"Gerçekten" haber verir 25 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Mikail YAPRAK

Türkiye galiba değişiyor



Avrupa ile Asya arasında köprü ve Batı ile Doğu arasında her yönüyle olumlu bağlantılara vesile olma istidadında ve konumunda olan Türkiye’nin, aynı zamanda hakim güçlerin menfi emellerine alet edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Böyle bir ülkede sosyolojik, kültürel, ekonomik, siyasî ve daha birçok alanda hızlı değişimlerin olması gayet tabiîdir ve de kaçınılmazdır.

Bunu, gelip geçici siyasetlere, partilere ve iktidarlara bağlamak da doğru olmasa gerektir. Demokratik parlamenter siyasî iradeye, sadece devraldığı dümeni iyi ve ustaca kullanmak düşer. Bilhassa çok partili parlamenter sisteme geçildiğinden bu yana, darbelere, hain dolaplara ve engellemelere rağmen, birçok alanda müsbet mesafeler alınmıştır. Gelişmeler ve değişimler karşısında her zaman direnen bir statükonun ve bazı derin mahfillerin varlığı da inkâr edilemez. “Türkiye değişiyor” tezini, “galiba” diyerek tereddütle takdim etmemiz de bu yüzdendir. Ama korkunun ecele faydası olmadığı gibi, her türlü engellemelerin de, değişim rüzgârı ve şelâlesi karşısında fazla bir ömrünün kaldığı söylenemez.

Daha düne kadar, kadınların örtünmesini çağdışı ve laikliğe aykırı bulan ve olur olmaz sebeplerle irticaya karşı yürüyüşler tertipleyen çevrelerin de büyük ölçüde reylerini alan bir partinin, bugün örtülü hanımlara, hatta çarşaflılara sempatik davranması ve parti kapılarını onlara da açması, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, aslında bazı tabuların tamamen kırılacağının, bilhassa Türkiye’de irtica tehdidi olmadığının artık herkes tarafından kabul göreceğinin işaretlerini veriyor.

Bütün dünyayı kuşatan bu değişimin “evrensel” bir boyutu vardır. Hiç şüphesiz bu değişim; medeniyetin, hoşgörünün, genel barışın ve tüm insanlığın yararı istikametindedir. Barış planlarıyla çelişen savaş planlarının ve silâhlı eylemlerin geri teperek sahiplerinin başlarını yemeleri, dinozorları ve diktatörleri ortadan kaldırmaları; barış dünyasının duâsı ve temennisidir.

Tüm insanlığı kucaklayan barış ve beraberlik projelerini millî, ırkî, dinî ve bölgevî bağnazlıklarla baltalamaya kalkışmak; çağdışılığın ve yobazlığın yeni versiyonlarıdır.

İnsanın yüreğini serinleten, içini ferahlatan ve göz kamaştıran bu “global” aydınlık karşısında gözlerini kapayanlar, yarasa tabiatlılardan başka kimler olabilir?

Kâinatın ve dünyanın ömrüne, kıyamet vaktinin izn-i İlâhî ile geciktirilmesine ve insanlığın genel barışına yönelik olan bu fıtrî değişimler; hükümetlerin, siyasetlerin ve dünya sahnesinde “arz-ı endam” eden büyük kafaların marifet ve becerileri şeklinde izah edilemez.

Türkiye’nin mevcut hükümeti de, böyle aydınlık ve küresel gelişmelerin kucağında kendisini bulmuştur. Gelişmeler karşısında onlara “Ben falan görüş gömleğimi çıkarttım” dedirten de, dünyadaki bu “evrensel” değişim sürecidir. Ve herşeye rağmen iktidar koltuğunu muhafaza derdidir. Yoksa o görüşün geçersizliği ve tutarsızlığı, on yıl önceki iktidar denemelerinde ortaya çıkmıştı zaten.

Bugün bu iktidarın yerinde demokrat misyonun gerçek sahipleri olsaydı, herhangi bir gömleği çıkartmaya gerek görmeden, belki bu kadar çok engellere de maruz kalmadan yoluna devam edebilecekti. Bu misyon hâlâ mevcuttur ve milletin sinesindedir. Asıl olan da millettir ve millet iradesidir. Yeter ki millet iradesini askıya alacak baskılar, darbeler, gizli komiteler ve devlet adına dolaplar çeviren çeteler artık tarihe karışsın. Yeter ki millete ve milletin önüne konulan seçim sandıklarına güven duyulsun. Ve yeter ki milletin hür iradesi hile ile, medya oyunlarıyla, göz kamaştıran veya göz boyayan geçici menfaatlerle sabote edilmesin.

Gerek iktidar kanadının, millet hayrına olan bazı proje ve düşüncelerini gerçekleştirememesini, gerek muhalefetin şaşkın bocalayışını, gerekse Meclis dışı muhalefetin geleneksel ve statükocu tutumlarını; demokrat misyona yakın bir gelecekte vazife düşeceğinin ipuçları olarak görmek hiç de “hayalcilik” olmasa gerek.

Evet, şimdi değişme sürecinde olan ve yakın bir gelecekte tam değişmiş ve gelişmiş bir Türkiye’nin iktidarına, “Biz değiştik, biz demokratız” diyenlerden ziyade, kendisini “asimile” etmeden, özünde ve misyonundaki aslî uygunlukla, dünyadaki değişime tam uyum sağlayabilecek olan demokratlar yakışır.

En güçlü zamanında bile milletin beklentilerine cevap veremeyen mevcut hükümetin, bilhassa kapatılma dâvâsına maruz kaldığından bu yana—sonuçta kapatılmasa bile—bundan böyle başarılı icraatlar yapamayacağı kesinlik kazanmıştır. İçerde çözüm bekleyen bir yığın gayri insanî ve antidemokratik uygulamaların bertaraf edilmesinin artık bir başka bahara kaldığı kesin gözüküyor. Yeni sivil anayasasıyla, milletin yüreğine su serpen icraatlarıyla güçlü, kararlı ve iradeli iktidarlara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.

Son zamanlarda yeniden azan terör ve tehdit unsuru olmaya devam eden ekonomik kriz ve işsizlik gibi meseleler de, yeni ve daha güçlü iktidarlara adeta davetiye çıkarıyorlar. Öyle görülüyor ki, 2009 yılı baharında yapılacak olan mahallî seçimler bu hususta önemli ve belirgin ipuçları verecektir. Muktedir olamayan iktidarların ömürleri kısa olmalı. Ne kadar uzatılmasına çalışılırsa ülke o kadar çok zarar görür. Sun’î yaptırımlarla direnenlerin, er veya geç emaneti hakikî sahiplerine—milletin reyleriyle—teslim etmekten başka çareleri kalmaz. Görünen o ki, yine öyle olacaktır.

Bu gerçeği, Avusturya’da, Avrupa Birliğinin ortasında yaşayan biri olarak daha iyi fark edebiliyorsak; bunun yadırganmasını yadırgarız.

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Özür yerine helâlleşme



Ermeni tehcirinin, gerçekleştiği dönemin şartları ve ortamı, yol açtığı sonuçlar ve hadisenin bugüne yansımaları gibi değişik boyutlarıyla, ama sağduyulu, vicdanlı ve gerçekçi bir yaklaşımla ele alınması gerekiyor.

Olayın temelinde, o dönemde devletin, patlak veren cihan harbinin taraflarından biri olarak her cephede savaşıyor olduğu gerçeği yatıyor.

Bu cephelerden biri olan şarkta Ruslarla birlikte bize saldıran Ermeni-Taşnak çeteleri var.

Bunlar, işi, kadın-kız-çocuk-ihtiyar demeden masum insanlarımızı katletmeye; şehir, kasaba ve köylerimizi yakıp yıkmaya kadar vardırıyorlar.

Bediüzzaman, İhtiyarlar Risalesi’nin On Üçüncü Rica’sında, savaştan sonra gittiği Van’da, yıllarca talebe okuttuğu medresesi başta olmak üzere bütün Müslüman evlerinin Ermeni çetecilerce tahrip edildiğini gördüğündeki hissiyatını çok hazin ifadelerle anlatır. (Lem’alar, s. 246)

Bu ifadeler, bugün Ermeni diyasporası içinde, soykırım iddiasını bir kan dâvâsı mantığıyla ve inatla sürdüren Taşnak komitelerinin örtbas etmeye çalıştıkları bir başka gerçeğin çok sayıdaki vesikalarından yalnızca birini teşkil ediyor.

Said Nursî’nin, talebeleriyle birlikte cephede Rus işgalcilere ve Taşnak işbirlikçilerine karşı vatan savunması yaparken, esir alınarak bir nahiyede toplanan binlerce Ermeni çocuğunu serbest bıraktırması da, savaşta bile masumların hukukunu gözeten bir duyarlılığın ifadesiydi.

Bazı yerlerde Ermeni fedailerinin Müslüman çoluk çocuğu katletmesine misilleme olarak bizim cenahta da Ermeni çocuklarının öldürülmeye başlanması ile vahim boyutlar kazanmaya doğru giden tehlikeli süreç, Bediüzzaman’ın bu insanî ve İslâmî müdahalesi ile durmuş oldu.

Onun binlerce Ermeni çoluk çocuğunu kurtarıp serbest bıraktırdığını gören Ermeni çete reisleri, “Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmeyip bize teslim etti, biz de bundan sonra Müslüman çocuklarını kesmeyeceğiz” taahhüdünde bulundular. (Tarihçe, s. 99)

Çok kuvvetli bir ihtimalle, İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana “soykırım siyaseti ve ticareti” yaparak çok yönlü “kazanç”lar sağlayan odakların perde gerisindeki yönlendirmeleri ile ortaya atılan “Ermeni soykırımı” iddiaları konuşulurken, bu tarihî hadise gözden kaçmamalı.

Gelelim tehcir olayına. Bu konunun durup dururken gündeme gelmediği bir vâkıa. Taşnak çetelerinin Rus işgalcilerle birlikte bize saldırdığı bir ortamda, sivil Ermenileri bu çatışmanın dışında tutarak Taşnakları tecrit etmek gibi gerekçelerle alınan bu kararın, çok büyük acılara yol açtığı da. Kafileler halinde yapılan uzun ve zorlu yolculuklar esnasında kıtlık, hastalık ve eşkiya saldırıları sonucu hayli zayiat verildiği de.

Ama bu durumdan sadece tehcir edilen Ermeniler değil, onlara refakat eden Osmanlı askerleri de etkilenmiş, onlar da çok kayıp vermiş.

Keşke dünya savaşı olmasaydı, en azından biz bu harbe girmeseydik, işgale uğramasaydık, savaşlarda yürek burkan can kayıpları olmasaydı, özellikle sivillere dokunulmasaydı ve tehcir kararı alınmasaydı... Ama tarihi yeniden yaşamak ve revize etmek mümkün değil. Bunların hepsi, kendi şartları içerisinde maalesef vuku bulmuş.

Bugünün insanları olarak bize düşen, o acı olaylardan yeni husumetler çıkarıp geleceğe yeni gerilim ve çatışmalar taşıyarak işi daha da büyüyen bir kan dâvâsına çevirmek değil; yaşananlardan gereken ibret ve dersleri alıp, asırlardır yan yana ve iç içe yaşamış komşu kavimler olarak en mâkul ve mantıklı yolun barış ve uyumu tekrar ihya etmek olduğunu görmek olmalı.

Osmanlı adalet ve hoşgörüsünün mirasçıları olan bizlerden ve yüzyıllarca “millet-i sadıka” olarak anılan Ermenilerden beklenecek tavır bu.

Bu ahengi tekrar yakalamanın yolu ise, tartışmalı özür kampanyalarından çok, karşılıklı helâlleşme temeline dayalı bir diyalogdan geçiyor.

Bugünü ve geleceği kurtarmak için..

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Özür dilenmesi gerekmeyen kimse var mı?



Bazı aydınların başlattığı bir ‘özür kampanyası’ değişik tartışmaları da beraberinde getirdi. Böyle bir kampanyayı haklı bulan da, eleştiren de var. “Özür diliyorum” diyenlerin yanında “özür dilemiyorum” diyenler de var.

Açılan her kampanya benzer eleştirilere maruz kalabilir. Ama temelde benzer kampanyalarla netice alınıp alınmadığı da sorgulanabilir. Her hangi bir kişinin, her hangi bir konuda kampanya açması ya da ‘özür’ dilemesine başka kişilerin müdahale etmesi her halde doğru değildir. Aksi yönde kampanya açmak başkadır, kişilere “Niçin böyle bir kampanya açtın?” demek daha başkadır. Velev ki yanlış kampanya olsun... Yanlış olduğu düşünülen kampanyalara, açılan ‘doğru kampanya’larla cevap vermek günümüz şartlarına her halde daha uygun olsa gerek.

Bilhassa 1950 öncesi ‘tek parti’ devrinde bütün bir millete karşı öyle yanlışlar, öyle hatalar yapılmış ki; neredeyse özür dilenmesi gerekmeyen tek bir vatandaş kalmamış. Geriye doğru baktığımızda zaman zaman haksızlık nisbetleri azalmış ya da artmış olmakla birlikte; bu memlekette yaşayan ‘sağcı’lar da, ‘solcu’lar da, hatta ve hatta yeri geldiğinde ‘orta yolcu’lar da zarar görmüş, haksızlığa maruz kalmıştır. Dolayısı ile özür dilemeyi tek bir hâdise ya da tek bir kitleyle sınırlı tutmak bizi doğru noktalara taşımaz.

Önemle üzerinde durulması gereken sorulardan biri de şudur: Asıl özür dilemesi gekeren kimdir?

Bu sorunun elbette farklı cevapları da olabilir, ama özür dilemesi gerekenlerin başında ‘devlet’in de olması gerekmez mi? Millete hizmet etmesi gerekenler, ne yazık ki her fırsatta millete rağmen işler yapmıştır. Türkiye’nin yıllarını ‘tek parti’ye mahkûm edenlerin de millete karşı bir özür borcu yok mu?

Geçmişi de hatırdan çıkarmayıp bu güne gelirsek, hâlen devam eden kanunsuz başörtüsü yasağı sebebiyle mağdur olanlardan kim özür dileyecek? Yargı denetimi dışında bırakılan YAŞ kararları sebebiyle haksızlığa uğrayan TSK mensuplarından kim özür dileyecek? Yıllar yılı ‘sefalet ücreti’ne mahkûm edilen, alın teri buz tuttuğu halde hak ettiği ücreti alamayanlardan kim özür dileyecek?

Velhâsıl, uygulanan yanlış politikalar sebebiyle küçüğünden büyüğüne, ‘sağcı’sından ‘solcu’suna bütün bir millet mağdur edilmiş durumda. Dolayısı ile asıl büyük özürcü, bu politikalara imza atanlar olmalıdır. Bu nokta unutulur ve kısmî özürler beklenirse netice almak zorlaşır.

Mağdur olanlar bu ortak noktada bir araya gelip, ‘yetkililer’den kuvvetli bir özür beklese, belki de sıkıntılar sona erecek. Tabiî asıl özür ‘sözle’ değil, atılması gereken adımlarla, icraatlarla mümkün olur.

Türkiye daha hür ve daha demokrat olduğu nisbette, sözle değilse bile fiilen milletten özür dilenmiş sayılır. Çünkü asıl sıkıntı, hürriyetlerin kısıtlanmasında ve alışkanlık haline gelen bu yanlışın sürdürülmesindedir.

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

DNA’nı severiz, RNA’dan ötürü



Türk mü, Ermeni mi tartışmalarına sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kendi kriterlerine göre “Müslüman ve Türk’üm” cevabını verdi, ama hâlâ kafatasçıların tasallutundan kurtulamadı. DNA tahlili yaptırması istendi gerçekten Türk mü diye..

Bize göre sayın Abdullah Gül’ün Müslümanlığını da, Türklüğünü de karıştırmasına gerek yoktu. “Ben herkes gibi bir insanım ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” demesi yeterliydi. Velev ki Ermeni kökenli olsun. Abdullah Gül yerine adı Mıgırdiç Gulyan olsun. Ve daha düne kadar bir Hıristiyan iken bu gün itibariyle İslâm dinini kabul etmiş bir kişi olsun, ne olacak ki? Demokratik, çağdaş, lâik devletlerde insanlar dinlerine ve ırklarına göre değil, vatandaşlıklarına göre, kişilik ve davranışlarına göre değerlendirilmiyor mu?

Bazı kafatasçıların çağdaş, sosyal demokrat ve laik geçinmelerine rağmen savundukları fikirlere taban tabana zıt uygulamalarda bulunmaları iki ihtimali akla getiriyor. Birinci ihtimal fikir namusunu muhafaza etmemeleri. İkincisi savundukları görüşlerin de göründüğü gibi olmayışları yani gerçek muhtevasının bugünkü çağdaş kafatasçı, DNA’cıların söylediği şekil ve içerikte olması. Basit bir örnek verecek olursak: Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” görüşünün resmiyette Türk ırkından gelmese de kişinin kendisini Türk hissetmesinin yeterli olacağı biçiminde yorumlanmasına karşın Atatürkçüyüz diye piyasada dolaşanların bu felsefeye çok zıt bir biçimde DNA testi istemeleri bu konuda çifte standart uygulandığını gösterir. Öte yandan Mustafa Kemal’in “Delikosefal mı, brekosefal mı?”diye kafatası araştırmaları yaptırmış olması da ayrı bir handikap içermektedir. Hitlervari bir ırkçılık anlayışı ile hareket edildiğinde kimlerin hangi ırka mensup oldukları araştırılsaydı, sonucun ilk evvelâ bu araştırmayı yapanları mahcup edeceği ve tartışma konusu yapacağı aşikârdı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin binlerce yıllık muhtelif ırkların kaynaşması sürecinde komşuluk, akrabalık ilişkilerinden dolayı kimin gerçek Türk, kimin gerçek Kürt ya da gerçek Ermeni olduğunun anlaşılmasının neredeyse imkânsız olduğunu ifade ederek “Ancak Levh-i Mahfuz’a bakmak lâzım” hükmünü koyması boşuna değil.

Hal böyleyken insanların değerli ya da değersiz oluşlarını, asil ya da sefil sayılmalarını dezoksiribonükleik asitlere indirgemek, asit bazlı bir felsefeyle insanları değerlendirmek, enzimlere, epidermik yapılara veya ne bileyim mitokondriyel ve kofulsal yapılara göre asil-sefil ayrışmasını yaparak arıtımda bulunmak modern dünyada ve çağdaş kafalarda pek makbul sayılmayan bir üretim olarak nitelendirilir. Bu tür arıtım ve üretime kıyasla dünyamızdaki fotosentezlemeler için gerekli olan azotun hammaddesi olan hayvan gübresi bile daha ciddî ve önemli addedilmelidir.

“Yaradılanı hoş gördük Yaradandan ötürü” diyen Yunus Emreler nerede “DNA’nı hoş gördük RNA’dan ötürü” diyen çağdaşlarımız nerede..

Eğer biz insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıysak ve Âdem de topraktansa, asil ırk, sefil ırk diye bir ayrıma girilmesi inananlarca zaten abestir. Geriye sosyolojik açı kalır ki o da insanın insan sayılması için sosyal kriterlerin asit-masit, deri-kemik, kan-bağırsak ile değil kişilik, ahlâk, bilgi, adalet gibi değerlerle ölçüldüğü gerçeği ile baş başa kalırız.

Ne yapalım herkes kendi penceresinden baksın bakalım..

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Evet ey Hıristiyanlar!



Evet ey Hıristiyanlar! Müslümanlar da Hz. İsa’nın döneceğine inanır

Yeni Asya’nın web sitesinden yazılarımı takip eden bir çok Hıristiyan okuyuculardan mailler aldım. Mailler genelde son yazmış olduğun Kurban Bayramı ve Noel kıyaslamasıyla ilgili makalemle ilgili görüş ve düşüncelerini belirtmek isteyen samimi kişilerden gelmişti.

Özellikle makalemde dikkatlerini çeken nokta, Kur’ân-ı Kerim’de de Hz. İsa Aleyhisselâm’ın dünyaya geri dönüp Allah’ın emirlerini yerine getireceğinin belirtildiği meselesiydi.

Mail yazan Hıristiyanlardan biri burada “Hazreti İsa’nın dünyaya dönünce Müslüman olacağını” kastedip etmediğimi sormaktaydı.

Bu soru üzerine epey düşündüm. Sonra farkına vardım ki; dünya genelinde Hıristiyanların çoğu Müslümanların Hz. İsa’ya (as) ne denli saygı duyduğu ve değer verdiği hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Hıristiyanların çok azının Hz. İsa ve İslâm konusunda yeterli bilgisi vardı ve ne yazık ki bir çoğu tam aksine bu konuda yanlış bilgilere ve yönlendirmelere maruz kalmıştı.

Biz Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın sözü olduğuna inanmaktayız. Bu sebeple, eğer Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın (as) ölmediği ve dünyaya geri geleceği belirtiliyorsa, bizler buna gönülden inanır ve onun kesin dönüşünü bekleriz. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bizlere Hz. İsa (as)’nın dönüşü ile ilgili oldukça detaylı bilgiler vermiştir. Onun dünyaya geri dönüp, beraberinde huzur, adalet ve mutluluk getireceğini ve Hıristiyan ve Müslümanları bir din ve ahlak üzerinde birleştireceğini belirtmiştir. Bu Allah’ın vermiş olduğu bir söz olup, gerçekleşeceğine dair en ufak bir şüphe bulunmamaktadır. “Ey Îsâ! Seni öldürecek olan, onlar değil Ben’im. Seni Kendi nezdime yükseltecek, seni inkârcıların içinden kurtarıp temize çıkaracak ve sana tâbi olanları ta kıyamete kadar kâfirlere üstün kılacak olan da Ben’im. Sonra hepinizin dönüşü Bana olacak. Ben de aranızda ihtilâf ettiğiniz konularda hükmümü vereceğim.” (Kur’an, 3:55).

Yine Kur’an’da İsa’nın (as) “..Allah’ın elçisi ve sözünden daha fazlası olmadığı...” belirtilmiştir. (Kur’an, 4:171). Hz. İsa’nın (as) dönüşüyle aynı Allah’a inanan Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ortadan kalkacak, aynı ahlâkî değerlere sahip olacaklar ve Kur’ân’ın söylediği gibi “sevgide birbirine başkalarından daha yakın olan bu insanlar” (Kur’an, 5:82) arasındaki kırgınlıklar tamir olacak ve dünyanın bu iki büyük dinî topluluğu birleşecektir.

Bu birliktelik Allah’ın kulları arasında karşılıklı saygı ve doğruluk ile sağlanacaktır. Hz. İsa’nın (as) dünyaya dönüşüyle bir araya geleceğiz, çünkü Allah, Hz. İsa’nın (as) kendi elçisi ve sözü olduğunu buyurmaktadır. Bundan sonra ise İslâmiyet’in tek gerçek din olduğunu hep beraber kabul etmiş olacağız.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur eserlerinde Hz. İsa’nın (as) ahirzamanda vücud olarak dünyaya döneceğini ve din karşıtı ideolojiler ve materyalist ve tabiatçı felsefelere karşı koyacağı ve onları red edeceğini belirtir. Hıristiyanlık günümüzde içermiş olduğu yanlış inançlar, sapkın düşünceler ve mitlerden temizlenecek ve böylece Kur’ân’ın belirttiği Hz. İsa’nın (as) dönüşüne uygun hale gelecek. Bediüzzaman bu düşüncelerin Hz Peygamber’in ifadeleriyle örtüştüğü ve Allah’ın sözlerini de tasdik ettiğini belirtir ve bunların kesin olarak gerçekleşeceğini ifade eder.

İşte görüyorsunuz sevgili Hıristiyan dostlarım, biz Müslümanlar, Hz. İsa’nın dönüşünü büyük bir inanç ve umutla beklemekteyiz. Onun dönüşü şüphesiz dünyaya büyük bir huzur ve barış getirecektir. Birleşmiş topluluklar sayesinde, insan eliyle gerçekleşen savaşlar sebebiyle meydana gelen yıkım ve ölümler son bulacak ve insanoğlu sonunda barış ve huzurun manasını olması gerektiği gibi anlayacaktır.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AKP’nin açılımları (1)



Siyasette açılımlar devam ediyor. Herkes CHP’nin son “çarşaf açılımı”yla ilgili; oysa iktidar partisi AKP’nin baştan beri açılımları da dikkat çekici.

Ne var ki bu açılımlar, milletin beklediği ve emânet ettiği iradesinin ifadesi olan demokratik açılımlar değil, daha çok “Millî Görüş gömleği”ni çıkardığına, “değiştiğine” ve “dönüştüğüne” dair farklılıklar…

Başbakan Erdoğan’ın daha genel başkanken yaptığı gezilerde içkiyi serbest bırakması, Ramazan sabahında uçakta içki servisi yapılmasına kadar vardırıldı. Bunu İtalya ziyaretinde “Berlusconi’nin konuğu” olarak diğer dâvetlilerle birlikte katıldığı ziyafette orucunu bozması takip etti.

Aynı durum yine bir Ramazan gününde İsrail ziyaretinde de tekrarlandı. Öylesine ki “Erdoğanizm”i “Kemalizmin çağdaş bir versiyonu” sayan İsrail Dışişleri eski Müsteşarı Alon Liel, bu orucu bozma açılımını “çağdaşlık” ve “değişimi” övdü, daha önceki Türkiye başbakanlarından bu tür bir “değişim” görmediklerini söyledi. Yine Ramazan’da Demirel’in İsrail’e gelişinde oruçlu olduğu için gündüz düzenlenen yemeğe katılmadığını buna örnek verdi.

Çankaya ve Başbakanlık konutundaki içkili dâvetlerde, içki içmeyen dâvetliler de kadeh kaldırma seramonisine katılmak durumunda bırakıldı. Başbakan’ın geçen yıl Can Paker’in, bu sene AKP milletvekili Nursena Memecan’ın evinde çağrıldığı yemekli toplantılarda her türlü içkinin içildiği, mâlum medyada başbakanın ne denli “hoşgörülü” ve “açılım” içinde olduğunun işareti olarak açıklandı. Hatta içkili bir davetlinin sarhoş haliyle Erdoğan’ı rahatsız eden tavırlar sergilediği ve başbakan’ın bu kişinin salondan çıkarılmasını istediği yazıldı…

SAZLI–SÖZLÜ EĞLENCE AÇILIMLARI…

Sazlı-sözlü eğlence partileri düzenleyen AKP’li belediyelerin düzenlediği “Şarap Festivali”ne ses seda çıkarılmadı. En son bir ilde aday adaylarıyla partililerin katıldığı “partinin dayanışma yemeği”ndeki rakı siparişlerine sessiz kalındı. İlçe Başkanı Suiçmez, 850 kişinin katıldığı yemekte 30 şişe rakı ve 100 şişe biranın içildiğini” âdeta “çağdaşlığın” ve “modernliğin” bir göstergesi olarak anlattı. Bol içkili yemeği “Herkesin kişisel yaşantısına saygımız var” açılımıyla açıkladı.

Bu arada 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinden kalma Kur’ân kursları ve camilerde çocukların Kur’ân öğrenimine getirilen “yaş yasağı”nı kaldırmayan siyasî iktidar, Yeni Ceza Yasasında, “izinsiz eğitim yerlerinin açılmasını” önleme perdesinde, evinde, mahallesinde komşu ve akraba çocuklarına meccânen Kur’ân öğretenlerin üç yıla kadar hapis cezasını öngören yasayı çıkardı.

Başbakan, yurtdışından verdiği tâlimatla Meclis grubunu daha önce “âileyi tahrip eden bir suç” olarak belirttiği zinayı suç sayan ve ceza kesen yasadan vazgeçirdi. Ne onca iddia ile ortaya atılan YÖK yasası çıkarıldı, ne de imam hatiplerin ve meslek liselilerin üniversite sınavlarında maruz kaldıkları katsayı mağduriyeti giderildi.

Bunu yeni YÖK Başkanı’nın, CHP’li bir milletvekiliyle girdiği tartışmada, “Ben imam-hatipli değilim, çocuğum imam-hatipte okumuyor. Akrabalarımın hiçbirinin çocukları da imam hatipte okumuyor” dedi. Ardından da milletvekilinin, “AKP’lilerin çocukları da—imam hatiplerde—okumuyor zaten, yoksulların çocukları okuyor” sözü üzerine gülerek, “Olabilir; ama benim imam-hatiple ilgim yok” gibi sözler sarf ederek, “Bu zıkkımların... İmam hatiplerin adını değiştirebiliyorsak, onu da yapalım, düz lise yapalım hepsini” diye konuştu.

Her ne kadar temelde “katsayının öğrencilerin bir bölümünü cezalandırmak için getirilen bir uygulama” olduğunu söylese de, YÖK Başkanının bu cümleleri, kafa karışıklığı içindeki kırılmayı daha da derinleştirdi. Yasakçıların eline fırsat verdirdi. O denli ki Millî Eğitim Bakanı, “Herkes sözlerine dikkat etmeli” deyip başkanın bu ifâdelerine katılmadığını bildirmek durumunda kadı.

“ALEVÎ AÇILIMI”, “GÜNEYDOĞU

AÇILIMI” AÇILIP KAPANDI…

Başbakan “Ah! Ah!” deyip iç geçirse de, yine yurtdışında, İspanya’da “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla düşünülmeden ortaya atılan süreçte, siyasî iktidar yasadışı başörtüsü yasağını anayasa değişikliğiyle kaldırma yanlışına düştü. Sonrası mâlum; yasadışı yasak, yasakçılar nezdinde âdeta “yasallaştırıldı”, yaygınlaştırıldı; yasağı uygulamayan üniversiteler de katı bir şekilde tatbike koyuldular.

Tekrar başa dönüldü. Hükümetin “Leyla Şahin dâvâsı”nda AİHM’e gönderdiği savunmada Diyanet’in karar ve fetvalarıyla dinî bir vecîbe olduğu belirlenen başörtüsünü “laikliğe aykırı, gerginlik sebebi ve siyasî simge” sayıp, yasağı “yasal” görmesi, tuzbiber oldu. YÖK’ün yasağını hatırlatan hükümet, AB’nin demokrasi ve özgürlük kriterlerini, “dinî bir vecîbe olan başörtüsünün yasaklanmayacağına dair” teminatlarını nazara vermedi. Dahası yasakçı YÖK ve rektörlerin “uydurma gerekçeleri”ni savunup yasadışı yasağı savundu. “Herkesin kişisel yaşantısına saygı” başörtülüler için geçerli olmadı.

“Alevî açılımı”, her defasında Alevilerin “dinî azınlık” olduğu iddiasıyla “Cemevlerine ibadethane statüsü isteği”yle camilere alternatif edilmesiyle Aleviliğin İslâm’ın dışında ayrı bir din gibi gösterilmesine vardırıldı. Ve kapandı.

“Güneydoğu açılımı”nda sürekli bölgedeki vatandaşlar “azınlık” olarak görüldü. Bu hususlarda bir türlü AB mercileri doğru bilgilendirilmedi…

En son başbakan “çarşaf açılımı”na karşı, Meclis grubunda özellikle başı açıklara partisinin rozetini taktı…

Bakalım bu “açılım” bir netice verecek mi?

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da secde âyetleri



Ayşegül Hanım: “Kur’ân’da secde lafzı geçen âyetler var. Bunların tamamında secde yapmamız vâcip değil. Neden bazı âyetler secde yapmamızı gerektirdiği halde, bazıları gerektirmiyor?”

Kur’ân’ın on dört sûresinde secde âyeti vardır. Bu âyetlerden her hangi birisini okuyan veya dinleyen kimsenin secde yapması Hanefî mezhebine göre vâcip; diğer mezheplere göre ise sünnettir.

Secde âyetleri üç gruptur: Birincisi: Secdeyi açıktan emreden âyetler. Fussilet Sûresinin 37. âyeti, Necm Sûresinin 62. âyeti, Alak Sûresinin 19. âyeti gibi. Bu âyetleri okuduğumuzda doğrudan Cenâb-ı Allah’ın emri gereğince secde ederiz.

İkincisi: Başta Peygamberler olmak üzere, mü’minlerin, meleklerin, Allah’tan korkanların, mahlûkâtın, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların, kısaca göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah’a secde ettiğini bildiren âyetler. A’râf Sûresinin 206. âyeti, Ra’d Sûresinin 15. âyeti, Nahl Sûresinin 49. âyeti, İsrâ Sûresinin 107. âyeti, Meryem Sûresinin 58. âyeti, Hac Sûresinin 18. âyeti, Secde Sûresinin 15. âyeti, Sâd Sûresinin 24. âyeti buna mîsal teşkil ederler.

Bu âyetlerde, bizim gaflet nazarıyla çoğu zaman sıradan saydığımız meselâ ağaçların, dağların, güneşin, ayın ve sâir mahlûkâtın açık bir telaffuz ile Allah’a secde etmekte olduklarının bildirilmesi insana haşyet, heybet ve ürperti vermektedir. Akıl, irâde ve nezâket sahibi olan ve en küçük bir iltifât ve ihsâna her zaman teşekkür etmeyi bir borç bilen insanın, kâinâtın Sahibine karşı gaflet içinde olmasının ne kadar dehşet verici olduğunu bu âyetlerle daha iyi anlamak mümkün olmakta; âdetâ insanlığımızı hatırlamaktayız. Bu hayretimizi ise ancak secde ile teskin edebilmekteyiz.

Üçüncü kısım secde âyetleri ise bir kısım insanların büyüklenmeleri veya inkârları nedeniyle secde etmekten yüz çevirdiklerini haber veren âyetlerdir. Furkân Sûresinin 60. âyeti, Neml Sûresinin 25. âyeti ve İnşikâk Sûresinin 21. âyeti de bu tür âyetlere mîsaldir.

Bu âyetleri okuduğumuz zaman ise iman edenlerden olduğumuzu, Allah’ın her emrine mutî olduğumuzu, Allah’a karşı tekebbür ve büyüklenme içinde olmadığımızı, tekebbür hâlinden Allah’a sığındığımızı fiilî olarak hemen göstermek ve Allah’a kulluk ve itaatimizi derhal arz etmek için secdeye gideriz.

Bu âyetlerin dışında da içinde secde lafzı geçen âyetler vardır. Fakat onlarda hemen secde değil, kulun genel ubûdiyeti kâfi görülmüştür. Bu on dört âyet ise en yoğun şekliyle Cenâb-ı Allah’a karşı mutlak ubûdiyet içinde olduğumuzu secde ile hemen ortaya koymamızı gerekli kılmaktadır. Bu âyetlerde Peygamber Efendimiz (asm) bizzat kendisi secde etmiş ve ümmetine de secdeyi emretmiştir.

Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği zaman, şeytan ağlayarak ve feryad ü figân ederek uzaklaşır. Kendi kendine şöyle der: ‘Ey helâk olası! Âdemoğlu secde etmekle emrolundu da secde etti; Cennet onun oldu! Ben ise secde ile emrolundum, fakat secde etmekten çekindim! Artık Cehennem benim içindir!”1

İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir ki: “Hazret-i Peygamber (asm), içinde secde bulunan bir âyeti okuduğunda secdeye gidiyor; biz de onunla berâber secdeye gidiyorduk. Hattâ bazılarımız, alınlarını koyacak yer bulamazlardı.”2

Kur’ân’da secde âyetleri secde işareti ile belirlenmiştir. Bu âyetleri okuduğumuzda mümkünse hemen secde yapmalı; eğer hemen secde yapmamız mümkün değil ise, bilahare ilk fırsatta yine secde yapmalıyız.

Dipnotlar: 1- Müslim, 81., 2- Buhârî, 1025.

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Neyi önemsersen onu görürsün”



Hiç unutamam beş sene kadar önce dostumuz İsmet Beyin daveti üzerine Çarşamba’ya gitmiştik. Yeni İslâmî hayata giren bir arkadaşı anlatmıştı: “Gariptir ki her gün hergün beş defa ezan okunduğu halde hiç ezan seslerini duymazdım. Ne zaman ki Cenâb-ı Hak hidayet nasip etti. Şu anda Allah’a bin şükür değil ezanı duymak, sabah ezanından bir saat önce otomatik olarak kalkıyorum.”

Bir Ağustos günü sırtında yüreyebilecek yaştaki yavrucağızıyla yokuş yukarı koşmakta olan kadına acıyıp demişler ki: “Sırtındaki şu yükü indirsen yorulmazsın.”

Kadın demiş ki: “Siz ne yükünden bahsediyorsunuz. O benim evlâdım!”

Kadın canından çok sevdiği evlâdını ne kadar ağır da olsa yük olarak görmüyor; hem o sıcakta, hem de yokuş yukarı koşarak gidebiliyor.

İnsan yük gördüğü şeyi ağır görür. Yük görmediğinde ise o işi zevkle, şevkle yapar. Bütün mesele Hz. Ali’nin (ra) dediği gibi, “Nasıl bakarsan öyle görürsün” sözünde düğümleniyor.

Zaman zaman nefis e-mailler gönderen değerli dostumuz Fuat Yapalak’ın şu iletisinde de bu mânâ yok mu?

“Bir gün New-York’ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderilidir. Yolda yürürken; insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken; Kızılderili, kulağına bir cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır böceği aramaya başlar.

“Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler.

“Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.

“Arkadaşı, Kızılderiliye: ‘Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?’ diye sorar.

“Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini takip etmesini söyler.

“Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Bir çok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol ederler.

“Kızılderili, arkadaşına dönerek, ‘Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin’ der.”

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Köken kurcalama hastalığı



Üzerinde yaşadığımız Türkiye coğrafyası, sayısız ırk ve milletin yoğrulup harman olduğu çok bereketli bir toprak parçasıdır.

Tarihin değişik dönemlerinde izlerine rastladığımız Hititler, Sümerler, Asurlular (Nemrudîler), Urartular, Persler, Romalılar, Lidyalılar, Frigyalılar, Bitinyalılar, Rumlar (Bizans), Selçuklular, Artuklular, vesâireler, ağırlıklı olarak Anadolu toprakları üzerinde yaşamış ve hüküm sürmüşlerdir.

Ayrıca, bu büyük ve şöhretli hükümetlere bağlı olarak yaşayan küçük çaplı daha başka unsurların varlığı da az–çok biliniyor: İyonlar, Hellenler, Bergamalılar, Fenikeliler, Medler, Maruniler, Mervaniler, Moğol ve Harezmîlerin bakiyesi gibi...

Bütün bu unsurlar, acaba ne oldu ve nereye gittiler? Tamamıyla yere batmadıklarına ve göğe de çıkmadıklarına göre, bunlar biryerlerde duruyor ve bir şekilde imrâr–ı hayat ediyorlar demektir. Velev ki, açıkça bilinmeseler ve tanınmasalar da...

* * *

Selçuklular'ın bundan bin sene kadar önce Anadolu'da başlatmış oldukları "İslâmî fütûhat" hareketi, Osmanlı'nın şevket devresinde (1500'lü yıllar) tamamlanmış oldu. Bu iki büyük saltanatın hakimiyet devreleri arsında boy gösteren beyliklerin çoğu, yine İslâmî fetih sürecine dahil edilebilir.

Ne var ki, Anadolu'da yaklaşık beş yüz sene devam eden bu İslâmlaşma vetiresi boyunca, yerleşik halktan (Müslüman olmamak için) başka yere göç edenlerin sayısı fazla olmamıştır. Yani, hükümetler değişmiş, iktidarlar el değiştirmiş, ancak avam deniler halk kitleleri yine yerinde kalarak yeni gelen hükümetlerin tebaası olarak hayatlarını idame ettirmişlerdir.

Ayrıca, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, İslâmlaşma vetiresine paralel şekilde gelişen bir "Türkleşme" vakıası var.

Onun içindir ki, yüzde yetmişine yakını Türkleşmiş olan bu vatan ahâlisinin demografik yapısını nazara veren Bediüazzaman Said Nursî, bu vatanda yaşayanların "...ancak yüzde otuzu hakikî Türk ve yüzde yetmişi başka unsurlar"dan müteşekkil olduğunu ifade ediyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 386)

Bu ifade, esasında tarihin gerçekliğiyle de tam bir paralellik arz ediyor.

Türklerin İslâmiyet ile kaynaşması ve bu mukaddes dine hizmet yolunda kendilerini fedâ edip adeta fâni olmaları hasebiyledir ki, başka unsurlardan olan Müslümanlar da Türklerin içine karışarak bir nevi asilime olmuşlardır. Yani Türkleşmişlerdir. Böylelikle, nüfusları yüzde otuzlarda iken yüzde yetmişlere bâliğ olmuştur.

İşte, bu tarihî hakikat, 1900'lü yılların başına kadar kazasız, belâsız, pürüzsüz ve arızasız bir şekilde devam edip gelmesine rağmen, bilhassa İttihatçı hükümetlerin Türkçülük/Turancılık propagandası ve onu dahi gölgede bırakan Cumhuriyet hükümetlerinin serapa Türkçülüğe dayalı şovenist uygulamaları yüzünden, necip Türk milletine karşı bir husûmet ve muhalefet cephesi açıldı. Kürt, Arap, Acem, Rum, Ermeni gibi sâir unsurlar, Türk'e düpedüz düşman edilmeye çalışıldı.

Halbuki, mâzi derelerinde kalmış köken meselesini kurcalamaya ve bunlar üzerinde politikalar geliştirmeye hiç gerek yoktu. Zira, bunun hiçbir faydası yoktu.

Evet, unsurlar birbirine öylesine karışmıştır ki, Levh–i Mahfuz açılsa, kimin nereden geldiği ancak ortaya çıkar. Bu mümkün olmadığına ve buna esasen ihtiyaç da bulunmadığına göre, ırkçılık marazını depreştirecek derecede bu meseleyi kaşıyıp kurcalamanın da kimseye bir faydası olmayacağı kanaatindeyiz.

Türk–Kürt ayrımcılığı iflâs etti

Lozan Konferansının en hararetli tartışma konularından biri de, yabancı delegasyonun gündeme getirmiş olduğu "Kürt meselesi"dir. Yabancılar, Kürtleri de azınlık statüsünde görmek ve onları Türk unsurundan kopartacak bir planı yürürlüğe sokmak istiyordu.

Bu mesele şifreli telgraflarla Ankara hükümetine iletildi. Hükümet Başkanı H. Rauf Orbay, Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmasında, Türklerle Kürtlerin ayrılmaz kardeş unsurlar olduğunu ve onları imha etmeye yönelik bölücü emellerin iflâs ettiğini söyledi.

Meclis'te Kürtleri temsil eden mebuslar da, aynı mânâda konuşmalar yapıp birlik–beraberlik mesajları verdiler.

Kürtler azınlık değildir

20 Kasım'da (1922) başlayan konferans, 4 Şubat'a (1923) kesintiye uğradı. Nisan'da yeniden başlayan ikinci devre görüşmeleri, 24 Temmuz 1923'te nihaî şeklini alarak tarafların mutabakatı ve müşterek imzasıyla sone erdi.

İşte, konferansın ilk devresinin ortalarında gündeme getirilen azınlıklar maddesine, Türkiye'deki Kürt unsuru da dahil edilmek istendi. Fakat, bu menfi niyet, gerek oradaki temsilciler ve gerekse Ankara'daki Meclis'in müşterek iradesiyle yüzgeri edildi.

O tarihte hükümet başkanı (Başbakan) olan Rauf Orbay, meseleyi Meclis'e taşıdı ve 25 Aralık 1922'de yapılan gizli oturumda tatminkâr açıklamalarda bulundu.

Aynı tarihli Meclis Gizli Zabıt Ceridesinde yer alan Rauf Orbay'ın açıklamasında şu ifadeler yer alıyor:

"..İngilizlerinTürkiye’de meskûn Türk ve Kürdleri imha edebilmek için yaptıkları teşebbüslerinin tamamı bu iki necip milletin birliği karşısında iflâs etmiştir. Her türlü fesatları din kardeşi, kan kardeşi, emel kardeşi olan insanların dirayeti karşısında erimiştir.

"Kürtler namına söz söyleyecek yegâne insanların bu yüce Meclis'te olduğunu pekâkâ biliyorlar. Ancak, yine de bu ayrımcı emellerinden sarf–ı nazar etmiyorlar. Onun içindir ki, her azınlık söz konusu oldukça, lisân azınlığı, ırk azınlığı, bilmem ne çıkartıyorlar.

"Bizim murahhaslarımız (Lozan'daki temsilcilerimiz) bu hususu bir daha ihtar etmek istemişlerdir ki, Türkiye, mevcut halkı ile kaderi ile birdir, herbir şeyleri birdir, gayeleri, dinleri birdir. Azınlıklar buna teşmil olunamaz. Hatta öyle ki, bugün Kürt için azınlık sözkonusu etmek, Türk için azınlıktan söz etmek demektir."

Hüseyin Rauf Orbay, 12 Temmuz 1922–4 Ağustos 1923 arasında İcra Vekilleri Heyeti Reisi olarak, Türkiye'de Başvekillik, yani Başbakanlık yapmıştır.

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Çağın Mevlânâ’sı



Her çağın ayrı bir özelliği ve beklentisi vardır. Gelişen teknik ve teknolojiye, ihtiyaç başgösterdiği gibi; mânevî ihtiyaçlar için de yeni söylemlere ihtiyaç duyulur.

İşte yüz yirmi dört bin peygamber, bu maksat ile Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiştir.

Bu bir irade ve istek ile olmamıştır. Yani birinin çıkıp “Ben peygamber olmak istiyorum” demesiyle peygamber olunmamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın göndermesi ve vazifelendirmesi ile olur.

Peygamberimizden (asm) sonra başka bir peygamber gelmemiştir ve gelmeyecektir de. Ama her asırda ve çağda bir müceddid (yenileyici) gönderilmiştir. Bu gerçeği yine Peygamber Efendimizin (asm) “Benden sonra bir peygamber gelmeyecektir. Ama dini tecdid için her asırda bir müceddid gönderilecektir” hadisiyle net bir şekilde anlayabiliyoruz.

İşte çağın yaklaşık sekiz yüz yıl öncesindeki Mevlânâ, bu müceddidlerdendir.

Ve işte bu çağın Mevlânâ’sı da, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir.

Nasıl ki peygamberler bir görevlendirme ile gelir, müceddidler de böyledir. “Ben müceddid olacağım” demekle müceddid olunamaz. Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği ilim ve kemâlât ile donatılmış olarak gönderilir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yapmış olduğu iman ve Kur’ân hizmeti ile bunu açıkça ve kuşkusuzca göstermiş ve bir ifadesinde:

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi Risâle-i Nur tarzındadır” diyerek önemli bir tesbitte bulunmuştur.

Aradan sekiz yüz yıla yakın bir zaman dilimi geçtiği halde “Gel” hitabı bütün dünyada yankı yapmaktadır.

Umarız; Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan aldığı ve asrımıza sunduğu o güzel risâleleri uzun zaman gönüllerde saklı kalmaz, cihana ulaşır.

Çağın Mevlânâ’sı Bediüzzaman’dır.

25.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şiddete değil, şefkate dayalı cihad-ı mânevî



Merhamet, şefkat, nezaket ve nezahetin kaynağı İslâmiyet; şiddete, zorbalığa asla müsaade etmez. Bilâkis istibdadı, baskıyı, zorbalığı ortadan kaldırmak, insan hak ve hürriyetlerini ihyâ etmek için gelmiştir. Nitekim, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye baştan ayağa insan hak ve hürriyetleri, hatta hayvan, hatta eşya hakları manzumesidir.

Din, iman, düşünce ve vicdan hürriyeti, isanlığın temel hakkıdır. Bu hak nasıl ihyâ edilecektir? Cihad-ı mânevî ile… Yalnız Kur’ân ve imanın hakikatlarıyla... Bediüzzaman’ın tesbitiyle bu zamanda mücadele silahla, kılıçla, kuvvetle değil; ilimle, fikirle, berâhin-i kâtıa (İslâmın kesin delilleri) ile olmalı. Günümüz insanının dinî lakaydlığına karşı koyabilmek ancak mânevî kılıç hükmündeki Kur’ân’ın mu’cizevi nurlarıyla mümkün.1

İşte bu uğurda yapılacak çalışmaların şekli, “cihad-ı mânevî”dir. Yani, fen/sosyal (modern) ve mânevî ilimlerle donanıp gelişmenin en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve fikrî ihtilâfa karşı verilen mücadeledir.

İşte Risâle-i Nur, “ilhamını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alarak” önce İslâmın temel boyutu olan imanın esaslarını, sonra ibadetleri, ukubat (ahirete dair meseleleri), ardından da ahlâk ve hayat meselelerini ispat ve izah eder. Cihâd-ı mânevînin stratejilerini belirler ve iki müspet hareket üzerine bina eder:

1- “Bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden (İslâmdan sapmış gruptan) bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı nizâ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor...”2

2- Bu cihadın asıl ve en birinci hedefi ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve eğer zarar etmezse nasihat etmektir. Kılınçları da berâhin-i kâtıadır (akla, mantığa, ilme uygun kesin deliller). Zîra, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir.3

Yani, önce nefis terbiye edilmeli. Sevgi, ihlâs, şefkat, yardım, diğergamlık, fazilet gibi güzel ahlâkî hasletlerle donanmalı. Düşmanlık, nefret, öfke gibi şiddet duygularından arınmalı. Cihad-ı mânevîde, îman hizmetinde tam bir ihlâs; bunun için de âsâyişi, düzen ve huzuru muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir.4 Bunun için, “Mesleğimiz tecavüz değil, her zaman müdafaadır” denmiştir. Böylece, geliştirdiği manevî cihadda, asıl vazifenin hizmet olduğunu, neticenin Hâdî-i Mutlak olan Allah’a ait bulunduğunu tekrar tekrar vurgular.5

Günümüzde, Risâle-i Nur kültürünü özümseyenlerin en önemli görevi de, muhabbet fedailiğidir; düşmanlık değil. Bediüzzaman, dâhildeki cihada, yani, Müslümanlara hizmette, cihad-ı mânevîyi öngörür: Mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Günümüzde inançlı insanları, çok yönlü düşünüp toplumun ve insanlığın huzur ve güveni için asla anarşiye girmemek ve toplumun huzurunu bozacak davranışlardan kaçınmak için müspet hareket etmeye çağırır.6

Müslüman olmayanlara karşı cihadı, “kılıç”yerine, ilmi, fikri, kesin aklî delil ve belgelere dayalı mücadeleyi esas alır:

“Cihad-ı hâricîyi Şeriat-ı Garra’nın berâhin-i kâtıasının (kesin aklî delillerinin) elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zîra, medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşîler gibi, icbar ile (zorla) değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.”7 Bizim en büyük düşmanımız cehalet, zarûret, fikir ihtilâfıdır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.8

Tecavüz etmeyen düşman veya ecnebilere karşı, yine “maddî” kılınç değil, İslâmın parlak “bürhan, delil kılıncının” kullanılmasını tavsiye eder. Yani, radikal söylemler, şiddete dayalı bildirimler asla İslâmın tasvip etiği şeyler değildir.

Diğer taraftan maddi mücadele, maddî gücü gerektirir. Müslümanlar ise, fen, tenik ve teknolojiden mahrumdur. Ayrıca şiddet, şiddeti doğrur. Bu da maddî gücü üstün olanlara mağlup olmak demektir.

Bediüzzaman, bunun için “Aslah (en iyi) yol musalahadır” diyerek, silâhlı mücâdele bir yana, şiddete dayalı bir metodu asla tasvip etmemiş, daima barış yolunu tercih etmiş, daima nezaket ve nezaheti, müspet hareketi teşvik etmiş ve bunu fiilen de göstermiştir. Zaten bu, “Peygamberlerin vazifesi ancak tebliğdir”9 hakikatiyle tam olarak örtüşüyor.

Dipnotlar: 1- Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayatı, s. 131., 2- Kastamonu Lâhikası, s. 186., 3- Tarihçe-i Hayat, s. 58-59., 4- Şuâlar, 200., 5- Emirdağ Lâhikası, s. 455., 6- Emirdağ Lâhikası, s. 458., 7- Tarihçe-i Hayat, s. 52., 8- Tarihçe-i Hayat, s. 57., 9- Kur’an, Mâide 99, Nûr 54.

25.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır