28 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Rusya’nın değişen Ortadoğu politikası


A+ | A-

Rusya, Orta Doğu’da Sovyetler Birliği döneminde sahip olduğu nüfuza yeniden kavuşabilmek için çeşitli yollar deniyor. Türkiye’yi de ilgilendiren bu çabaların bu ülkeye bölgedeki eski etkinliğini sağlayacağı kuşkulu olsa da, bölgedeki dengeleri etkileyeceği kuşkusuz. İran, Suriye, Irak ve Filistin yönetimi gibi Amerika’dan uzak duran ülkelerle işbirliğine dayalı, İsrail-Filistin anlaşmazlığında hep Arap tarafını tutan eski politikanın değişmesi, aslında Rusya’nın bölgedeki güvenilirliğini de etkileyecek.

Bu yeni çabalar önce İran’la ilişkilerin geliştirilmesi şeklinde ortaya çıktı. İran’ın Buşehri şehrinde inşa ettiği nükleer enerji santrali bu açıdan bir gösterge oluşturuyordu. 1 milyar dolarlık projenin bu yılın sonunda tamamlanacağı duyurulmuştu. Şimdi ise işi savsaklıyor. İran’a S-300 füze savunma sistemi satacaktı; askıya aldı. Şimdi ise Batının İran’ın nükleer programı dolayısıyla uygulamayı düşündüğü yaptırımlara katılmayı düşündüğünü gösteren açıklamalar yapılıyor.

Ortadoğu sorunlarının taraflarını bir araya getirecek bir Ortadoğu Konferansı düzenlemeyi üç yıldır planlayan Rusya, bir türlü bunu gerçekleştiremedi. Maksat Rusya’nın Ortadoğu’da uzlaştırıcılık rolünü üstlenmesini sağlamaktı.

Bunun üzerine Rusya yeni politikasını İsrail’le ilişkileri güçlendirmek üzerine kurdu. Bunda da İsrail nüfusunun yüzde onbeşini oluşturan Rusya’dan göçen Yahudilere güveniyor. Putin bunu “bu durum bizi İsrail’le dünyada başka hiçbir ülkeyle olmadığı kadar birleştiriyor” sözleriyle ifade ediyor. Eski Sovyet cumhuriyeti olan Moldova’dan göçmüş olan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir rol oynuyor. Sık sık Rus diplomatlarla görüşüyor. Daha bu yıl Rusya’yı ziyaret etti. İki ülke arasında ticaret hızla gelişmeye başladı. Turistik vizeler kaldırıldı. İsrail, Rus turistlerin gözde merkezlerinden biri haline geldi.

Geçen Ekim ayında BM İnsan Hakları Konseyi’nin Gazze saldırılarında İsrail’i savaş suçları işlemekle suçlayan Goldstone raporunu Rusya’nın da onaylaması bir anda İsrail’in sert tepkisine sebep olunca, Ruslar hemen tutum değiştirdiler ve rapora karşı çıkmaya başladılar. Kalan tek sorunlu konu ise Rusya’nın Hamas’la ilişkileri. İsrail bu konuda Rusya’yı görünüşte eleştirse de, İsrailli diplomatlar Kremlin’in Hamasla aralarında arabuluculuk yapma imkânını arttırdığı için bu ilişkiden rahatsız değiller.

Rusya ile İsrail arasındaki ticarî ilişkilerin gelişmesinde Türkiye’yi ilgilendiren yön ise; Rusya’dan Ortadoğu’ya doğal gaz taşıyacak Mavi Akım-2 Boru hattı konusunda işbirliği yapmaya karar vermiş olmaları.

Rusya’nın bu şekilde İsrail’le yakınlaşarak bölgede nüfuz sahibi olma çabalarının, İsrail’in konumunu güçlendirmek ve sorunların çözümünü zorlaştırmaktan başka yararı olmayacaktır. Rusya artık bölgede Amerika’ya karşı antitez ya da denge unsuru olma konumunu kaybetmiştir. Bundan sonra yalnızca taraf olabilir; bu da barışa katkı sağlamaz. Özellikle de İran gibi eski bir müttefikini terk ederek, Amerika himayesindeki İsrail’le yakınlaşması, güvenilirliğini de sorunlu hale getirmektedir.

Umarız bu gayretler yeni bir Gazze saldırısına hazırlandığı iddiaları ortalıkta dolaşan, yardım kapılarını kapatarak Gazze’yi açlığa mahkûm eden İsrail’i daha fazla şımartmaz. Dileriz Putin de yanlış ata oynadığını kısa süre içinde fark eder.

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Başarının ardında ‘insan’ var


A+ | A-

Yaygın ve kabul gören bir söz vardır. Dünya tarihine yön vermiş ‘lider’lerin hayatı anlatılırken, “Başarılı her erkeğin arkasında bir ‘kadın’ var” denilerek, o liderin annesine ya da hanımına atıf yapılır. Gerçekte de aile huzuru olmayan bir ‘ev’den başarının çıkması pek de kolay değildir.

Şirketler için de ‘insan’ unsuru çok önemli. Çalışan personeline yatırım yapan, onların dertleriyle dertlenen, onlara ‘insan’ muamelesi yapan şirketler maddî anlamda da büyür ve gelişir. Bu o kadar açıktır ki, ayrıca izaha bile gerek duyulmaz.

‘İnsan’a yaptığı yatırımla bütün dünyanın dikkatini çeken şirketlerden biri de Bill Gates’in sahibi olduğu Microsoft firmasıdır. Başarılı firmaların ortak özelliği; ‘insan’a yaptıkları yatırımlardır. Microsoft da buna güzel bir örnektir.

İki yıldır, Türkiye dahil Microsoft’un önem verdiği 7 ülkenin “sanal takım liderliği”ni yürüten Çağlayan Arkan, Microsoft deneyimlerini anlatmış. Arkan, şirketin sahibi Bill Gates’le tanışmasını anlatırken şöyle demiş: “Microsoft’a 1 Eylül 2003’te girdim. Şubat 2004 tarihinde Gates’den bir dâvet aldım. Seattle civarı bir yerde yapacağı bir strateji toplantısına benim de katılmamı istediğini söyledi. Gittim ve otele girdim. Tam toplantı odasına girerken, Gates de kapıdan çıkıyordu. Hayatımda ilk defa karşılaşıyordum. Bana baktı ve ‘Çağlayan hoş geldin. Yorgun musun? Ta kalktın Türkiye’den geldin.’ Ben şaşkınlık içinde kekeleyerek ‘çok iyiyim’ derken, o devam etti. ‘Ya sen Türkiye’de kayak yapıyormuşsun. Ben Türkiye’de kayak yapıldığını bilmiyordum’ dedi. Şimdi insana verilen değere bakın. Benim gibi toplantıda 40 kişi vardı ve bu ne demek? Gates kuşkusuz çok meşgul bir insan.(...) Ama oturmuş, çalışmış. İsmimi ilk kez bir yabancı bu kadar doğru telâffuz etti düşünün yani. Kapıda görüp tanıyacak kadar beni fotoğrafımdan tanımış. Böyle bir şirket, böyle bir kültür...” (Sabah, 27 Aralık 2009)

Arkan, firmasının ‘insan’a verdiği değeri anlatırken bir örnek daha veriyor: “Firmaların en önemli varlığı insan. Microsoft gibi bütün geleceğini insan üstüne kurmuş firmalar bu konuda çok başarılı ve etkin süreçler geliştiriyor. Microsoft’un bütün kültürü doğru insanı cezbedecek yatırımları yapmak (...) ve sonuçta da küresel liderler yetiştirmek. Siz insanın beynine kolay dokunabilirsiniz, ama kalbine dokunabildiğiniz zaman lider olarak, o insanın performansı yapabildiklerinin geometrisi değişiyor. Microsoft gibi kurumlarda herkes herkesi tanıyor ve yaptığı ve yapmadığı işleri her zaman değerlendiriyor.”

Microsoft’un başarısının altında “kişinin ‘dışı’na değil, ‘işi’ne bakması”nın da tesiri olsa gerek. Geçen yıllarda öğrenmiştik ki, başörtülüler de Microsoft’da el üstünde tutuluyor, tabiî yaptıkları ‘iş’ sebebiyle. Şirkette çalışan başörtülülerden biri de Nazan Kurt’tu. Microsoft Redmond’ta çalışan 150 Türk’ten biri. Seferihisar’da büyüyen Kurt, 5.5 yıl önce henüz üniversitede okurken, hiç de aklında yokken Microsoft’tan iş teklifi almış.

Microsoft’da çalışan başörtülü Nazan Kurt da ‘çalışma şartları’nı şöyle anlatmıştı: “İş ortamı oldukça rahat. (...) İşini iyi yaptıktan sonra, çalışma saatleri, kurallar oldukça esnek.(...) Kampusta herkes çok farklı. Yerel kıyafetiyle bir Hintliyi, ya da Çinli’yi görmek sıradan. Kafeteryada (...) vejetaryen, helâl, koşer, diyet yiyeceklere kadar her şey düşünülmüş.” (Akşam, 4 Ağustos 2007)

“İyi ve güzel” bizim yitik malımızdır, kimde ve nerede görsek almalıyız. “İnsana yatırım” da unuttuğumuz güzelliklerden biri. İnsana yatırım, İslâmın da emri değil mi?

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Dost istersen Allah yeter


A+ | A-

Günümüzde her biri neredeyse eski asırlardaki dünya nüfusu kadar kalabalık çok sayıda şehir var. Bu kalabalıklığa rağmen bir çok insan var ki, koca şehirlerde yapayalnızdır. En yakınlarıyla ve dost olarak bildikleriyle bile arasında büyük mesafeler vardır.

Şehirler ne kadar büyük olursa olsun, insanların sayısı, dost ve arkadaşları kadardır. Keşmekeş içindeki bir dünyada, zayıflığıyla birlikte sayısız sıkıntılara maruz insanoğlu, dert ve sıkıntılarını paylaşacağı gerçek dost ve ahbaplarının devamlılığı kadar güçlüdür.

İnsan, neden dost ve ahbab ister? Neden kendisini yalnız hisseder? Gerçekte en önemli faktör; insanın acz ve zaafı ve bunlara paralel olarak verilen ve hassasiyeti ve sınırları fertlere göre değişen muazzam bir kalb taşıyor olmasıdır. Bu kadar eksik ve kusuruna rağmen insan, kalbi ve duyguları sayesinde hayalleri kadar büyük ihtiyaçlar ve ebede kadar uzanan istek ve arzularla dopdoludur. Bunun içindir ki, dost ve ahbaba olan ihtiyacı ebede kadar uzanır ve Ezel ve Ebed Sultanından başkası çare olamaz. Onun için “Dost istersen Allah yeter!” denilmiştir.

İnsanların ekseriyeti hayatı boyunca nice dostlara sarılır, fakat onların da kendisi gibi âciz ve çaresiz olduğunu kabre yaklaştığında fark etmeye başlar. Nitekim âşık demiş: “Dost dost diye nicesine sarıldım, benim sâdık yârim kara topraktır.” Evet öyle bir zaman geliyor ki, zavallı Âdemoğlunu topraktan başka hiçbir şey kabul etmiyor. Toprağın, insanı kabul etmesi dostluktan mıdır, yoksa kendisinden yaratılması sebebiyle verilen vazifeden midir? Çünkü hakikatte Allah dost ise bütün kâinat dost, değilse yer de düşman, gök de düşman…

İnkârcıların ve gafillerin ekserisi dinin hüküm ve emirlerini aklen anlamakta zorluk çektiklerini söyleseler de, gerçekte hak yoldan sapmalarının en önemli sebebi, hissîdir ve duygusaldır. Yoksa akıl ve mantık, her zaman bizi ve şu koca âlemi yoktan var edip idare eden bir Yaratıcıya iman etmeyi ve İslâmî bir hayat yaşamayı emreder. Onlar, ne dünyada ne de âhirette hiçbir faydası olmayan bazı akılsız dostlar edinirler ve onların peşine düşerek, onların dostluğu sebebiyle körü körüne bağlılık ve taklid ile hak yoldan çıkıp giderler. Halbuki onların dostluğu hem yalancıdır, hem faydasızdır. Onlar, ne bir kimseyi ecel cellâdının elinden alabilirler, ne kabir kapısını kapatabilirler ve ne de âciz ve zayıf insanın derdine gerçekten çare olabilirler. Kur’ân-ı Kerim onların bu hatalarını şöyle ifade eder: “Yoksa onlar Allah’tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah’tır. O ölüleri diriltir, O her şeye kâdirdir.”

Yine Âlemlerin Rabbi ferman ediyor: “O gün Allah’tan korkanlar hariç dost olanlar birbirlerine düşmandırlar.” Evet Allah için olmayan ve birbirlerini küfür ve dalâlete sürükleyen dostlar; orada düşmandır, birbirlerinin yakasına sarılacaklardır.

Kesret ve çokluk insanların hakikatı bulmalarına genellikle engel olur. Dost ararken hemen en yakınında bir sürü benzerlerini ve sahtelerini bulması susuzluğunu zahiri olarak giderir, geçici olarak unutturur. Hz. İbrahim’in (as) mağaradaki yalnızlığı ve kalabalıklardan uzak bir sükûneti, dost ve ahbab arayışında kesret engelini kaldırmıştır. Kendisi gibi âciz olan insanlara takılmadan doğrudan kâinat ile baş başa kalıp, Ay ve Güneş’i tefekkür edip “Ufûl edenler, batıp gidenler dost ve sevgili olamazlar” demiştir.

Hz. İbrahim (as) masivayı terk ederek Ezel ve Ebed Sultanını dost edinmiş, Âlemlerin Rabbinin “Halilim” hitabına mazhar olmuştur. Halil en güzel dosttur. Risâle-i Nur’da, halil ve haliliye şöyle açıklanır: “Mesleğimiz haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlâstır.”

Tarif edilen dostluk, iç içe dairelerden müteşekkil muazzam bir hakikata sahiptir. Hepsini birleştiren ve bütün dostları sanki tek ruh haline getiren ise Allah için dostluk ve samimî ihlâstır. Hz. İbrahim (as) milletinden, Hz. Muhammed (asm) ümmetinden ve meslek ve meşreb ciheti de dikkate alınırsa, ruhlar âleminden ebede kadar uzanan kadîm ve ebedî, misli bulunmaz bir dostluk ve bu kadar uzun bir yolda yoldaşlık… Hakikatını tam ihata ve idrak edebilen, uğruna neler fedâ etmez!

Malûm Bediüzzaman Hazretleri dost, kardeş ve talebe şeklinde bir tasnif yaparken dost için şöyle der: “Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın…”

Tarife baktığımızda, fıtrat ve insaniyet için en kolay olan, en dış dairedeki dostluğun bile âhir zaman insanı için ne kadar zor hale geldiğini fark ederiz. Zamane insanı ne kadar kararsız, ne kadar sebatsız ve ne kadar sadakatsiz!

Evet, dostlukta tarafdarlık ve sadakat çok önemli! Bizden nasıl bir tarafdarlık ve dostluk istendiğini anlamak için de Dokuzuncu Mektub’daki şu ifadeye bakmak gerekiyor: “‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz..’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.” Evet Allah dostu, dostuna ve dâvâsına bütün dünyayı da değişmemeli!

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Binlerce teşekkür...


A+ | A-

Hastalar Risalesi haftasını geride bırakarak, 2009 yılının son hediyesini vermiş olduk. Geçtiğimiz Cuma günü gazetemizle birlikte verdiğimiz bu çok değerli “şifa reçetesi”yle ilgili kampanyamız yurt sathında büyük bir heyecan dalgası meydana getirdi. Öyle bir heyecan ki her okuyucumuz kendisini bu kampanyanın gönüllü bir görevlisi bildi. Aşk ve şevk ile çalıştı.

Daha önce de belirtmiştik. İşi yazı yazmak olmadığı halde, Hastalar Risâlesi’nin kendi hayatında yaşadığı ve çevresinde müşahede ettiği müsbet tesirlerini yazarak bizlerle paylaşma ihtiyacı duyan okurlarımızın kaleminden çıkan yazılar, kampanya çalışmalarına ayrı bir renk kattı.

Maddî ve manevî destekleriyle yanımızda olan bütün okuyucularımıza teşekkürü bir borç biliyoruz.

Gazetemize yeni bir tiraj patlaması yaşatan bu kampanyada çalışmaları ile öne çıkan İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Samsun, Burdur, Yalova, Çorum, Tokat, Eskişehir, Nevşehir, Turhal, Kastamonu, Edincik, Karamürsel, Gölcük, İzmit, Kayseri, Seydişehir, M. Kemalpaşa, Gemlik, Bilecik, Gebze, Antalya, Alanya, Kumluca, K. Maraş, G. Antep, Adıyaman, Van, Yozgat, Mersin, Düzce, Ödemiş, Tire, Fatsa, Denizli, Antakya, Alaçam, Birecik, Çankırı, Karabük, Tarsus ve Adana’ya ayrıca teşekkür ederiz.

2009 yılını bu kampanya ile noktalarken, hamle ve hedeflerimizin bu hafta içinde gireceğimiz yeni yılda da hız kesmeden süreceğini müjdelemek isteriz.

Bu vesile ile, milâdî yeni yılın yayın faaliyetlerimiz adına yeni açılımlara sahne olmasını ve insanlığa hayırlar getirmesini diliyoruz.

***

Ajandaya büyük ilgi

Bediüzzaman’ın hayat safahatına ve yaşadığı menzillere dair bilgilerin orijinal resimlerle birlikte yer aldığı, Said Nursî hakkındaki takdirkâr ifade-lerden derlenen çarpıcı örneklerin ve Risâle-i Nur’dan hakikat yüklü vecizelerin serpiştirildiği, her bakımdan itina ile hazırlanan Bediüzzaman ajandası büyük bir ilgiyle karşılandı.

Satış servisimiz siparişleri karşılamakta güçlük çekerken, taleplere göre yeni baskıların yapılabileceğini belirtiyor. İlginize teşekkür ediyoruz.

***

Bir abone de sizden

Her okuyucumuzun bir yeni abone bulmasını hedefleyen kampanyamız büyük yankı uyandırdı. Müessesemizin de bir aylık abone ücretini almayarak katkı yaptığı kampanya ile ilgili olarak bir okuyucumuzun dile getirdiği duyguları sizinle paylaşmak istiyoruz:

Gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz’e hitaben gönderilen e-mail şöyle:

“Aziz ağabeyim,

Evvelen; Gebze Köprüder’in organize ettiği. sizlerin de iştirak ettiğiniz Demokratik Açılım ve Bediüzzaman konulu panel oldukça istifadeliydi. Rabbim tesirini arttırsın, müsbet mânâda neticelenmesine katkıda bulunsun.

Saniyen; Geçen hafta sonu Genel Müdürümüz Recep Taşcı ve birim müdürlerinin de iştirak ettiği İstanbul Neşriyat Komisyonu toplantısı yapıldı.

Yeni Asya misyonu ve 2010 hedefleri üzerine güzel fikirler sunuldu, paylaşıldı. Gözlemlerimiz şu ki cennetâsâ baharların gelmesi için artık çok uzun süre beklemeye gerek kalmayacak.

Gazetemizin ekonomik krizlere rağmen ayakları üzerinde durması ve ileriye dönük yatırımların konuşulması bizleri memnun etti.

Yine toplantıda gündeme getirilen ‘Bir abone de sizden kampanyası’ ile istenilen hedeflere ulaşılması çok zor değil. Bu konuda Yeni Asya gönüllülerine büyük gayret düşüyor.

Toplantıda konuşulan bir başka konu da 2010 Bediüzzaman ajandası idi. Tamamı renkli, orijinal ve muhteşem bir çalışma. Nur hareketinin tarihi bu çalışmada mevcut.

Salisen; basın yayın hayatında Nurların naşir-i efkârı olan gazetemizin 25 Aralık Cuma günü vermiş olduğu Hastalar Risâlesi ile ilgili Beyoğlu Yeni Asya okuyucuları olarak 300 gazete taahhütte bulunmuştuk. İstişareler sonucu bu sayı önce 500’e çıktı. Beşiktaşlı okuyucularımız da 500 gazete taahhüt edince toplam sayı 1000 oldu. Bu gelişme ‘Bir abone de sizden kampanyasında’ bize büyük cesaret ve heyecan verdi.

Gayret bizden tevfik Allah'tan.”

Murad Kurt/Kasımpaşa

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Böyle bütçe olur mu?


A+ | A-

Geçen haftaki yazımızda, 2010 yılı bütçesinin gider kalemleri ile borç stoklarını irdelemiş, borçların çığ gibi arttığına dikkat çekerek, faizlerin yükselebileceği tehlikesine işaret etmiştik.

Üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir diğer husus da; “Borç çevirme oranı.”

Borçların ödenebilmesi için ne oranda borçlanılması gerektiğini gösteren bu rasyo, yüzde 103’e yükselmiş.

Yani 100 TL borç ve faiz ödeyebilmek için 103 TL borç aranıyor.

Vahim bir manzara.

2008 yılında ise 100 TL için 74 TL borçlanmak kâfi geliyor, bakiyesi tasarrufla kapatılıyordu.

2010 yılı borç servisi şöyle:

Ana para 149,6 milyar TL.

Faiz 50,7 milyar TL.

Toplam 200 milyar TL.

Tahminî gelirimiz 193 milyarı vergi olmak üzere 237 milyar TL.

Vergi gelirimizin tamamı bile borcumuza yetmiyor.

Sağlık, eğitim, yatırım, vs. için para?

Borçla karşılanacak.

Böyle bütçe olur mu?

Daha da kötülerini görmüştük diye kendimizi avutabiliriz, ama unutmayalım ki su-i misal emsal olmaz.

Ayrıca gelir tahminleri ne derece sıhhatli?

Bizce fazla iyimser, tartışılır.

Vergi gelirlerinde yüzde 18’lik bir artış öngörülüyor.

ÖTV’de yüzde 32, dahilde KDV’de yüzde 19, ithalde KDV’de yüzde 24 artış.

Umarız evdeki hesap yine Bağdat’tan dönmez, 2009 yılını mumla aramayız.

Büyümenin 2010 yılı için yüzde 3,5 olarak hedeflendiği bir ekonomide vergi gelirlerinde bu ölçekte bir artış mümkün mü?

Ve de adil mi?

Harcamalar üzerinden alınan vergiler, zengin fakir ayırt etmez, herkese eşit mesafede durur, merhametsizdir.

Servet ve kazancı vergilendirmek yerine halkın yaygın ve zorunlu olarak tüketmek mecburiyetinde olduğu, elektrik, doğalgaz ve telefon gibi mal ve hizmetlere bel bağlamak adalet duygusunu zedeliyor.

Köklü ve kalıcı vergi reformu akla gelmiyor, günü birlik çözümlere başvuruluyor.

Şunu bir kez daha net bir şekilde vurgulayalım.

Sistem çökmüştür.

Delil mi?

Tek bir istatistiki bilgi yeterli.

100 şirket 600.000 şirkete bedel.

Bu ne demek?

600.000 şirket, ancak 100 şirket kadar vergi ödüyor.

Sistemin çöktüğünü gösteren daha nice örnekleri sıralayabiliriz, zaman zaman da dile getiriyoruz, getireceğiz de, sadece bu rakam bile durumun vahametini ortaya koymuyor mu?

Kayıt dışılığı ve kaçakçılığı önleyemeyen hatta teşvik eden bu düzen yetmezmiş gibi bir de dürüst mükellefleri süründürüyor, cezalandırıyor.

Kaçakçılığa prim veren en son icraatı ve marifeti Varlık Barışı Kanunu’dur.

Özeti şu:

2004-2007 yılları arasında vergi kaçırdıysanız, kazançlısınız, şanslısınız.

Çünkü işletmenize kayıtlı olmayan gayrimenkul ve para gibi varlıklarınızı maliyeye bildirir ve bunların değeri üzerinden yüzde 2 ila 5 oranında cüz’î bir ödemede bulunursanız, kaçırdığınız vergi affedilecek, ceza ve faizden kurtulacaksınız.

İdare şu sıralar biraz zorlayarak, biraz korkutarak harıl harıl mükelleflerin bu kanundan istifade etmesi için çırpınıyor.

Süresi bu ay sonunda doluyor.

Yani son 4 gün kaldı.

Bizden hatırlatması.

Bitirmeden, önceki gün TBMM’de kabul edilen bütçenin hayırlı olmasını dileyelim ve bir soru soralım.

Sık sık af kanunları çıktığına göre kayda giren ve vergisini dürüstçe ödeyen kişiye ne denir?

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Ekonomi ön tahmin merkezi ve Soros…


A+ | A-

Neoliberallerin kasası hükmündeki George Soros’u duymayanınız çok azdır. Macar asıllı “piyasa sihirbazı”nın mevcut dünya ticaret sisteminin açıklarından istifade ederek Uzakdoğu'dan Londra'ya, Rusya'dan Amerika'ya sebep olduğu büyük iflâsları bir çoğumuz hatırlıyordur. Bir kişinin tek başına deha da olsa dünyanın her pazarında nev-î şahsına münhasır oyunlarla ülkeleri ve milletler arası sermaye müesseselerini dolandırması elbette mümkün değildir. Okuyucularımızın bildikleri meselelerin detayına girmeyeceğiz. Soros'un temsil ettiği organizasyonun gözden kaçırılmayacak yeni girişimlerinden haberdar olmamız elbette ki insanlığın yararına olacaktır.

Memleketi olan Macaristan'ın başşehrinde “Merkezî Avrupa Üniversitesi”ni kuran meşhur sermayedar, bu defa da üniversitenin yanı sıra yeni bir iktisadî enstitü kuruyor. Elli milyon dolar yatırımla başladığı çalışmasını “Ekonomide Yeni Düşünceler Enstitüsü” olarak isimlendiriyor. Kısaltılmış ismi INET… Mevcut dünya ekonomi ve pazarlarının yanlış gelirler ve temeller üzerine oturduğunu, temelden tavana sistemin değişmesi gerektiğini iddia eden Soros, dünya üniversitelerinde işbaşındaki proflara büyük burslar vererek onları da çalışma halkasına katıyor. Dergilerle de çalışmayı destekleyecek olan Soros'un hedefi uluslar arası konferanslar.

Güya kendisini de sorgulayacak bu enstitüye meşhur ekonomist Robert Johnson'u da idareci atamış. Birçok Nobel ödüllü ilim adamını da yanına aldığını iddia eden Soros'a Avrupa ve Amerika ekonomistlerinin birçoğu önyargıyla yaklaşıyorlar. Geçmişindeki hadiselerin ona emniyet edilmeyeceğini gösterdiğini söyleyen yazarların sayısı hayli fazla.

HUYLU HUYUNDAN VAZGEÇER Mİ?

Soros bu çalışmasıyla hava tahmin raporları gibi iktisadî tahmin raporlarıyla krizleri önceden bildirmeye çalışacağını söylüyor. Hatta başkalarını da bu tür çalışmalar yapmaya dâvet ediyor.

Hayvancılıkla meşgul köylülerimizin yaşamış oldukları bir fıkrayı mevzu ile ilgili olarak arz etmek istiyoruz. Çobanın biri dağda küçük bir kurt yavrusunu yakalar. Henüz sağını solunu bilmeyen yavruyu evinde ekmek ile, süt ile besler. Oyuna alıştırır. Hayvancağızı çoban köpeği gibi yetiştirmeye çalışır. Kısmen de muvaffak olur. Nihayet oğlak sürüsünü götürürken onu da beraberine alır. Bir de bakar ki yavru kurt keçi yavrularının kuyruklarını ve boğazlarını kontrol etmeye başlıyor. Bir iki de vukuatını görünce kararını verir: Kurt yavrusundan çoban köpeği olmaz… Global ekonomik krizleri önlemek için meşhur sihirbaz elli milyon dolar yatırım yaparken, kendi fonlarını da Macaristan'ın önde gelen OTP bankasına saldırtmış. Saldırıları tesbit edilen fonlarına rekor seviyede ceza geliyormuş. Yani hayatı başkalarına zarar vermek ile geçmiş birisine şüphe ile bakanlar haklı…

Haksız rekabet ve meşrû olmayan yollarla elde ettiği büyük servetin bir kısmını yine kendi ilgi ve alâkaları istikametinde açık toplum kuruluşlarına dağıtan Soros mütemadiyen büyük bir hayırsever olduğunu söylüyor ve söyletiyor. Uluslar arası mahfillerde Neocon'ları kapitalizm ile suçlayan Soros'a şüphe ile yaklaşanların ileri sürdükleri diğer bir husus da, desteklediği kurum, STK, üniversiteler ve derneklerin yüklendikleri misyonlardır. Genellikle hürriyet, değişim ve açık toplum sloganlarıyla işleyen bu kuruluşların dinî, ahlâkî ve geleneksel değerlere koydukları mesafeli duruşlar, netice itibariyle ortaya çıkan “sosyal anarşiye” ve cemiyeti ayakta tutan bağların çözülmesine yol açıyor. Bolşeviklerin serserilerle yaptıkları halk devrimleri, Avrupa ve Amerika uzantılı askerî darbeler ve devrimler yerine daha sivil bir devrimin altyapısını hazırlayan açık toplum enstitülerinin mahiyetlerinin hâlâ birçok kişilerce bilinmemesi; global hakk ve hürriyetlerle demokrasi için büyük bir tehlike olduğu kanaatindeyiz.

BÜYÜK BİR HAYIRSEVER Mİ?

Evvelâ Soros isminin arkasında global bir çalışmanın varlığını ve bu çalışmanın Soros'un şahsından ziyâde mensubu olduğu cemaat veya organizeyi ilgilendirdiğini belitmemiz gerekiyor. Uzakdoğu Asya'yı, Rusya'yı, kısmen Amerika ve İngiltere'yi batırarak kazandığı paralarla hayır yapılır mı? Kaldı ki yardımda bulunduğu her kuruluşu kendi maksadı doğrultusunda çalıştırıyor. Hiçbir fakiri fert veya cemiyet olarak ayağa kaldırmamış. İşine yarayacak ve kendisi ile hulusbirliği yapabileceği kurumlara yardımdan daha normal ne olabilir ki… Soros'un Türkiye'deki fonlarıyla ilgili yapılacak bir çalışma, çok garip neticeleri ortaya koyacağı kanaatindeyiz: Kadın dernekleri, kadını politikaya teşvik fonları, sosyal örgümüzü ortaya çıkaran üniversite hocalarına verdiği paralar… Cemiyetin kılcal damarlarını da ortaya çıkaran istatistikler… Amerika ve Avrupa'daki düşünce kuruluşları… Bütün bunların yanı sıra birçok ülkedeki iktidar değişikliğini rüşvetlerle gerçekleştirdiği iddia edilen Soros'un büyük bir deha mı, büyük bir hayır sever mi, devrimci modern bolşevik mi veya global olarak organize olmuş bir sınıfın medyadaki sözcüsü mü olduğunu önümüzdeki zamanlar mutlaka gösterecektir.

28.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Duâ zırhını giymek


A+ | A-

İnsan bu dünyaya ibadet, duâ ve ilimle tekemmül etmek/mükemmelleşmek için gönderilmiştir. İbâdetin özü ise duâdır. Büyük bir kulluk olan duâ; her şeyin sahibi, mâliki, idârecisi, Rabbi, sonsuz rahmet, şefkat, sevgi, kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a yalvarmak, istemek, O’na dayanmak, aczimizi anlayıp O’nu vekil tâyin etmek, ihtiyaç ve arzularımızı O’na arz etmektir. “Duâ” kelimesinin Kur’ân’da 212 defa geçmesi; bize insânî vasfı kazandıran önemli ibâdet olduğunu gösterir.

* Duâ eden bilir ki, yalnız değil, birisi var; bütün ihtiyaçlarını görür, bilir, sesini duyar, ona cevap verir. Buna binâendir, duâları işiten ve cevap veren Semî-i Mutlak ve Mucîb-i Mutlak olan yüce Rabbimiz, “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?”1 buyurmaktadır. Bu meseleyi şöyle anlayabiliriz:

Medeniyetten, insanlardan çok uzaklarda, mağaralarda yalnız başına yaşayan bir insanın ne önemi var? Duâ ile Allah’ın sonsuz rahmet ve hazinesinden bir şey istemeyen insanın da Hakkın nazarında ne önemi olabilir?

* Duâ, varlığımızın değerini de belirler. Duâ, ispat-ı vücuddur. Yâni, varoluş sebebimizi, ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi, niçin geldiğimizi ve nereye gideceğimizi, sonunda ne olacağımızı ve ne olmamız gerektiğini duâlarımızla ortaya koyarız.

* Duâ psikolojik açıdan büyük bir rahatlık ve huzûr doğurduğu gibi, ahlâkî arınmayı, yücelmeyi gerektirir. Dolayısıyla, gelişim safhasındaki takılma ve saplantıların önlenmesinde, şahsiyetin/kişiliğin gelişmesinde yapıcı bir fonksiyon icra eder. Bir hadis-i kudsiye göre duâ ve ibâdetle meydana gelen yakınlaşma Allah’a karşı sevginin, bu sevgi de kuldan duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına sebep olduğu belirtilir.

Böylece duâmızla, sonsuz Rahîm (şefkat eden, yardım eden), Hafîz (koruyan) Allah’ın koruma alanına gireriz. Şeytan ve habis ruhların şer/kötülük ve baskılarından emin oluruz.

* Duâ, dünya ve içindekilerle beraber, şeytan ile nefsin etrafında dolanmaktan kurtulup, tek bir noktaya yönelmek demektir. Bu, çokluktan, dünya problemlerinden, sıkıntılarından sıyrılıp, ruha nefes aldırmak, onu dinlendirmektir aynı zamanda. Duâ, madde bağımlılığından, nefsî, indî/subjektif, süflî/pespâye arzu ve isteklerden kurtulmaktır. Duâ, işlediğimiz hatâ, kusur ve günahların izlerini vicdânımızdan siler, rûhumuzu arındırır. Şeytânî hallerden uzak durup; ruhumuzu imân, tefekkür, ilim, ibâdet, takva, salih amel gibi mânevî gıdalarla doyurup beslemeliyiz.

* Düşünce ve duygularımızın antenini duâ ile İlâhî hakikatlere, ulvî âlemlere çeviririz. Tamamen habis/siyah, karanlık menfî bir enerji boyutundan yaratılan şeytan; insanların ruhlarına etki edebilir. Gayet tabiî ki bu, şeytanın verici gücünün yüksekliğine ve alıcının telkine, olumsuz meselelere açık olmasına ve cevap vermesine bağlıdır. Şeytan, vesvese ve fitnesiyle ruh ve duygularımızın dengesini bozar. Rûh ile vücûdun manyetik dengesinin bozulmasından rûhî hastalıklar doğar. Şöyle ki:

Elektrik de, sinir hücreleri arasında iletişim sağlayan bir unsurdur. Elektrik akımının da dengesizliği; vücut ritmini, dengesini bozar. Kimyevî ifrazat ve elektrik akımlarını harekete geçiren de; aşırı veya yersiz evham, korku, öfke, heyecan, kin, düşmanlık, sıkıntı, endişe/kaygı gibi negatif duyguların yerinde ve ölçüsünde kullanılmamasıdır. Aşırı ifrâzâtları, güzel söz ve telkinlerle dengelemek mümkün. Zaten, vehmî hastalıkların en etkili ilâçlarından biri önem vermemektir. Önem verdikçe büyür, şişer. Önem verilmezse küçülür, dağılır. Zaten, vehmî hastalık çok devam etse, (psiko-fizyolojik yapımızı etkileyerek) hakikî hastalığa döner. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi kubbe yapar, mânevî gücü kırar.2

* Şeytanın vesveseleri negatif olduğundan ruh ve bedenin ritminin dengesini bozmaktadır. Duâ, ibâdet, zikir, fikir, pozitif enerji yayar ve biyo-manyetik tedâvî yaparak bozulan ruh ve beden ritmini, dengesini sağlar. Böylece şeytanın vesveselerine karşı bir kalkan, bir zırh görevi de görmüş olur. Çünkü, İlâhî, ulvî, melekî alana girilmiş olur.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Furkan, 77.

2- Lem’alar, s. 219.

28.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Suna DURMAZ

Dış politikada komşularla sıfır problem


A+ | A-

Yıllar önce “ Len aîşe fî cilbâb ebi” (Babamın örtüsü altında yaşamayacağım) diye bir Mısır dizi filmi izlemiştim. Film, derslerinde başarılı olamadığından dolayı babası tarafından kıskaç altına alınan bir gencin daha sonra kendinde bulunan kabiliyetleri keşfetmesi ve bu kabiliyetleri farklı sahalarda tatbik edip büyük başarılara imza atmasını konu alıyordu.

Filmdeki gencin potansiyel kabiliyetlerini keşfedip atağa geçmesi gibi Türkiye de kabiliyetlerini keşfedip atağa geçti. Ve,”Bir takım çevrelerin yazmış olduğu oyunda oynamayacağım artık!... Ben de oyun kurabilir ve senaryo yazabilirim; aynı zamanda da yazmış olduğum oyunun baş aktörü olabilirim” demeye başladı.

Fikir babalığını Prof. Ahmed Davudoğlu’nun yaptığı “Komşularla sıfır problem” stratejisi yüzünden Ortadoğuda yeni bir döneme girildiği apaçık ortada.

Türk Dış İşlerinin Ortadoğu sahasında yıllarca izlemiş olduğu pasif ve ürkek siyasetin yerine aktif ve etkili siyaset gütmesi, hem Türkiye’ye, hem de bölge ülkelerine maddî ve manevî olarak büyük hayırlar getirecek İnşaallah.

Türk- Arap yakınlaşmasından memnun olanlar olduğu gibi, tabiî olarak rahatsız olan çevreler de var. Türkiye’nin dar bir alanda sıkışıp kalmasında çıkarı olan bir takım insanlar, Türkiyenin rotayı Batıdan Doğuya doğru çevirdiğini ve neticede radikalleşmeye yüz tuttuğunu söylüyorlar.

Bunlardan biri Washington Enstitüsü Türkiye Masası Direktörü Soner Çağatay’dır. Çağatayın makalelerini izleyenler, onun Türkiye hakkındaki fikirlerini çok iyi bilirler. “Islamist Foreign Policy Hurts Muslims/ İslâmî Dış Politika Müslümanlara Zarar Veriyor” (9 Aralık 2009 Hürriyet Daily News) ve “As Turkey Pulls Away / Türkiye Geri Çekilirken “ (5 Aralık, Jerusalem Post) başlıklı makalelerinde, Türk Dış İşlerinin dünyaya bakışının Amerikan idaresinden çok farklı olduğunu yazan Çağatay, “econo-İslamism/ ekonominin İslâmlaştırılması” doktriniyle hareket eden Türkiye’nin dünyaya “religio-political /dinî-siyaset” esaslarla baktığını iddia ediyor.

Soner Çağatay’a göre: Türkiyenin Danimarka Eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine getirilmesine karşı çıkması, Hamas’ı desteklemesi, Davos’ta İsrail’i sert bir dille eleştirmesi, Gazze harbini sebep göstererek İsrail’in Anadolu Kartalı Askerî Tatbikatı’na katılmasını istememesi ve bir kaç gün sonra da tatbikatlara katılması için Suriye’yi dâvet etmesi, Birleşmiş Milletler’in Darfur olaylarından sorumlu tuttuğu Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i Ankara’da ağırlaması, bir Nato ülkesi olarak 50 yıldır Sosyalizm karşıtı kampta yer aldığı halde Baasçı Suriyeye yaklaşıp kuvvetli dostluk kurması Batıdan koptuğunun işaretleridir.

Soner Çağatay, yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşadığımız ve aynı ortak değerlere sahip olduğumuz Araplara yakınlaşmamızdan büyük rahatsızlık duyduğu gibi, Türkiyenin Rusya ile yakın ilişkiler kurmasından da rahatsız. 15. yüzyıldan beridir Türkiye ile aynı safta yer almayan Rusya’nın bu gün birinci ticarî ortağımız konumuna geldiğini esefle söylüyor.

Çağatay ve onun gibi düşünenler şunu iyi bilmeliler ki; Türkiye, coğrafî olarak Avrupa kıt’asının bir parçası olsa da, tarih ve kültür olarak katıksız doğuludur. Ecdâdımız Anadolu’ya batıdan değil, doğudan geldiler. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner’in dediği gibi; komşularımız: Almanya, Fransa ve İtalya değil; Suriye, İran, Irak ve Yunanistan’dır. Komşularımızla, hatta diğer ülkelerle iyi ilişkiler kurmamız gayet tabiî bir davranıştır. Aksi olması yanlıştır ve zararları büyüktür.

Bu durumu iyice idrak eden Türkiye, Ortadoğu siyasetini yeniden şekillendirip aktif ve güven verici bir politika izlemekte ve bunun meyvelerini almaktadır. Örnek olarak zikredecek olursak: Türkiye 23 Aralık’ta Suriye ile sağlık, ticaret, enerji, eğitim, ulaşım ve daha bir çok sahada 50 antlaşma imzaladı. Irak da artık Türkiye’ye güvenilir bir ağabey nazarıyla bakıyor. Irak televizyon kanallarından izlediğimiz kadarıyla Irak pazarları Türk ürünleriyle dolup taşıyor. Bu durumu gören Batılılar “Irak savaşından en kârlı çıkan ülke Türkiye oldu” diyorlar.

Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olan Katar, haftada 5 gün yapılan Doha-İstanbul uçak seferlerinin yanına haftada 4 gün yapılacak olan Doha-Ankara seferlerini ekledi.

Türkiye–Kuveyt ortak ticaret hacmi 500 milyon dolar civarına ulaştı. Her iki ülke de bu rakamı çok küçük buluyorlar. Bu yüzden, Kuveyt’te önümüzdeki beş yıl içinde yapılması planlanan 160 milyar dolarlık büyük projelerden Türk firmalarının âzamî derecede istifade etmesi isteniyor.

Geçtiğimiz hafta Kuveyt’te toplanan Haliç Ülkeleri Zirvesinde, Türkiye ile ilişkilerin daha da canlandırılmasına karar verildi. Önümüzdeki bir iki yıl içinde yapımına başlanacak olan Haliç ülkeleri demiryolunun Türkiye’ye kadar uzatılması planlanıyor. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin çıkarına olduğu için bir takım mihraklar rahatsız olmaktadırlar.

Daha düne kadar Türkiye’ye karşı güvensizlik duyan Araplar; bu gün kendilerine uzatılan Türk elinin menfaat eli değil; dostluk eli olduğunun farkına vardılar. 21-22 Aralık tarihleri arasında Kuveyt’e yapmış olduğu ziyarette, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Emir Sabah el-Ahmed el-Sabah tarafından Kuveyt Yüksek Devlet Nişanı “Mübârek el-Kebir”in takılması bunun işaretidir. Abdullah Gül’ün “Bu ziyaret protokol ziyareti değil; kalpten gelen dostluk duygularıyla yapılmış olan bir ziyarettir” demesi ise gazetelerde başlık oldu.

Ortadoğu halkları arasında dostluk bağı kurabilmek için resmî heyetler içine sivil kuruluş temsilcilerinin, aydınların ve siyaset biliminde “think tank” olarak tanımlanan kuruluşlarının da katılması lâzım. Halklar bu şekilde birbirlerini tanıyıp kaynaşabilirler. Bu bağlamda, Gül’ün beraberindeki heyete USAK Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner ve SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları) Vakfı Araştırma Koordinatörü Doç. Dr. Talip Küçükcan gibi aydınların dahil edilmesi isabetli bir karar; umarız devamı gelir.

28.12.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Muzaffer KARAHİSAR

Küçük Çoban Mehmet ve sonrası


A+ | A-

Şehirden saatlerce uzakta ormanların, yaylaların ve yalçın kayalıkların bulunduğu Bingöl’ün Arik Köyünde çobanlık yapan küçük bir çocuk vardı. Küçük Mehmet’in babası ölünce annesi aynı köyden bir kişiyle evlenmiş. O, babasının öldüğünü hayal-meyal hatırlıyor. Onun küçücük dünyası, hayalleri, ümitleri de yaşadığı mekânlar gibi mahdut. Çok şeyler hayal etmek, güzel şeyler istemek, beklemek için, bilmiyor ki nedir onlar. Mektep yok, şehri bilmez, her şeyden mahrumiyet var. O mahrumiyeti de bilmez. Her günü büyük çobanlarla, yaylada hayvan otlatmakla geçiyor. Uzamış, bakımsız saçları, güneş kavruğu yüzü ve gülmek nedir bilmeyen çehresinden, haksızlığa gözleriyle sert bakışlar atmanın haricinde yapabileceği bir şeyler olmadığının bilincinde. Çalı çırpıların ve dikenlerin içinde dolaşarak üstündeki eskimiş entariyi ve paçaları eskiyerek kısalmış pantolonunu, keçi derisi çarığı tamamlıyordu. Çobanlık işte; bir değnek, ekmek torbası ve içindeki azığı onun Bingöl yaylalarında ve sarp yamaçlarındaki dünyalık varlığı... Bir de can yoldaşı Karabaş.

Dokuz yaşındaki bir çocuk hayatın yükünü, sıkıntısını ve yetim, kimsesiz ve korumasız olmanın; yalnızlığın kahredici üzüntüsünü iç dünyasında yaşamış; hatırladıkları kadarıyla yoksulluğun, yorgunluğun, himayesizliğin bir çocuk dünyasında meydana getirdiği çaresizlikleri ve fırtınaları anlamak için, mazideki Arik Köyünün kuş uçmaz, kervan geçmez dağlarında, yaylalarında beraber bir gezinti yapalım, isterseniz:

“Köyümüz ormanlığa çok yakındı. Ormanların içinden geçerek otlakların olduğu yaylaya hayvanlarımız gütmeye götürürdük. İçlerinde en küçük, çelimsiz ve kimsesiz olanı da bendim. Üvey babamın hayvanlarını öteki çobanların hayvanları ile birlikte gütmek zorundaydım. Tek başıma ıssız dağlara, ormana, sarp yamaçlara çıkarak hayvan otlatmama imkân yoktu. Bu imkânsızlığımı bilen çobanlar bana olmadık işkence yapıyor, sıkıntı veriyorlardı. Herkesin hayvanlarını ben çeviriyordum. ‘Koş Mehmet oraya, buraya, hayvanları getir, götür, çevir…’ Onlar gölgede oturuyor, akşama kadar ben ayakta, oraya buraya koşturup duruyordum. Bazen yorulup geç kaldığımda döverler, hakaret ederlerdi. Bu haksızlık ve vicdansızlıktı. Onlara itiraz bile edemezdim. Yetişemediğim, geciktiğim zaman, dövmenin temposunu arttırırlardı. Bazen ağaca bağlayıp dövdükleri de olurdu. O vicdansızlıkları sadece Allah’a şikâyet ederdim. Bir gün annem banyo yaptırırken vücudumdaki sopa izlerini görünce bana kimin dövdüğünü sormuştu. Ben de söyledim. Annem o aileye tembih etmeye gittiğinde, döverek geri gönderdiler…

İyi kötü her zaman yan yana, iç içe olur. Beni çobanlardan bazıları döverken bazıları güler, kahkaha atarlardı. Bazıları da ‘yapma’, derlerdi, ama fazlada bir şey yapamazlardı. Yorgunluk, işkence, umutsuzluk, kimsesizlik canıma tak demişti. Hayvan gütmeye gitmeyeceğimi söyledim, anneme. Onun söylediği hiç aklımdan çıkmıyor: “Üvey baban duyarsa, ikimize de ekmek vermez.”

Anneme her sabah yaylaya gitmeyeceğimi söylerdim, o da zorla gönderirdi. Ancak zalimlerin zulmü de gittikçe artıyordu. Bir gün beni toprağa gömdüler. Hepside kahkaha ile gülüyorlardı. Sonradan toprağı eşeleyerek kurtuldum. Bu işkenceleri, yıllar sonra, Peygamberimiz (asm) zamanında Müslümanlara yapılan işkenceleri anlatan filmde gördüm.

Yaylaya hayvan otlatmaya gitmeyeceğimi söyledim, sabah hayvanları götürmedim. Annem bana yalvardı, yüzüme güldü. Baktı olmuyor; beni o da dövdü... Küstüm. Ormana doğru gidiyordum artık. Annem çok ısrarla dönmemi istiyor, hayvanların kapının önünde yığılıp kaldığını, başka otlatacak kimse bulunmadığını, yanlış yaptığımı söylüyordu. Ben de inat edip, dinlemeyip, başımı alıp giderken; ikinci eşi ile onun itaatsiz üvey çocuğu arasında kalmış zavallı, kimsesiz ve çaresiz bir kadının arkamdan yaptığı bedduâları işitiyordum: “İnşallah yüzün gülmesin” diyordu. Ben ıssız ormana gidip saklandım. Çocuk dünyamdaki itirazlarım, isyanlarımla artık orada yaşama yanlışına karar verdim. Gündüzleri gizlice gelip ekmek alıp tekrar ormana saklanıyordum. Baktım bu da yol değil. Pişman oldum, annemin durumunu düşündüm. Bir hafta sonra eve dönmeye karar verdim. Bir öğle vakti eve doğru yaklaşınca beni gören Karabaş koşarak geldi, ön ayaklarını omuzuma koyarak yüzümü, gözümü yalamaya, sevinç gösterisi yapmaya başladı. Galiba beni o herkesten fazla özlemişti. Sonra annem beni gördü ve başladı azarlamaya; akılsızlığımdan, başının belâsı olduğumdan olanca hakaretlerini gözyaşları ile ilenerek sayıp döküyordu. Bana annemin yaptığı azarlamaları işiten Karabaş sevinci bıraktı, yere yattı, başını uzattı ve bana bakarken, taşların üstüne gözyaşlarını damla damla akıttığını görüyordum. Benim için üzülecek ondan başka da kimse yok, diye düşündüm.

Hayatımda doğruluktan hiç ayrılmadım. Çobanlar beni zorla başkasının tarlasına bostan çalmaya gönderirlerdi. Sonra da benim çaldığımı tarla sahibine haber verirlerdi. Ben de her şeyi olduğu gibi anlatırdım. Benim gördüğüm küfür, hakaret, dövme, aşağılama, haksız çalıştırmaları başka insanlara yapsalardı o kişi bütün insanlara düşman olur, eline fırsat geçince de intikam alırdı. Ben Allah’a güvendim, dayandım, sabır ettim.

Yıllar rüzgâr gibi geçti. O yıllardaki yokluk, açlık, mahrumiyetin hepsi geride kaldı. Allah’ın insana ne kadar çok nimetler verdiğini, şükür etmek gerektiğini zaman bana öğretti. Bana haksız yere zulüm eden çobanlar hepsinin sonu kötü oldu. Çeşitli musîbetlerle karşılaştılar. En zalim olanlarından bir tanesi akıl hastası oldu, bağıra bağıra zincire vurularak ölümünü bekledi.”

Çoban çocuk Mehmet, büyüdü, uzadı, yağız bir delikanlı oldu. Yalın ayak, başı açık, aç susuz, ıssız dağlarda, yalçın kayalıklarda çobanlık yapmak geride kalmıştı. Başkalarının horladığı, hakaret ettiği, dövdüğü, kovduğu zavallı çoban çocuk gitmiş; yerine Adana’ya göçüp giderek iş-güç, çoluk-çocuk sahibi Mehmet Usta gelmişti. Her şey bollaşmış, çoğalmış yoksulluktan eser kalmamıştı. Bir konu hariç!... Sebebini bilmediği bir acı, üzüntü, pişmanlık, sürekli içini kemiriyor, huzursuz ediyordu. Sanki mutluluğu; Arik Köyünün yaylalarında uçan göçmen kuşları ya da yağmur bulutları gibi savrulup gitmişti. Yağız bir delikanlı olarak köyünden çıkan çoban Mehmet; şimdi karşımda zayıf, hasta ve yaşlı bir insan olarak oturuyordu. Arka arkaya gelen musîbetler, hastalıklar, mutsuzluklar gittikçe artarak devam ediyordu. Kazandıklarının tamamı Arik Dağlarındaki mor ufuklardan, sisli yağmur bulutlarının arasından akşam güneşinin kayıp gittiği gibi kaybeden Mehmet Amcanın: “Kader beni buraya gönderdi. İş, eş, evlât, para boşmuş. Hayat boş ve yalanmış...” ifadeleri, rahmetli annesinin söylediği: “İnşallah yüzün gülmesin!” sözlerini hatırlattı ve uzun uzun düşündürdü…

[email protected]

28.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl   oktay usta yemek tarifleri