06 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Genelkurmay ‘zorunlu askerlik’te neden ısrarlı?

BUNDAN tam bir ay önce bir emekli subayın mektubu yayımlamıştım. Bu mektubun bir bölümünde aynen şu ifadeler yer alıyordu: “Türkiye’de yaklaşık 185 bin er, tamamen posta, kuaför, berber, görevli gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet veriyor. Ayrıca 32 bin asker de koruma adı altında yine kişilere hizmet veriyor. 14 bin asker de lojmanlara hizmet veriyor. TSK‘nın kendini milletin bağrında gibi gösterip, milletten uzakta, sivillerden tam bağımsız kendi lojmanı kendi mahkemesi, kendi hastanesi ve kendi hegemanyası içinde bulunması ve bütün bunları disiplin gerekçesiyle kamufle etmeye çalışması gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür.”

Türk Silahlı Kuvvetleri kapalı bir kutu. Bu bilgilerin doğru olup olmadığına karar vermek zor. Ancak bir aydır, bu bilgilerin yanlış olduğunu belirten bir açıklama da almış olmadığım için bu bilgilerin doğru olmalarını yüksek bir ihtimal olarak değerlendiriyorum.

***

“Zorunlu askerlik sürsün” diyen ve bunun terörle mücadele için elzem olduğunu iddia eden Genelkurmay’ın gerekçeleri ışığında bu rakamları yorumlayalım... Askerlikle bir ilgisi olmayan hizmetlerde çalışan asker sayısı yukarıdaki rakamları topladığımız zaman 231 bin ediyor.Örneğin Alman ordusunun şu anki toplam personel sayısı 247.000, İtalya’nın 195.000, İngiltere’nin 173.000. Avrupa’daki büyük orduların çoğunun toplam personel sayısı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarya sektörü’nde çalıştırılan personel sayısından daha az.

***

Türk Silahlı Kuvvetleri sık sık ‘asker sayısının yetersizliği’nden bahseder. Bu yetersizlik söylemi üzerinden askerin toplum üzerindeki hegemonyası pekiştirilmeye çalışılır.

Berberlik, kuaförlük gibi hizmetler diğer devlet kurumlarında maaşlı çalışanlar tarafından verilirken Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarya’ sisteminin tercih edilmesinin hiçbir mantıklı açıklaması yok. Sadece berberlik ve kuaförlük gibi ‘az riskli’ alanlarda değil şoförlük gibi daha fazla dikkat gerektiren alanlarda da angarya sisteminin tercih edildiğini görüyoruz.

20 yaşındaki çocuklara kocaman cemseler, tanklar teslim ediliyor. Muhtemelen birçok kaza ‘acemi şoförler’ yüzünden gerçekleşiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şoför ihtiyacını profesyonel elemanlarla sağlamıyor olmasının hiçbir rasyonel temeli yok. Acemiliğin neden olduğu kaza, arıza gibi durumların ekonomik profilini göz önünde bulundurursak, bu sistemin ekonomik rasyonalitesinin bile olmadığını kolaylıkla görebiliriz.

***

Toplumdaki askeri hegemonyanın merkezinde hep ‘zorunlu askerlik’ oldu, günümüzde de böyle. ‘Bedelli askerlik’in yol açtığı rahatsızlığın temel nedeni de bu hegemonyayı (belirli bir kesim için de olsa) zayıflatıcı bir etkisinin olması. Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘zorunlu askerlik’ konusundaki hassasiyetini ve ‘tek tip askerlik’ projesindeki ısrarı bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor.

Televizyon ekranlarında emekli generalleri izliyorum. Tek tip askerliği çok hevesli bir şekilde savunduklarını, “hepiniz hizaya gireceksiniz” havası içinde konuşmaktan heyecan duydukların› gözlemliyorum.

Militarizmin yarattığı hegemonyanın rantını, imkânlarını kullanıyor olmak, bu psikolojiyi açıklıyor. Bu rantın hem manevi hem maddi boyutlarının olduğu ortada. Toplumdan üstün olma psikolojisi olayın manevi boyutunu oluşturuyor, maddi boyut üzerine ise birçok yönden değerlendirme yapmak mümkün.

***

Bir ülkede askerin siyaset ve toplumsal yaşam hiyerarşisi içindeki konumuyla o ülkedeki demokrasinin gelişmişlik düzeyinin ters orantılı olması, evrensel bir sabittir.

Askerin toplumsal hiyerarşi içindeki konumunu yükseltmeyi amaçlayan ‘tek tip askerlik’ tartışması, basit bir teknik proje değil. Bu konuyla ilgili tartışmalar da sadece ‘teknik’ bağlamda ele alınabilecek tartışmalar değil. İnsanların ‘tek tip askerlik’ konusuna olan yaklaşımlarından, ülkedeki rejimle ilgili tercihlerini büyük oranda anlamak mümkün. ‘Tek tip askerlik’i coşkuyla karşılayanların büyük bir bölümünü,militarist hegemonyanın devam etmesine ve mümkünse güçlendirilmesine olumlu bakanlar oluşturuyor.

‘Tek tip askerlik’teki ana fikir, üniversite mezunlarını da diğer gençlerle eşit derecede militarizmin hegemonyası altına almak.

Bu nedenle, Genelkurmay’ın ‘tek tip’ konusundaki ısrarı, kendi içinde tutarlı bir ısrar olarak görülebilir. Askerliğin kısaltılması, bedelli askerlik, profesyonel askerlik vb. ülkenin güvenliğinin zayıflamasıyla değil sadece ve sadece askeri hegemonyanın zayıflamasıyla sonuçlanacağı açık olan projelerinin karşılaştığı yoğun direnci de bu çerçeve içinde analiz edebiliriz.

Subayların güvenlikle ilgili olmayan hizmetleri için askerlik yapılması, ne ‘ülkeye hizmet’ fikrine, ne yasalara, ne etik normlara, ne evrensel değerlere, ne de ekonomik rasyonaliteye uygun ‘Angarya’ (yani insanlar zorla çalıştırma) bir insan hakları ihlalidir ve suç niteliği taşır, angaryayı haklı gösterebilecek hiçbir mantıklı gerekçe yoktur.

Angaryanın önlenmesi, en başta hükümetin görevi. Ne olursa olsun, böyle bir hegemonik yapılanmanın var olduğu ve askerin sürekli geliştirdiği yeni projelerle konumunu sağlamlaştırmaya çalıştığı bir ülkede demokrasi kurmaya çalışmak çok kolay bir iş değil.

Oral Çalışlar / Radikal, 5.10.2010

06.10.2010


Değiştirilmesi teklif edilemez

YAKINDA Boston’da olduğum süre içinde, Türkiye üstüne bir konuşmayı dinlemeye gittim. Harvard’da akademik olarak çalışan Türklerin başlattığı böyle bir program var. Harvard’ın her konuda bitmez tükenmez seminerleri, toplantıları, konferansları arasında, onlar da, yanılmıyorsam ayda bir kere birisini Türkiye’de olanlar hakkında konuşmaya davet ediyorlar. 2010 yılının başlarında ben de çağrılmıştım. Bu gidişimde de böyle bir toplantı olduğunu öğrenince kalkıp gittim. Konferanslar zaten ilginç oluyor da, bunu ayrıca bir buluşma fırsatına dönüştürmek de mümkün. Çünkü Türkiyeliler bu toplantıları izliyor. Nitekim öyle de oldu, bazı eski dostlarla karşılaştım.

Konuşmacı, bu sıralarda yıldızının parlamakta olduğunu öğrendiğim genç bir hukukçu. Şu anda gene yollardayım ve notlarım yanımda değil ama adının Feldman olduğunu hatırlıyorum. Konusu yeni yapılan referandum ve bundan sonra olması muhtemel anayasa değişikliğiydi. Yani, genel olarak, Türkiye’nin “12 Eylül Anayasası” diye bildiğimiz o felâketten kendisini kurtarması konusuydu.

Referandum hakkında söyledikleri, bizler için yeni ya da şaşırtıcı falan değil. Türkiye’de referandumda olumlu oy kullanan ya da yurtdışında olayı izleyenlerin dediği gibi, yapılan değişikliklerin yapılmış olması çok iyi. Ama “12 Eylül Anayasası” gibi dört başı mamur bir facia sözkonusu olduğuna göre, yeterli değil. Tabii olumlu bir nokta, yapılan değişikliğin, bundan sonra yapılacak değişikliklerin önünü kesmek üzere konmuş bazı somut engellerin yok edilmesine imkân sağlıyor olması.

O nedenle biraz bilinenin tekrarı gibi olan konuşmada ve onu izleyen soru-cevap kısmında daha çok öne çıkan konu 1982 Anayasası’nın “değiştirilemez maddeler” kavramıydı. Bir “anayasa hukukçusu”nun böyle bir şeyi anlaması çok da zor. Çünkü o adamın öğrendiği disiplinin temel kurallarına göre, anayasaları insanlar yapar; anayasalar, belirli koşullarda bir toplumun içsel mutabakatlarını yansıtır. Bütün bunlarda, ister istemez, anayasaların değiştirilebilir metinler olduğu anlamına gelir.

“Değiştirilemez hükümler” tanrısallık katına özgü şeylerdir. Onun için de bir anayasa hukukçusunun alanı dışındadır. Anayasa hukukçusu, sözgelişi “Katolik Kilisesinin Dogmaları”nı tartışmaz.

Normal insanların konuşurken “dogma”, “dogmatizm” gibi kavramlara verdiği anlam, bunların, o Kilise Otoritesi dışında nasıl algılandığını da ortaya koyuyor. Kimsenin “Sen dogmatiksin” cümlesini bir iltifat olarak kabul etmesi mümkün değil artık. Hattâ Papa’nın da.

“Anayasa hukukçusu”nun alanından, öğrendiği disiplinin temel kurallarından söz ettim de, tabii bir yandan da dünya bildiğimiz dünya, bildiğimiz dünyada Papalar da var, generaller de. Her anayasa aynı değil. Mutabakat yansıtanı olduğu gibi dayatma yansıtanı da istendiği kadar az sayılmaz. Onun için konuşmacımız “Değiştirilemez madde hiç işitilmemiş bir şey değildir” dedi. Böylece Türkiye “işitilmemiş değil ama seyrek rastlananlar listesine girdi. Soranlar oldu, bunun üstüne: “Değiştirilmesi teklif edilemez madde” sözkonusu olduğunda durum nedir?

Konuşmacı, doğrusu bana kendisinin de pek duymadığını itiraf etti. Bu bizi eşine iyice ender rastlanan bir kategoriye sokuyor.

Harvard ortamında bunlar belirli bir tebessüm eşliğinde konuşuluyor. Tabii bunda da şaşılacak bir şey yok. Ne yapsın, ne desin ki adamlar?

Bir ülke, Genelkurmay Başkanı’nın devlet başkanlığında kendine böyle bir anayasa yapmışsa ya da birilerinin bu anayasayı yapmasına razı olmuşsa ya da otuz yıldır o anayasayla yaşamışsa ya da onun değiştirilmemesi için akla hayale gelmedik “demokratik-sosyalist” itirazlar üretebilmişse, dünya âlem ne yapsın?

Murat Belge / Taraf, 5.10.2010

06.10.2010


Emir erleri

BİLİYORSUNUZ, TSK’da bir zamanlar subayların “özel hizmetine” tahsis edilmiş “emir eri” (“emireri” mi yoksa?) denilen bir sınıf daha vardı. Bu uygulamayı—hangi tarihte kaldırıldığını bilmiyoru—yaşı müsait olan herkes gibi ben de hatırlıyorum. “Emir erleri” “vatan hizmetlerini”, emrine verilen subayın evinin önünde-avlusunda-bahçesinde ev halkının emirlerini yerine getirerek tamamlarlardı. Alışveriş, ev temizliği (özellikle de evin taban tahtalarının fırçalanması), çocuklara göz kulak olmak, sırasında çamaşır vs. Emirlerin lâyıkıyla yerine getirilmemesi durumunda “fizikî cezalandırma”ya tabi olmak da vardı tabii ki.

Birikim dergisinin bir sayısında Necmi Erdoğan’ın dikkat çekici bir yazısıyla karşılaştım. “Gündelikçi kadınlar, Emir Erleri ve Benzerlerine Dair ‘Aşağı sınıflar’, ‘Yüksek’ Tahayyüller” başlıklı bu yazının “emir erleri”ne ilişkin bölümünde yer alan bilgilerden bazıları şöyle: “Demokrat Parti’nin orduyla yaşadığı ilk çatışmalardan biri 1951’de emir erliğin kaldırılması girişiminde ortaya çıkmıştır. (...) Tartışmanın odağında emir erlerinin hizmetçilikte kullanılması ve emir erlerine çamaşır ve bulaşık yıkatmak, alışveriş yaptırmak, çocuk arabası dolaştırmak gibi özel işlerin yaptırılıyor olması yatmaktadır. Zamanın Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı olan Cevdet Sunay, bir insanın diğer bir insana hizmetçilik etmesinin ‘demokrasi zaviyesinden mütalaa edildiğinde’ ‘çirkin’ olabileceğini, ancak vatan aşkıyla yanıp tutuşan Türk milletinin subayın kıymetini bildiğini savunuyordu. Generale göre, ‘serdengeçti bir ruhla’ gecesini gündüzüne katarak vatan savunması için çalışan bir subay için emir ersiz bir hayat tasavvur edilemezdi ve subayın ‘geride bıraktığı ailesine hizmet edecek yardımcı bir insana ihtiyaç vardı.’ (...) Üstelik emir erleri ‘kendi ailesinde görmediği terbiyeyi subayın evinde görüyor’ ve ‘bir evlat muhabbetiyle’ besleniyordu.”

Kürşat Bumin / Yeni Şafak, 5.10.2010

06.10.2010


İlk üç madde

ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, anayasanın ilk 3 maddesine dokunulacağını söyleyince kıyamet koptu. Doğrusu bunun sebebini anlayamadım. 1961 Anayasası’yla, 1982 Anayasası’nın 2’nci ve 3’üncü maddesi aynı değil ki!

1961 Anayasası:

Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Madde 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dil Türkçedir. Başkent Ankara’dır.

1982 Anayasası:

Madde 2.- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Madde 3.- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.

***

Anayasanın ilk 3 maddesine dokunmak için illâ darbe yapmak mı gerekiyor?

***

Anayasanın Başlangıç bölümü de sorunlu. Başlangıç bölümü, sadece bir özgürlükler beyannamesi haline getirilebilir.

Nazlı Ilıcak / Sabah, 5.10.2010

06.10.2010


İlk üç madde değiştirilemez mi?

HABER TÜRK’TEN Muharrem Sarıkaya, Haşim Kılıç Beyefendi ile yaptığı görüşmenin can alıcı noktasını şu ifâdelerle naklediyor: “Bence ilk 3 maddeyi dondurmak, evrensel hukuk kurallarına uygun değil. Ben ilk 3 maddeyi donmuş maddeler olarak görmüyorum. Aksi halde Anayasa’yı dondurursunuz. Hukuk devletini, demokrasiyi, laikliği geri götüren uygulamaya geçit verilemez. Laikliği, demokrasiyi, hukuk devletini daha ileri götürecek düzenlemelere engel olmaması gerekir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi son Anayasa değişikliğini hukuk devleti yönüyle ilk 3 maddeye aykırı görmedi. İlk 3 maddeyi hayata geçiren, anlamlı kılan, ilk üç madde dışındaki maddeler. O maddeler, ilk 3 maddeye zenginlik katıyor. Buradaki değişiklikler, ilk 3 maddedeki değerleri geri götürmüyorsa, Anayasa Mahkemesi izin veriyor. Bu değerlerin içini boşaltan düzenlemelere ise izin vermiyor. İlk 3 maddeyi zenginleştiren düzenlemelerle bu maddelerin pozitif gelişmelerle değiştirilmesi mümkün.”

Söylenilebileceklerin, söylenmesi gerekenlerin yanında ummandan damla bunlar... Yine de ciddi bir merhale, cesur bir hamle. Ne var ki Başkan bir gün sonra söylediklerinin tam mânâsıyla böyle olmadığını açıklama ihtiyacı duyuyor. Bütünüyle reddetmiyor Sarıkaya’nın naklettiklerini, ilk üç maddeyi doğrudan değil, onlarla ilgili maddelerle oynayarak dolayısıyla değiştirmekten, geliştirmekten bahsediyor.

(...)

Değiştirilmesi teklif bile edilemeyenlerden ikinci madde tezâdlar yumağı. Her dimağda farklı bir şekle bürünen, her gözde farklı bir renk alan, her dilden başka bir nağme olarak dökülen Atatürk Milliyetçiliği maddenin diğer unsurları ile tezâd hâlinde.

Milletin irâdesini paslı çivilerle 1920’ilerin izbe duvarlarına çakan bu değiştirilmesi teklif bile edilemez hükmün sahibi millet bile olsa, hükmü verenlerin ekseriyeti ölüp gitti. Dedelerinin yanlışını bir nişân-ı zîşân gibi taşımaya mahkûm edilen nesillerin mahkûmiyetini bitirecek olan, hukuklarına sahip çıkmalarıdır. Terakki ve ilerlemeyi kementleyen bu hükmün yanlışlığı ortada. Çünkü beşeriyetin “en iyi” arayışı devam ediyor... İyi, dediğiniz çoktan eskidi, lime lime dökülüyor...

Giyeni çelikten bir korse gibi boğan bu eski urbaya milleti daha fazla mahkûm edemezsiniz. En azından değişiklik teklifini yasaklayamazsınız... Teklif eder, kabul ya da reddi millete bırakırsınız. Öbür türlüsü milleti esir almaktır. Bu esaret beni boğuyor, bu milletin bir mensubu olarak bu esâreti kabullenemediğimi haykırmak istiyorum. Artık yeter, bütün kararlar meşruiyetini milletin hür irâdesinden almalı, şerefsiz birkaç darbecinin zorbalığından değil.

Söylenecek çok şey var ama makalenin istiab haddini zorladım. Gerisini zihin ve ferâsetinize havale ediyorum.

Hüseyin Yılmaz / Bugün, 5.10.2010

06.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.