"Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Leyle-i Kadir notları



Kıymetini, Kur’ân’ın indirildiği gece olmasından alan Kadir Gecesini bulmak için hususan 27. geceye yoğunlaşılmasını tavsiye eden Nebevî irşadlardan aldığı işaretle ümmetin asırlardır Kadir Gecesi olarak kutlayıp ihya ettiği mübarek geceyi de geride bıraktık.

Said Nursî ümmetin bu geceye o nazarla bakmasını, “Hakikî olmasa da inşaallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur” diye yorumluyor.

Niyazımız, ardı arkası gelmeyen fitne, fesat ve tahrip gayretleriyle adeta kıyameti çabuklaştırmak için elden gelenin arda konulmadığı dehşetli bir zamanda, ibadet ve duadan başka “silâh”ı olmayan mü’minler tarafından gece boyunca yapılan duaların, Kadir Gecesindeki sırlı tılsımla bütünleşerek dergâh-ı İlâhiyede kabulü için.

Bizim gibi ufku fâni hayatın sınırlarıyla çevrili olanlar için bir sonraki Kadir Gecesi, ömrümüz olursa bir sene sonra. Dün geceden ne ölçüde istifade edebildiysek, manevî kazanç hanemize yazıldı. Ama bu fırsatı da kaçırdıysak vâesefâ.

Zaman ve mekân kayıtlarını aşan seçilmiş kulların ise bir yıl beklemelerine gerek yok. Onlar zaten hep Kadir Gecesinin ikliminde yaşıyor.

Rabbimiz bizi de onların izinden yürütsün.

Mübarek gün ve geceleri, özellikle Kadir Gecesini hakkıyla ihya bahsini Nur talebelerinin, dolayısıyla bütün Müslümanların gündemine taşıyan o seçilmiş insanlardan Bediüzzaman’ın maneviyat ve fikir dünyasında Kadir Gecesinin özel bir yeri var. Ve bunun boyutlarını ihata edebilmek, bizim ufkumuzu çok aşan bir mesele.

Ama ucundan kıyısından da olsa kavrama çabamıza yardım edecek ipuçlarına tutunabiliriz.

Bilindiği gibi, “geceyi ihya” denilince ilk akla gelen şeyler namaz kılmak, Kur’ân tilâvet etmek, makbul ve muteber dua, münâcat ve salâvat-ı şerifeleri okumak, tevbe-istiğfar etmek, cami ve türbeleri dolaşmak, sadakaları çoğaltmak...

Üstad bunların yanına, Kur’ân’ın imanî âyetlerini tefsir eden Risale-i Nur okumayı ekleyerek, Kur’ân tilâveti ve namaz başta olmak üzere diğer ibadetleri fikir, zikir, tevhid, tehlil gibi boyutlarla zenginleştirmenin yolunu açıyor.

Muhterem Mustafa Sungur’un bir hatırası ise bu konuda çok farklı bir pencere daha açıyor:

1956’da Isparta’da bir Kadir Gecesi. Talebeler Üstadın yanında evrad ve ezkârla meşgul. Herkes gecenin feyziyle uhrevî bir atmosfere gark olmuş. Sungur da Hizbü’l-Hakaik’a dalmış. Ve o esnada arka odadaki talebelerin kapısında beliren Üstad, “Sungur, sen gel” diye işaret ediyor.

Ve “Risale-i Nur hizmeti için Ankara’ya, Tahsin Tola’ya şöyle bir mektup yaz” diyor. O manevî havadan çıkmak istemeyen Sungur ise “Bu gece çok mübarek, sabahleyin yazarım” diye düşünüyor. Sabaha yakın Üstad gelip soruyor:

“Ne oldu, yazdın mı?”

“Hayır Üstadım, henüz yazmadım.”

Bu cevap üzerine Üstadın teessürü yüzünden okunuyor. Ve sabah olunca tekrar Sungur’u çağırıp, “Şimdi hemen o hizmet için Ankara’ya gideceksin. Alâküllihal bu hizmet, okuduğun kadar önemliydi” diyerek, bu güzide talebesini hiç yatırmadan ve uyutmadan başkente gönderiyor. (İhsan Atasoy, Mustafa Sungur, s. 139-40)

Bu hadiseden çıkarılacak çok önemli dersler var. Demek ki, bazı hallerde zahiren küçük gibi görünen, ama hizmet açısından gerekli olan bir husus, yerine göre, mütalâa, kıraat, evrad, ezkârın da önüne geçen bir öncelik kazanabiliyor, Risale-i Nur için milletvekiline yazılacak mektup, evrad okumaktan daha önemli olabiliyor.

“İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur” sırrıyla da çok yakından ilgili olan bu hassas ölçü Üstadın yokluğunda nasıl uygulanacak?

Elbette, istişareyi hakkını vererek yapan ihlâslı, mütesanid bir şahs-ı manevînin kararlarıyla.

Bu bahsi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın gidişatını uhrevî bir nazarla ihata edip muhteşem bir tahlile tâbi tutan bahsin Leyle-i Kadirde yazdırıldığını hatırlayarak bitirelim.

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dertten ve borçtan kurtulmak için



Yeryüzünün halifesi, efendisi, en mükemmeli olarak yaratılan insan şüphesiz iyiliklere, güzelliklere lâyık bir varlık. Ne var ki sıkıntı, dert ve problemlerden de kurtulamaz.

Demircinin elinde kıvamını bulmak için dövülen demir misâli mânen gelişebilmek, terakkî edebilmek için bunlara maruz kalmak zorunda.

Tâ ki böyle anlarda aczini, fakrını, zaafını anlayıp Rabbine yönelsin, yalvarsın, yakarsın; maksadına nâil olsun. Her derdin devası, sıkıntı ve problemlerden kurtuluş çaresi bu.

Kısaca insan bolluk ânında şükür, sıkıntı ânında da sabır ve duâ ile mükelleftir.

Birgün Kâinatın Efendisi (asm) mescide girdiğinde Ebû Ümame (ra) ile karşılaşır. Namaz vakti değildir vakit. Hayretle, “Hayrola ey Ebû Ümame!” der Allah Resûlü (asm). “Sizi namaz vakti dışında mescidde görüyorum.”

Dertlidir Ebû Ümame. Bir kısım sıkıntıları vardır. Çözümü Allah’ta, mescide sığınmakta bulmuştur. İşte Allah Resûlü (asm) de gelmiştir. Derdini açma, çözüm bulmanın tam vaktidir. “Dertler ve borçlar beni buraya getirdi” diye karşılık verir.

Allah Resûlü (asm) onu şöyle rahatlatır: “Sana bir duâ öğreteyim de onu okuduğunda Allah derdini gidersin, borçlarını ödemede yardım etsin” buyurur.

“Tabiî ya Resûlallah” der Ebû Ümame (ra). Allah Resûlü de (asm) “Sabah akşam şu duâyı oku” buyurarak şu mealdeki duâyı öğretir ona: “Allah’ım, sıkıntıdan, üzüntüden, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borç içinde boğulmaktan, düşman tarafından perişan edilmekten Sana sığınırım.”

Ebû Ümame (ra) der ki: “Bu duâyı çokça okudum. Sonra Allah beni dertten kurtardığı gibi borçlarımı ödemede de yardım etti.”1

Bu duâ bütün dert ve sıkıntılardan kurtuluşun çaresinin, her şeyin dizginleri elinde, her hazine yanında, her yerde hazır ve nazır; gücü, ilmi, hazineleri sonsuz, yoktan var eden Allah olduğunu gösteriyor. Çağımız insanının stres ve problemler içinde boğulması, bir türlü huzuru bulamamasının sebebi çözümü yanlış yerlerde araması, sebeplere takılıp kalmasıdır. Adres doğru olursa, ortada çözülmedik mesele kalmaz.

Dipnotlar:

1- Ebû Davud, Vitir: 32; Tirmizî, Daavat: 71.

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bebek kutuları



Babyklappe adıyla Batı ülkelerinde hayli yaygın bir uygulama. Macaristan’ın başlattığı, Almanya’nın yaygınlaştırdığı sistem, bütün tartışmalara rağmen 13 ülkede kanunen uygulanıyor.

Bunlar arasında Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Hindistan, İtalya, Fransa, İsviçre var. En son Japonya da bu ülkelere katılmış durumda. Gayri meşrû ilişkiler sonucu dünyaya gelen masumların ölüme terk edilmemesi için bu devletler “bebek kutuları”nı hukuken kabullenmek zorunda kalmışlar (!)

Hindistan’da ise kız çocuklar istenmediği için bu uygulama kabul görmekte. Ülkede yapılan bir araştırma 2006 yılında 500 binden fazla kız çocuğunun kürtajla alındığını ortaya çıkarmış. Kürtajla alınamayanlar da doğduklarında kutulara bırakılmakta.

Kutulara terk edilen çocuklar devlet güvencesi altında ailelerin yanlarına yerleştirilmekteler.

Bebek kutusu uygulamasına karşı büyük tepkiler de var. Meselâ Almanya’da bebek kutularına tepki olarak http://www.babyklappe-nein-danke.de gibi bu uygulamayı acımasız bulanların buluştuğu siteler açılmış durumda.

Cuma günkü Yeni Asya’da “Vatikan’dan Bayram Mesajı” başlıklı haberi okuyunca gayr-i ihtiyârî aklıma bebek kutularıyla ilgili iç burkan haber geldi. Neden mi? Zira Papalık Dinler Arası Diyalog Konseyi Başkanı Kardinal Tauran, Ramazan Bayramı mesajında ailenin önemini vurgulayarak “Bugün ve gelecekte Hıristiyanlar ve Müslümanlar ailenin saygınlığını korumak için beraber çalışabilirler ve çalışmalılar” demekteydi.

Bediüzzaman Hazretlerinin eğlence ve sefahati yaygınlaştırmaya çalışan “İkinci Avrupa” olarak tanımladığı bu zihniyet, ne kadar çağdaşlık cilâsı ile kapatmaya çalışsa da ilk çağ vahşetini gizleyemiyor!

Ve Avrupa’nın hakperestleri bu acıklı tablo karşısında Müslümanlarla ortaklaşa çalışma ihtiyacından bahsediyor! İlginç günler yaşıyoruz değil mi?

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bebek kutuları



Babyklappe adıyla Batı ülkelerinde hayli yaygın bir uygulama. Macaristan’ın başlattığı, Almanya’nın yaygınlaştırdığı sistem, bütün tartışmalara rağmen 13 ülkede kanunen uygulanıyor.

Bunlar arasında Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Hindistan, İtalya, Fransa, İsviçre var. En son Japonya da bu ülkelere katılmış durumda. Gayri meşrû ilişkiler sonucu dünyaya gelen masumların ölüme terk edilmemesi için bu devletler “bebek kutuları”nı hukuken kabullenmek zorunda kalmışlar (!)

Hindistan’da ise kız çocuklar istenmediği için bu uygulama kabul görmekte. Ülkede yapılan bir araştırma 2006 yılında 500 binden fazla kız çocuğunun kürtajla alındığını ortaya çıkarmış. Kürtajla alınamayanlar da doğduklarında kutulara bırakılmakta.

Kutulara terk edilen çocuklar devlet güvencesi altında ailelerin yanlarına yerleştirilmekteler.

Bebek kutusu uygulamasına karşı büyük tepkiler de var. Meselâ Almanya’da bebek kutularına tepki olarak http://www.babyklappe-nein-danke.de gibi bu uygulamayı acımasız bulanların buluştuğu siteler açılmış durumda.

Cuma günkü Yeni Asya’da “Vatikan’dan Bayram Mesajı” başlıklı haberi okuyunca gayr-i ihtiyârî aklıma bebek kutularıyla ilgili iç burkan haber geldi. Neden mi? Zira Papalık Dinler Arası Diyalog Konseyi Başkanı Kardinal Tauran, Ramazan Bayramı mesajında ailenin önemini vurgulayarak “Bugün ve gelecekte Hıristiyanlar ve Müslümanlar ailenin saygınlığını korumak için beraber çalışabilirler ve çalışmalılar” demekteydi.

Bediüzzaman Hazretlerinin eğlence ve sefahati yaygınlaştırmaya çalışan “İkinci Avrupa” olarak tanımladığı bu zihniyet, ne kadar çağdaşlık cilâsı ile kapatmaya çalışsa da ilk çağ vahşetini gizleyemiyor!

Ve Avrupa’nın hakperestleri bu acıklı tablo karşısında Müslümanlarla ortaklaşa çalışma ihtiyacından bahsediyor! İlginç günler yaşıyoruz değil mi?

Bir Amazon’un hikâyesi

mazonlar…

Tarihteki kadın savaşçılar. Kız çocuklarını kendilerine alıkoyup, erkek çocuklarını öldürüyor ya da babalarına teslim ediyorlardı.

Yaratılış kanunlarına uymayan her hareket gibi onlar da tarihin sayfaları arasında gömülüp gittiler. Ama Amazon ruhu günümüzde yaşamaya devam etmekte. Bu misyonu farklı frekanslarıyla feministler sürdürmekteler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünya düzeninde kadının konumu önemliydi. Savaş acılarını unutmak için çoğu insan eğlence ve sefahate düştü. Kadınlar da… Hollywood’un sinema dünyası bu damardan beslendi. Savaş yıllarında küçük bir çocuk olanlar 60’lı yıllarda “Her şeye özgürlük! Cinselliğe de” sloganları arasında yeni bir akıma yol açtılar.

ABD’de altmışlı yılların kadın hakları konusunda farklı fikirleriyle öne çıkan ismi Betty Friedman’dı. Yahudi bir aileye mensuptu. Savaş sonrası dönemde kadınlar üzerine yaptığı araştırmalar, yazdığı kitaplar geniş yankı buldu. Kadınların evden çıkmaları gerektiğini ifade ediyor, kocalarına baş kaldırmalarını söylüyordu. Evlilik annelik, çocuk besleyip büyütme, cinsel sadakat konusunda adeta Amazonları andıran farklı görüşleri vardı. Erkeklerle silâhlı mücadeleyi bile savundu.

1963’te Life dergisine şöyle dedi Friedman: “İnsanlar şunu dediğimi sanıyor: ‘Dünya kadınları, birleşin—kocalarınızdan başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok.’ Bu doğru değil. Elektrikli süpürgelerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok.”

Friedman, 2006 yılında yaşlı bir kadın olarak tek başına yaşadığı apartman dairesinde ölmeden önce feminist hareketin yeni bir evreye girdiğini söylüyor ve şöyle diyordu: “Bir adamla güzel ve sadakate dayalı bir ilişki sahibi olmak beni çok mutlu ederdi.”

Not: Bizim Aile dergisinin Ekim sayısı feminizm üzerine. Hazırlanan dosyalar hayli ilginizi çekecek anekdotlarla dolu. Siz iyisi mi Ekim sayınızı şimdiden ayırtın.

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hakikat mesleği ve kelâm



Kelâm, aklı önplana alarak gerçeklere ulaşmaya çalışan İslâm felsefesidir diyebiliriz. Esas sahası, iman, itikat, inanç esaslarıdır.

Kelâm, çağlarboyu iman ve itikat esaslarını izah ve ispat ederek imanları muhafaza etmiş, batıl mezhepleri ve inkârcıları püskürtmüştür.

Ne var ki, eski kelâm ilmi, çağın problemlerinin çözümüne;1 şüphe ve vesveselerinin dağıtılmasına, hücumlarının defedilmesine, fen ve felsefenin (pozitivizmin) iddialarının çürütülmesine kâfi gelmedi.2 Zira inkâr, fen, ilim ve felsefeden gelerek, teknolojik buluşlara da binerek maneviyâta, dine ait değerlere yoğun bir saldırıya geçmiş.

İşte, Bediüzzaman, kelâm ilmini modern ilimlerle yoğurarak, kendine has bir metotla, çağın şartlarına uygun ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirerek ona yeni bir çehre, yeni bir boyut kazandırır. Risâle-i Nur, kelâmın kuru aklî metotlarıyla da yetinmez. Aynı zamanda mantıkî, ilmî hüccetler içinde bir yol açmış. Doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde (inanç esasları) ve usulü’d-din içinde bir velâyet-i Kübra (büyük evliyalık) yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor.

Çünkü, iman esaslarını yalnızca tecrübe ve ilmî meselelerle kabul etmek kâfi değil. Belki, kalbî, ruhî, hâlî (içe, duygulara yönelik) hususlar da serdedilmeli ki, insan yüksek marifete, ilme, idrake ulaşabilsin...

Dolayısıyla Risâle-i Nur, tasavvur değil, tasdiktir. (Yâni, hayâlî değil; pratiğe dökülmesi mümkün olan, aklın tasdikinden geçen meselelerdir.) Teslim değil, îmandır. (Yazılan Sözler/külliyattaki hakikatler, teslimin bir ürünü değil, akıl, iz’ân gibi zihnin bütün merhalelerinden geçtikten sonra elde edilen en yüksek bir ilimdir.) Mârifet değil, şehâdettir, şuhuddur. (Bilgi değil, bizzat gözlemlere dayanan, görülmüş gerçeklerdir.) Taklit değil, tahkîktir. (Başkasının söylediklerini aynen tekrarlayan değil, araştırma, inceleme, ispat ve izâh metodlarına dayalıdır.) İltizam değil, iz’andır. (Sadece taraf olma değil, yüksek bir şuûr ve anlayışın sonucudur.) Tasavvuf değil, hakîkattir. (Parlak kelimelerle tasvir edilmiş değil, gerçeğin tâ kendisidir.) Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır. (İddiâlara değil, aklî, mantıkî, gözlem ve tecrübenin mahsûlü kesin delil ve belgelere dayanıyor.)3

Bediüzzaman, İslâmın meselelerini kelâm açısından da ele alırken, yalnızca, “Açız, yememiz; hastayız, ilâç almamız gerekir!” şeklinde bir yaklaşım sergilemez. Malzemeleri Kur’ân ve kâinat eczahanesinden bir kimyager maharetiyle toplar; ilâç ve yemek hazırlar. İnsanlığın hastalıklarını teşhis eder; ameliyat-ı mâneviye yapar ve reçeteyi yazar. Bir öğün yedirip, karnımızı bir seferliğine doyurmaz. Yemek yapma sanatı aşçılığı ve kimyagerliği öğretir.

Nasıl ki, su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerlerden, dağlar altından kazarak su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz, herbir yerde suyu bulur. Aynen öyle de, ulemâ-i ilm-i kelâm, uzak yerlerden küngânlarla su getirmek gibi, sebepleri nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ, Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. “Her şeyde Allah’ın varlık ve birliğini gösteren bir delil vardır” prensibini her şeye okutturur.4

Dipnotlar:

1- Abdülkadir Harmancı, İlm-i Kelâm ve Risâle-i Nur, Risâle-i Nur Enstitüsü Yayınları, s. 17; Tarihçe-i Hayat, Abdurrahman Nursî, M. Hamza, s. 40.; 2- Mektubat, s. 317.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 8. 4- Sözler, 716-717.

28.09.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sünnette kabir ziyareti



Abdullah Bey: “Kabir ziyaretinin sünnetleri ve adapları nelerdir? Kabir ziyaretinde nelere dikkat etmeliyiz?”

Ö

lümü ve ahireti hatırlatan kabir ziyareti sünnettir.

Bir gece Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Âişe Validemizin (ra) yanından sessizce çıkıyor, Baki kabristanına geliyor ve oradaki kabir ehline duâ ediyor. Döndüğünde Hazret-i Âişe validemize (ra) şöyle buyuruyor:

“Cebrail bana gelip seslendi. Ben de onun çağrısına uydum ve bunu senden gizledim. Ve zaten o, sen elbiseni çıkarmış olduğun halde senin yanına girecek değildi. Ve ben de senin uyuduğunu zannederek seni uyandırmak istemedim. Korkacağından da endişe ettim. Cebrail bana: ‘Rabbin sana Baki kabristanına gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor’ dedi.”

Ben:

“Yâ Resûlallah! Onlar için ne söyleyeyim?” diye sordum. Buyurdu ki:

“Şöyle de: ‘Esselâmü Aleyküm yâ ehle’l-kubûr! Mü’minler ve Müslüman’lar diyarının ehline selâm olsun! Allah bizden evvel ölenlerle bizden sonra öleceklere rahmet eylesin! Allah bizi ve sizi bağışlasın. Siz bizim öncümüzsünüz. Biz de peşinizden geleceğiz. Ve İnşallah sizlere kavuşacağız!’”1

Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Annemin kabrini ziyaret için Rabbimden izin istedim. Bana izin verdi. Siz de kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ölümü hatırlatır.”2

Kabir ziyaretinin adabı

1- Kabir ziyaretinin belli bir vakti yoktur. Her vakit kabir ziyareti sünnet olarak yapılabilir.

2- Mümkünse abdestli olmak kabir ziyaretinin adabındandır.

3- Kabristana varılınca: “Esselâmü Aleyküm ehle’d-diyâri mine’l-mü’minîne ve’l-müslimîn. Ve innâ inşâallahü le-lâhikûn. Es’elullâhe lenâ ve lekümü’l-âfiye”3 (Bu kabristanda bulunan Mü’min ve Müslümanlara selâm olsun. Bizler de İnşallah sizlere muhakkak katılacağız. Allah’tan bize ve size afiyet dilerim) diye duâ edilir.

4- Kabristanda Kur’ân-ı Kerim’den bilinen âyet ve sûreler okunur. Çünkü Kur’ân okunan yere rahmet iner. Yasin Sûresini okumak efdaldir. Peygamber Efendimiz (asm), “Ölülerinize Yasin Sûresi okuyun”4 buyurmuştur. Okunan Kur’ân’ın sevabı kabir ehline bağışlanır, kabir ehline ve bütün ehl-i imanın mevtâlarına ve ölmüşlerine günahlarının bağışlanması ve varsa azaplarının hafifletilmesi için duâ edilir.

5- Dünya hayatının geçici oluşunu, kabir hayatını, sorguyu, diriliş gününü, hesabı, mahşeri, sırat köprüsünü ve tümüyle âhiret hayatını düşünmek ve ölümden ibret almaya çalışmak gerekir.

6- Kabrin üzerine ağaç veya yeşillik dikmek sünnettir.

Kabir ziyaretinin bid’atleri

Kabir ziyareti sırasında yapılmaması gerekirken, ısrarla ve kutsalmış gibi yapılan ve yer yer bir türlü terk edilemeyen yanlışlıklar da vardır. Bunların şirk tehlikesi taşıyanları da vardır.

Kabir ziyaretinin bidatleri şunlardır:

1- Kabirde yüksek sesle ağlamak, dövünmek, elbisesini, saçını, başını yolmak ve feryad etmek bidattir.

2- Kabrin taşını, duvarını, demirlerini, mermerini kutsal bilmek ve öpmek bidattir.

3- Kabir üzerine mum yakmak ve çaput bağlamak bidattir.

4- Kabirde yatandan dilek dilemek, burada kurban kesmek, burada yemek vermek bidattir.

Allah ölmüşlerimiz için rahmetini, merhametini, lütfunu, bereketini esirgemesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Müslim, Cenâiz, 35/103

2- Müslim, Cenâiz, 36/108

3- Müslim, Cenâiz, 35/104

4- Müsned: 5/26

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Hoş gidiyor Ramazan, var mı onu tatmayan?



Kadir gecesini de eda ettikten sonra, insan artık iyiden iyiye Ramazan’ın, elini eteğini çekmeye başladığını hissediyor.

Ramazan’ı hakkıyla idrak edip yaşayanların bu ayrılıktan pek de hoşlanmadıkları, bununla birlikte tatlı bir hüzünle doldukları muhakkak. Zira gelen ve zamanı dolunca da giden, “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden kurtuluştur” diye nitelenen ayların şahı Ramazan’dır. Hiç unutmam, küçükken arife gününde annem hüzünlenir, “Bu gün ölüler ağlıyordur. Çünkü azapları sadece Ramazan’da durdurulur” derken, başımı belli belirsiz sallar; ama ne dediğini tam olarak anlayamamanın verdiği çocuk saflığıyla, türlü işkence sahnelerinin durduruluşunu gösteren hayal denizine dalardım.

Zaman geçtikçe, Enes Bin Malik’in rivayet ettiği, “Ramazan ayında ölüler üzerinden kabir azabı kaldırılır” hadisi, olayı daha net görmemi ve bazı üzüntülerin odak noktasını irdelememi sağladı. Mesela, annemin söz konusu üzüntüsü gerçekte ölüler için mi, yoksa yaşayanlar ve dahi özelde kendisi için miydi? Bence kendisi içindi… Zira “Dört kişinin omzunda gitmemeye çaren mi var?” hakikati bir saat gibi kulağımızda daima çınlamakta.

Peki, insanı gidişiyle hüzünlendiren Ramazan’daki iksir nedir? Bununla ilgili, “Ramazan ayı girdiği zaman cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kilitlenir; şeytanlar zincire vurulur” hadisi, sanırım üzüntümüzün kaynağına bizi götürecek mahiyette. Kolay değil, nefis ve şeytanla mücadele etmek… Hele ki evliya ve enbiyaların şerrinden sığındıkları nefis ve şeytansa… O kadar ki, “Ya Rabbi! Göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha az bir zaman bile bizi nefsimizin eline bırakma!” diyen Hz. Muhammed(sav), bu konunun önemini belirtmiştir. İşte Ramazan ayında, bu denli önemli bir düşmanla her an mücadele hâlinde olan bir Müslüman’a “zincire vurulur” ibaresinin de belirttiği bir kolaylık içinde cennete layık olabilecek ibadetlerde bulunabilme fırsat sunuluyor… Dahası, bu ibadetleri alışkanlık hâline getirme ve Ramazan’dan sonra da devam ettirme gayretinin mümkün olabileceği de gösteriliyor. İnsanın, böylesi bir nimet için şükredesi ve “Bu Rabb’imin fazlındandır” diyesi geliyor…

Evet, Ramazan’ı Kur’an’ın indirildiği ay olarak görmek... Henüz yaratılış hikmetlerini bilmeyen ve cahiliyet bataklığında vıraklayan kurbağalar gibi birbirlerini çekiştiren ve bataklıkta tutan, akıl tutulmasına uğramış nice insanlar ve yaşamlar ortasında inen İlahî kelamın kalp, ruh ve akılları bir güneş gibi nasıl aydınlattığını tam olarak anlayabilmek…Ve “kul olduğunun idrakine varma, Allah’ı hakkıyla tanıma ve bilme” hakikatini iliklerine kadar yaşamak ne büyük saadet!...

Aslında beni bu kadar söyleten, Ramazan ayı aramızdan usul usul ayrılırken toplum olarak gittikçe kıymetini idrak etmeme sorunudur. Mesela geçenlerde, “Ramazan’ın tamamında oruç tutanların oranı yüzde 20, çoğunda tutanlarınki yüzde 60, birkaç gün tutanların oranı ise yüzde 90, yüzde 9’luk bir oran hiç oruç tutmuyor” gibi verilerle ortaya konan bir araştırmayla, aslında taklidî imanda kalan nice kişinin var olduğu gerçekliği yüreğimi sızlatıyor. Ne oldu bize? Çocukluğumdaki o uhrevî Ramazan çehreleri neden umarsız bir hâle büründü?

Merak ediyorum, “Cennet’te Reyyan adında bir kapı vardır. Kıyamet Günü’nde oradan yalnız oruçlular girer. Onlarla birlikte başka kimse giremez. ‘Nerede oruç tutanlar?’ diye çağrılır ve onlar da o kapıdan girerler. Sonuncusu da girdi mi, artık kapı kapanır; kimse giremez” hadisi de içimize tatlı bir heyecan vermez mi? Yoksa ölüm denen heyula, bizden çok mu uzaklarda?

Sahi, Ramazan Bayramı’mızı Şeker Bayramı’na dönüştürürken, Ramazan ayından kurtulmak mıdır, yoksa kulluk bilincinin doruğundayken Allah’ın bir ikramı olarak bilmenin gerekliliğinin şuurundan mıdır kutlamaların nedeni? Bence her vicdan sahibi bunu sorgulamalı Ramazan’ın son demlerinde…

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Eğer faide esas ise



Nasıl geçti? Muhakkak ki zararlı değildir. O zaman ölçü az mı çok mu faydalı geçti sorusu olmalı herhalde.

Oruç, artı teravih namazları, artı Kur’ân okumaları, artı dini kitap okumaları ve dini sohbetler… Şöyle bir ayı gözümüzün önüne serelim.Elimizi başımıza koyalım ve vicdanımızı konuşturalım.

İbadetlerimizde bir değişiklik oldu mu? Kulluğun bu güzel kapısı ibadetlerimizde bir huzur bulabildik mi? Tatlı bir lezzetle, derin bir haz ile ubudiyetin zirvelerine doğru bakabildik mi?

Özellikle kendimizde, nefis ve ahlak terbiyemizde bir mesafe katedebildik mi? Hoş ve güzel faaliyetler bizde makes bulabildi mi?

Anne ve babamıza, yakın büyük akrabalarımıza gerekli yakın ilgi ve alakayı göstererek onların gönüllerini hoş tutarak memnun edebildik mi?

Ailemizde, çocuklarımızda ne gibi güzel gelişmelere şahit olduk. Dünya ve ahiret adına İslami, imanî, Kur’ani hangi değerlere sahip çıkabildiler? Bu konularda beklediğimiz ümid ettiklerimiz gerçekleşti mi?

Akrabalarımızla alakalı vazifeleri, sorumlulukları yerine getirebildik mi? Göstermelik, baştan savma şeklinde değil de gerçekten candan ve hasbi olarak onlarla alakadar olabildik mi? Bir nebzede olsa dertlerine merhem sürebildik mi?

Çevremize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza güzel mesajlar, faydalı örnek yasayışlar verebildik mi? Çevremizden İslamı hakkıyla yaşayan kişidir diye kendimize şahitler bulduk mu? Dostlarımız iki günlük dünya hayatı için değil de baki, ebedi bir hayat için mi oldu? Arkadaşlıklarımız kısır mefaatler için mi yoksa sonsuz meyveler veren bir hayat için mi oldu?

Netice itibariyle mübarek Ramazan-şerif bizim için az veya çok faydalı olarak yaşanabildi mi? Eğer önemli olan faideler ise beklentilerimiz de bu yönde olmalıdır inşallah…Nice nice Ramazanlara…

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Suç bataklığından nasıl kurtuluruz?



Dün bir gazete, “Suça battık” manşetiyle yayınlandı. Haberde, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “ekonomik suçlarda patlama yaşandığı”na dair açıklaması yer aldı.

Aynı habere göre, Yargıtay tarihinde suç dosyası sayısı ilk kez 1.5 milyona ulaşmış. Bakılamayan binlerce dâvâ ‘zamanaşımına’ uğrama tehlikesiyle karşı karşıya.

Tabii, haberde pek çok ayrıntı var. Ekonomik suçların rekor seviyeye ulaştığı, Yargıtay’a temyiz için gelen elektrik, su hırsızlığı gibi dosyaların sayısının 100 bine dayandığı ifade ediliyor. Ki bu dosyalar, geçen yıllarda 15 ya da 20 bin civarında oluyormuş. (Akşam, 27 Eylül 2008)

Ticarî hayatta güvenin sarsıldığı, değil senetlerin, ‘çek’lerin bile bir mânâ ifade etmediği günlerdeyiz. Bir noktada başlayan kriz, başka noktaları da etkisi altına alıyor. Ticaret ve sanayi erbabı, bu noktalarda geçmiş yıllara hasret. Bir zamanlar ‘söz’ün ‘senet’ten daha değerli olduğu malüm. Toplumu etkisi altına alan ahlâkî çöküntü, ‘çek’leri de anlamsız hale getirdi.

Karşılıksız çek sebebiyle açılan ceza dâvâlarının sayıları da 45-50 bini bulmuş. Bu sayı da önceki yıllarda 25-30 bin kadarmış. Yargıtay’a giden hırsızlık ve gasp dosyaları 60 bini, sahtecilik ve dolandırıcılık dosyaları ise 20 bini aşmış.

Bütün bunlar ‘tesbit’ olarak doğru. Peki bu ‘bataklık’tan nasıl kurtulabiliriz? İşin özü, esası burada. Bunun için de, suça batmanın sebebi olarak sadece ekonomik krizi görmemek lâzım. Mutlaka ekonomik krizlerin de büyük payı vardır, ancak ahlâkî çöküntüyü de görmek lâzım.

Sıralanan suçlar arasında ‘kaçak elektrik kullanımı’ gibi suçlar da var ki bu, ‘tüyü bitmedik yetimlerin hakkına tecavüz’ anlamına gelir. Bir kişi değil, binlerce kişinin hakkını gasbetmek anlamına gelen bu ‘suç’u işleyenler ‘insaf ehli’ olabilir mi? İnancımıza göre, ‘affedilmeyen’ suçlardan olan ‘kul hakkı’nı bu kadar kolay ihlâl etmek nasıl mümkün olabilir? (Kul hakkını sadece hakkı gasbedilen ‘kul’ affedebilir.)

Bunca büyük kabahatler kolaylıkla işlenebiliyorsa, insanların mânevî değerleri tahrip olmuş demektir. O halde, gerçekten bu ‘dosya’ların azalması isteniyorsa, ‘tedavi’ye doğru yerden başlamak lâzım. İnsanlar ikna edilerek, ‘kul hakkı’nın en büyük kabahatlerden olduğu iyice anlatılmalı. Yarın bir gün, attığı her adımın hesabını vereceğini bilen bir ‘insan’ kolayca kul hakkına tecavüz edebilir mi? ‘Suç’larla mücadele etmenin en kolay ve netice alınabilecek yolu budur.

Ne yazık ki Türkiye’yi idare edenler bu noktadaki gerçekleri görmeye yanaşmıyor. Bir yandan ‘suç’lar artarken, öte yandan uygulanan ‘yeni’ politikalarla adeta suçluların artması teşvik ediliyor. Bu tavrın, iyi niyetle izah edilmesi mümkün değildir.

Yıllardan beri birbirinin kopyası politikalar uygulandığına göre, bu politikaların çare olmadığı ve bundan sonra da olamayacağı artık kabul edilsin. Gelin, hep beraber; güzel bir lisan ile insanları ikna ederek kalplerine ‘yasakçı’ koyalım. Başka türlü suç bataklığından kurtulamayız!

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Hastalık ve ölümü gülerek karşılamak



İKİ böbreği de çürümüş, uzunca bir süredir hemen her gün diyaliz makinesine girerek hayatını devam ettiriyor.

Yaklaşık bir yıl oldu hiçbir şey yiyemiyor, içemiyor. Bu durumun bir sonucu olarak tuvalete gitme ihtiyacı da olmuyor. Adeta bitkisel bir hayat. Aynı zamanda fakir. Yeşil kartı, devletin ve yakın akrabalarının maddî desteği olmasa hali perişan mı perişan...

Ama aklı başında... Tevekkülüne, teslimiyetine hayran olmamak mümkün değil. Cesaretine, metanetine gıpta etmemek elde değil. Gece gündüz sabır içinde haline şükrediyor, duâ ediyor. O amansız hastalığına rağmen, gelen ziyaretçilerine sıcak ilgi, alâkanın en iyisini gösteriyor, onlara duâ ediyor, teşekkür ediyor.

Yakın akrabam olan bu hastanın, bu takdire şayan duruşunu merak ediyorum. Hastalar Risâlesi’nden aklımda kalan kadarıyla, hastayı da fazla usandırmamak kaydıyla bazı nasihatlarda bulunduktan sonra, bu amansız hastalığa karşı nasıl mukavemet ettiğini, bu cesareti, bu metaneti nereden aldığını, bu emsâlsiz sabır ve şükür alışkanlığını nereden öğrendiğini soruyorum.

Yattığı yataktan adeta sapasağlam bir insan duruşu ve edasıyla; “Hüseyin abi, ben biliyorum ki bir gün öleceğim. Hasta olsam da olmasam da vakti zamanı geldiğinde bu dünyadan göçeceğim. O halde üzülüp, merak etmenin hiçbir faydası yok, zararı var. Şu veya bu şekilde merak edip, üzüldüğüm zaman hastalığım daha da artıyor. Sonra ben biliyorum ki bana bu hastalığı veren Allah, beraberinde sabır kuvvetini de veriyor. Bunun için bu halime razı olup, sabretmekten başka çarem yok. Bana duâ edin yeter...” diyor.

Doğrusu, güya hasta akrabama kuvve-i mâneviye vermeye, onu tesellî etmeye giden bana bu hasta çok ibretli bir ders veriyor. Kendimi bir anlık bu hastanın yerine koyuyorum. İtiraf etmeliyim ki aynı sabrı, aynı metaneti, aynı mukavemeti gösterebilmem mümkün değil. Üstelik bu yakın akrabam hastalıkların, ölümün gerçek mahiyetini bilen birisi de değil. Konuyla alâkalı derinlemesine bir bilgisi, kültürü de yoktu. Saf, samimî, katıksız bir inancı ve itikadı ona bu metaneti, teslimiyeti kazandırmıştı.

Kendi adıma hayıflandım ve üzüldüm. Yıllar yılı nurlardaki hakikatleri okuyorum, dinliyorum. Hastalar Risâlesi’ni, ölüm, haşir, uhrevî hayatla alâkalı mevzuları kerrâtla okuduğum veya dinlediğim halde, neden basit bir hastalık ânında gerekli sabır ve metaneti gösteremiyorum? Niçin ölümden irkiliyorum, ürküyorum? Neden hemen hemen hiçbir alt yapısı olmayan sâfî kalp bir mü’min kadar tevekkül edip, gerekli metanet ve cesareti gösteremiyorum? Evet kendi adıma bundan böyle bir iç muhasebeye karar verdim.

Bunun bir örneğini de seneler önce vefat eden rahmetli annemin ağır hastalığı zamanında sergilediği merdâne duruşta gördüm. Böbrek yetmezliğinden çaresiz bir şekilde artık ecelini beklemekte olan annemin o sabrı, o tevekkül ve metaneti karşısında hayrette kalmıştım. Ağır hastalığın acıları ve sancıları içinde kıvranan annemi teselli edecek mecal ve cesaretimi kaybetmiştim. O perişan ve umutsuz hâlimi gören rahmetli, sapasağlam bir insan pozisyonunda, hasta yatağından doğrularak bana; “Oğlum, elbette bir gün hepimiz öleceğiz. İyi ki şimdi ölüm sırası bende. Allah korusun benim yerimde sen olsaydın, o zaman ben ne yapardım? Haydi hep yanımda durma, şöyle dışarı bir çık, ferahlan bakalım” derdi. Ve kendisi teselliye ve mânevî desteğe muhtaç durumdaki annem, bir keresinde bana böyle ibretlik bir ders verdikten bir gün sonra ruhunu Rahman’a teslim etti.

Başta peygamberler olmak üzere, bir çok İslâm büyüklerinin hastalık ânındaki sabır ve metanetlerini; hatta bazılarının da ölümü gülerek karşıladıklarını biliyoruz. Lâkin sıradan, âmî zannettiğimiz bazı mü’minlerin, ölüme kapı aralayan ağır hastalıkları ânındaki ibretlik tevekkül ve teslimiyetlerini, sabır ve metanetlerini görmek, kendimizi sorgulamak adına ders çıkarmamız gereken ibretlik vâkıalardan olsa gerek.

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Beklentiler…



Yeni Asya olarak okulların açılması ile gündeme gelen İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabındaki darbelerin meşrû gösterilmesi ve Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabında da “irtica” ile ilgili öğrencilerin anlamayacağı ve kafalarının karışacağı bölümlerin değiştirilmesi ile ilgili yayınlar yapıyoruz.

Bu yayınlarımız ses getirdi. Birinci kitap düzeltiliyor, ikinci kitap ise incelenmeye başladı, o kitabın da düzeltileceğini ümit ediyoruz.

Bugün de eğitim camiasının başka bir sorununu gündeme getirmek istiyorum. Bağımsız Eğitimciler Sendikası (BES) öğretmenlerin hayata bakışı ve beklentilerini ortaya koyan bir araştırma yaptı. BES Genel Başkanı Gürkan Avcı, öğretmenliğin günümüzde maalesef ekonomik ve sosyal haklar yönünde kenara itilen bir meslek olduğunu söylerken, ortalama öğretmen maaşının 975 olduğunu söyledi. Dört kişilik ailenin açlık sınırının 726 YTL, yoksulluk sınırının da 2 bin 366 YTL olduğu düşünülürse bu rakamın ne anlama geldiği kolayca ortaya çıkar. Ayrıca daha önce yapılan araştırmalara göre gelişmiş ülkelere bakıldığında diğer memurlar gibi öğretmenlere de verilen maaşın çok düşük olduğu da ortaya çıkıyor.

* * *

Sendikanın aktif olarak görev yapan bin 247 öğretmenle yüz yüze yaptığı araştırmasında çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı. İşte bunlardan bir kaçı…

“Öğretmen olarak hayat standardınızın 2008 yılı içinde aşağıdakilerden hangisine uygun bir şekilde değişikliğe uğramasını bekliyorsunuz?” sorusuna artacak diyenlerin oranı yüzde 3.41 olurken, azalacak diyenlerin oranı ise yüzde 87.40 olmuş.

“Toplumsal yaşantınızda genel memnuniyetsizliğiniz hangi konu üzerine yoğunlaşıyor?” sorusuna ise gelir, yaşam standardı, tasarruf ve yatırım gibi memnuniyetsizlikler sıralanmış.

Bir taraftan öğretmen olmak için binlerce üniversite mezunu sırada beklerden, şu anda öğretmenlik yapanların yaklaşık yüzde 64’ü tekrar seçme şansları olsaydı öğretmenliği seçmek istememeleri oturulup düşünülmesi gereken bir sonuç.

Araştırmaya göre eğitimcilerin yaklaşık yüzde 67’si öğrencilere sunulan eğitimin niteliğinden memnun değil. Sadece yüzde 8.3’i “çok memnunum” cevabını vermiş.

Türkiye’de insanlara sunulan sosyal haklardan ve sosyal güvenlik sisteminin işleyişinden “memnunum” ya da “çok memnunum” diyenlerin oranı toplam yüzde 20 civarında olurken, “memnun değilim” ya da “hiç memnum değilim” diyenlerin oranı yüzde 73’i geçiyor.

“Türkiye’nin Avrupa Birliği, Amerika ve komşu ülkelerle sürdürdüğü mevcut ilişkilerinden memnun musunuz?” şeklinde yöneltilen bir soruya karşılık şu sonuçlar ortaya çıkmış. “Çok memnunum” diyenler yüzde 30.25, memnunum diyenler yüzde 38.09, “memnun değilim” ya da hiç “memnum değilim” diyenlerin toplam oranı yüzde 25’i bulmuyor.

Araştırmadaki ilginç sorulardan birisi “Genel olarak Türkiye’de demokrasinin işleyişinden memnun musunuz?” sorusu oldu. Bu soruya verilen cevaplar da ilginç. “Çok memnunum” yüzde 24.85, “memnunum” yüzde 53.27, “memnun değilim” yüzde 8.13, “hiç memnun değilim” yüzde 4.47.

Bir ilginç sonuç da “Türkiye’de bireylere tanınan din ve vicdan hürriyetinden memnun musunuz?” sorusuna verilen cevaplarda ortaya çıkmış. 58.15’i “çok memnunum”, yüzde 26.1 “memnunum” karşılığını verirken, “memnum değilim” ya da “hiç memnum değilim diyenlerin toplam oranı yüzde 11’i bulmuyor.

* * *

Millî Eğitim Bakanlığı ve Türkiye Zekâ Vakfı’nın birlikte düzenlediği Zekâ Oyunları’nın 13.’sü olan “Oyun 2008” yarışmasının tanıtımını yaparken, insanlığın “3K” döneminden geçtiğini ifade eden Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, “Tarım toplumlarında kas, sanayi toplumlarında kasa önemliydi. Bilgi toplumlarında kafa önemlidir” demişti.

Bu araştırma sonuçlarının analiz edildiğinde, öğretmenlerimizin de kafalarını toplamaları, bilgi toplumunu olmaya katkı sağlamaları için kafalarındaki sorunların ve beklentilerinin karşılanması gerektiği ortaya çıkıyor. Çünkü kafasında “kirayı nasıl ödeyeceğim… Faturalar cezaya kalmadan bir ödesem. Akşam çocuğuma ekmek götürebilecek miyim?” sorusu olursa verimli olabileceğini düşünmek mümkün olmaz.

Yanlışlıkların yapıldığı kitapları ya düzelten ya da incelemeye alan MEB Bakanı Çelik’in öğretmenlerin durumlarının düzeltilmesi konusunda çalışmalar yaptığını biliyorum. Ancak araştırmaya göre de bu iyileştirme için daha da çok çaba gösterilmesi gerektiği ortaya çıkıyor.

28.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İran’a saldırı takvimi değişti mi?



İran’a yönelik muhtemel Amerika saldırısıyla alâkalı olarak çoktandır fal tutuluyor. Vurdu vuracak derken çeşitli takvimler ve tarihler kesiliyordu.

Bu bağlamda, basından, 2007 yılında Neoconların İran’a vurma planlarını realist kanattan Savunma Bakanı Robert Gates ve Dışişleri Bakanı Condi Rice’ın önlediğini öğrenmiştik. Sadece bu kadar da değil. İsrail’in 60’ıncı yıl kutlamaları çerçevesinde Mayıs ayında İsrail’i ziyaret eden ve burada ‘Nice 60 yıllara’ temennisini dile getiren Bush, meğerse Olmert’in İran’ı vurma planlarını onaylamamış ve bu hususta yeşil ışık yakmamış.

Bu yönüyle Biden gibi davanmış. Bilindiği gibi Obama’nın Başkan Yardımcısı adayı olan Biden, bundan bir iki yıl önce İsrail’e yaptığı ziyaret sırasında John Abizaid vesair askerî yetkililer gibi İsrail’e şöyle bir nasihatta bulunmuştu: “Nükleer İran’la yaşamasını öğrenin…” Son sıralarda birden fazla Amerikalı yetkili İsrail’i şaşırtıyor ve şok ediyor. 2007 sonunda yani Aralık ayında 16 Amerikan istihbarat teşkilatının ortak bir biçimde 2003 sonrasında İran’ın askerî amaçlı nükleer programını durdurduğunu rapor etmesi de İsraillileri şaşkına çevirmişti. O sıralarda ABD’de olan ve haberi erken alan Ehud Barak, şaşkınlığını gizleyememiş adeta küçük dilini yutmuştu. Irak işgalinden dolayı ABD yönetimi başta Neoconlar olsa bile Amerika çıkarlarıyla İsrail çıkarları arasında tercih ve seçim yapmak zorunda kalıyor. Manevra alanı ve kabiliyeti büyük çapta azalmıştır. Dolayısıyla yakın pozisyonda müttefik İsrail’in amaçlarına pek de hizmet edemez hale gelmiştir. Aksine planlarını akamete uğratıyor. İşgal gücü olarak ABD’nin Irak’ta bulunması İsrail için sureta teminat gibi görünse de kazın ayağı öyle değil. Gelişmeler bunun böyle olmadığını ortaya koymuştur. Yani İsrail maksadının aksiyle tokat yemiş bulunuyor. Mesele en azından daha karmaşık hale gelmiştir.

*

İsrail’in İran’ı bombalaması ancak Irak üzerinden gerçekleşebilir. Abdullah Gül’ün Bill Clinton’ın resepsiyonunda da söylediği gibi Türkiye komşular için bir saldırı üssü değildir. Türkiye daha önce 1 Mart tezkeresiyle bunun böyle olmadığını ispat etmiştir. Geriye Irak hava sahası kalıyor. Irak hava sahası da ABD’nin kontrolünde. Dolayısıyla İsrail’in bu kanaldan yapacağı saldırı muhakkak surette İran ile ABD’yi karşı karşıya getirecektir. Bu da ABD’nin Irak ve bölgesel çıkarlarını tehdit altına sokacaktır. İran-ABD çıkarları işgalle birlikte iç içe geçmiştir. İran aynı zamanda ABD’nin siyasî kadrosu olan Irak’taki vekilleri aracılığıyla ABD’ye mukabele edebilir ve ABD’nin Irak’taki işi daha zora girebilir. Bunun dışında İran, Hürmüz Boğazını seyrü sefer trafiğine kapatabilir ve mayın döşeyebilir. Bilindiği gibi bundan bir müddet önce 5 İran hücum botu ansızın Amerikan savaş gemilerinin önünü kesmiş ve ufak ama tehlikeli bir gövde gösterisinde bulunmuştu. Hamaney de zaten astlarına İran’ı ve Hürmüz Boğazını savunmaları talimatı vermiştir. Bunun sonu dünya petrol piyasalarında yeni dalgalanma ve petrol fiyatlarının varil başına 250 doları bulmasıdır. Bu nedenlerden dolayı Bush, Olmert’in ‘İran’ı vuralım’ teklifine yeşil ışık yakmamış ve Beyaz Saray’dan ayrılıncaya kadar böyle bir maceraya izin vermeyeceğini ortaya koymuştur. ABD’nin korkusu İsrail’in Natanz ve benzeri tesislere saldırısının yetersiz ve yarım kalması ve peşinden gelecek tamamlayıcı darbelerin de topyekûn bir bölgesel savaşa yıl açması ihtimalidir. ABD’nin bölgesel çıkarları buna müsade etmiyor! Bundan dolayı Ağustos ayından Ekim’e sarkan Amerikan saldırısı planları veya söylentileri bir kez dana değişmiş görünüyor.

*

Ya seçim çıkarları? İşte tam bu noktada durmak lâzım. Şöyle ki, bilindiği gibi Hillary’nin Obama tarafından dışlanması ve buna mukabil McCain tarafından Palin’in yardımcılığa getirilmesi seçim hesaplarını altüst etmiş ve Obama McCain karşısında gerilemişti. Ancak Wall Street’in tepetaklak olması ise dengeleri yeniden Obama lehine çevirdi. Amerikan halkı dünyayı yakma pahasına McCain–Palin ikilisini desteklerken bu yangının ekonomik surette içe yansıması halinde ise hemen tercihini Obama’dan yana kaydırmıştır. Amerikan halkı pragmatiktir. İş mideye gelince feminizm falan para etmez hale gelmiştir. Dolayısıyla bu durumda McCain’in kazanması şansı yine dönüp dolaşıp İran’a yönelik bir saldırı ihtimaline bağlı hale geliyor. Bununla birlikte Bush yönetimi gider ayak McCain’in keyfine bölgedeki kartlarını yakar mı? Bu herhalde büyük bir ihtimal olmasa gerek. Zira Gates gibi realist kanat parti çıkarlarından ziyade ABD’nin çıkarlarını temsil ediyor ve İran’ın vurulmasına karşı çıkıyor. Zaten daha önceki Centcom Komutanı William Falon da bu yüzden istifa etmişti. Yani savaşı yürütecek olan Pentagon yeni bir savaşa karşı.

Bush, İsrail’i de dizginlediğine göre savaş kararı sürprizlere bağlı hale geliyor. Ortada İran’ı vurmak için en küçük bir hazırlık dahi gözükmüyor. Acaba Nejad’ı bu kadar cesur ve pervasız kılan da bu faktör müdür?

28.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Ali FERŞADOĞLU

  Faruk ÇAKIR

  Habib FİDAN

  Halil USLU

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Mehmet KARA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Rifat OKYAY

  Süleyman KÖSMENE

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır