çizgide ilerlemiyor. Ancak süreç kavramını dikkate alarak baktığımızda, komutanlar cephesinde müspet istikamette gelişmeler olduğu söylenebilir.

Zaman, 30.8.2008

Dr. İrfan Yıldırım

31.08.2008


 

Silâhlı Kuvvetlerde Başbuğ dönemi

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde komuta değişikliğinin devamlılığı etkilemeyeceği hep söylenir. Bu büyük ölçüde doğrudur. Ama her komutan değişikliği, TSK’nın yapısının bir parça daha değişmesi demektir; işin doğrusu ve doğası da budur.

Örneğin Torumtay’’dan Karadayı’ya, Karaday’ıdan, Kıvrıkoğlu’na, Kıvrıkoğlu’dan Özkök’e, Özkek’den Büyükanıt’a köklü değişiklikler olduğu söylenemez. Ama Torumtay’ın 1987’de devraldığı ordu yönetimiyle Büyükanıt’ın 2008’de, iki gün önce devrettiği ordu yönetiminin aynı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Aradan geçen yirmi küsur yılda TSK, yalnızca silah ve techizat yönünden değil, eğitim, anlayış ve dünyaya ve siyasetle ilişkisine bakış yönünden de değişime uğramıştır.

İki gün önce, 28 Ağustos’ta görevini Orgeneral İlker Başbuğ’a devretmeden önce yaptığı konuşmada Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın şu sözleri çok şey anlatıyor: “Akıntıya karşı durma şansımız olmadığına göre, ileriye gitmenin akılcı şartlarını bulma konusundaki çalışmaların teşvikçisi ve destekçisi olmak için gayret ettim. Biçimlerin içine sıkışıp kalmak yerine Atatürkçü Düşünce Sisteminin özünde yer alan İnkılapçılık ilkesinin itici güc ile geleceğe emin adımlarla ilerlemek için uğraştım”.

Bu iki cümlede bir kaç kilit ifade var, ama en önemlisi ‘Akıntıya karşı durma şansımız olmadığına göre’ ifadesidir. AB Ulusal Programının asker içinde 2000 yazında yaşanan ateşli tartışmalar ardından MGK ve hükümet aşamalarından geçip 2001 baharında Meclis tarafından kabulü; 2002 yazında MGK’da yapılan ifade özgürlüğü ve ceza yasası tartışmalarının 2003-2004’de AK Parti döneminde yapılan reformlarına zemin oluşturması; 2005 yılında MGK Genel sekreterliği’nin sivil ellere devredilmesi bu çerçevededir.

Keza 2002-2004 döneminde asker içinden çıkan siyasete ağır müdahale girişimlerinin komuta kadamesinde kabul görmeyerek tasfiye edilmesi; ya da Büyükanıt döneminde Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale eden 27 Nisan açıklamasına 28 Nisan’daki hükümetin cevabı ardından işin üzerine gidilmemesi de bu çerçevededir.

(...)

Başbuğ’un görevi devralırken yaptığı ve ‘sert bir başlangıç’ olarak değerlendirilen konuşmasında da hem aynı ruhun devam ettiği, hem de değişimin işaretlerinin verildiği görülebiliyor.

Bu konu, üzerinde daha çok durulmayı hak ediyor elbette. Ancak şöyle bir başlangıç yapılabilir: AK Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan 1’e karşı 10 oyla suçlu bulunması, ancak kapatılmaması, onu bundan sonra özellikle Anayasa’daki laiklik ilkesiyle bağlantılı adımlarında sınırlamıştır. Başbuğ’un çok özel vurgularla yaptığı konuşmaya göreyse, laiklik ilkesi ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır’ ve muhtemel bir Anayasa değişikliğinde değiştirilmemesi iyi olacak maddeler dahi sayılmıştır.

Başbuğ’un, kapatılma direğinden dönen AK Parti hükümetine böylesine net ifadelerle olmasa da laiklik vurgusuyla konuşması belki sürpriz sayılmaz. Ancak konuşmadaki gerçek sürpriz ABD ile terörle mücadele işbirliğinin “mükemmel” ifadesiyle övülmesi ve bu “işbirliğinin korunması” talebinin dile getirilmesidir. Şimdiye dek hiç bir Genelkurmay Başkanı, ABD ile ilişkileri bu sözle tanımlamamış ve korunması için bu çağrıda bulunmamıştır. Bunu önemli bir gelişme, önümüzdeki dönemde bölgemizde ABD önemli işbirliği alanlarının işaretçisi sayılacak bir gelişme olarak bir kenara yazmakta fayda var.

Keza Başbuğ, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olacağı’ güvenlik stratejisinin dayanacağı dört unsuru sayarken, ulusal birlik, toprak bütünlüğü ve Kıbrıs’ın ardından BM ve NATO şemsiyesi altında uluslararası terörle mücadele anlayışıyla barışı koruma görevlerine hazır olmayı saymıştır.

Büyükanıt’ın ABD’den Afganistan’daki NATO gücüne asker talepleri üzerine, kendi terörle mücadelemize destek alamıyorken Afganistan’da terörle mücadele için gönderecek askerimiz olmadığını söylemesi hatırlarda. Şimdi Irak’taki PKK ile mücadelede ABD ile mükemmel işbirliği içinde olunduğu en yüksek güvenlik yetkilisince, törene davetli gelen NATO komutanının mevcuydiyetinde söylendiğine göre, bu çizgide bir değişiklik sürpriz olmaz.

Başbuğ ile ordunun daha aktif olacağı yeni bir döneme girdiği söylenebilir.

Radikal, 30.8.2008

Murat Yetkin

31.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır