Bindikleri araba için, “Nereye gidiyoruz?” diye soran insanlar, yaşadıkları dünyada aynı soruyu unutmuş görünüyorlar.
Bu dünyanın yolcusu değil de, içinde ikamete memur zannediyorlar kendilerini.
Her halde kalınacak son köy olarak bakıldığında, böyle oluyor.
Burdan ötesini kabulle başlıyor sorular. Sormak yoksa, yok. Bu soruları sormaya sanki mecbur değilmişiz gibi yaşayamayız. Ayağımızın yere değdiği andan itibaren, aklımız ermeye başladığı günden itibaren bu sorular çevremizde döner durur... Susmak, geçiştirmek, bir işe yaramaz. Çünkü içimizde de vardır aynı sorular. Gece gibi, hem de koyu bir gece gibi. Dev sorular... Cevabı ışık olan bir sorudur bu...
Göz görmek için güneşe, akıl anlamak için Kur’ân güneşine muhtaç. Bu soru, ancak böyle bir güneşin aydınlığında çözümlenebilir. Ancak onun aydınlığında berraklığa kavuşabilir. Yoksa yok...
Nice zaman olmuştur, bu soruyu duyamaz olduk cins kafalardan. Iztırap, çile olmayınca böyle oluyor demek ki... Şaşıran insan, safını seçemez. Orta yerde kalakalır. Hem de bir başına... Yeter mi insan kendine? Yeter mi bir başına yaşamaya bu hayatı? Hem de kendi aklınca sadece... Nereden destek alacak, nereden yardım görecek? Akıllı ve ışıklı insanlar neredeler? İnançlı ve hür fikirli insanlar neredeler?
Kaybolan insan, çıkış için bir yol arar sorar. Kaybolduk işte bu medeniyetin, bu hızlı gidişin, bu dünyanın tam da orta yerinde. Kaybolduk işte... Kayıplar bir değil, bin değil, milyarlarca kişi...
Kimse ana soruyu sormuyor, sormaya cesaret edemiyor. Rol kesiyor herkes. Biri çıkıp sorsa, onlar da rahatlayacak belki. Herkes birbirine bakıyor, topu birbirine atıyor. Terk ediyorlar, kaçıyorlar... Sorudan ve sorulardan kaçıyorlar. Sorulardan kaçana, bu hayatın faturası daha da ağır. Sormadan bu hayat yaşanmaz, sorgulamadan yaşayamayız. Daha büyük sorular bekliyor. Malûm, birinci sorunun cevabı doğru dürüst verilmeden, ikinci soruya da geçilmiyor.
“Biz niye buradayız ve nereye gidiyoruz?”
Bu soruya klişelerin dışında bir cevap vermeye kalktığımızda, anlıyoruz işin zorluğunu. Başkasına ait değil, kendi cümlelerimizle bir cevap denemesine kalktığımızda, görelim boyumuzun kaç arşın olduğunu, alalım dersimizi...
Bu hatırayı Ali Ünal’ın bir yazısından aktaralım:
“Gerçek, kişilere göre değerlendirilmez. Doğru bilinen bir insanın yaptığı yanlış, bu insan sebebiyle doğru görülemeyeceği gibi, yanlış bir insandan sâdır olan doğru da, o insan dolayısıyla yanlış olmaz.
Cemel Savaşı öncesi biri Hazreti Ali’ye (kv) gelir ve:
‘Yâ Ali, bir yanda sen, diğer yanda Hazreti Ayşe, Hazreti Zübeyr, Hazreti Talha... Ne yapacağımı şaşırdım.’ der. Hazreti Ali (kv) şöyle cevap verir:
‘Hakkı, hakikati kişilere göre değerlendirirsen, böyle ortada kalırsın. Kişileri hakka ve hakikate göre değerlendireceksin.’”
***
Siz nereye, soru oraya... Peşinizi bırakmıyorsa sorular, iyi yoldasınız demektir... Sorular bittiğinde, siz de bittiniz. Bir gün gelecek, bu sorulara verdiğiniz cevaplar, dünyanızın şeklini değiştirecek.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Niçin buradayız?
Bu soruların cevabını Hazreti Peygamber Efendimiz (asm) bütün insanlık namına, İşâratül-İ'câz’da Hazreti Üstad’ın o nefis tesbitiyle, şöyle dile getiriyor:
“Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır.” (İşârâtül-İ'câz, 18)
İnsan bir yerde uyuyakalsa ve uyandığında gördüğü manzara yatmadan öncekinden çok farklı olsa bu soruyu sormayacak mı? “Ben nerdeyim?” demeyecek mi?
Evet, otobüse binen, arabaya binen, hatta trene, uçağa, gemiye, her neye ise, binen, mutlaka soruyor: ‘Nereye gidiyoruz? Bu araba nereye gidiyor? Bu uçak, bu gemi nereye gidiyor?’ İllâ soruluyor bu sorular, öyle değil mi?
Aynı insan, dünya uçağında nereye yol aldığını merak etmeden nasıl yaşayabiliyor? Hayret!
Yaşayamaz elbet!
Soruların sorulması lâzım. Yolcu bir durakta ne kadar kalabilir ki? Ne hancı kalıyor bu yolda üstelik, ne de yolcu... Üç gün, beş gün, on yıl, elli yıl, yüz yıl, her neyse, en fazla işte o kadar...
Nerede bizden öncekiler?
Biz nereye gidiyoruz? Biz de oraya, onların yanına, değil mi? Hem de anbean ve günbegün...
Otobüsün geleceği kesin de, yolcuların ne zaman gideceği belli değil.
Bir gün geldiğinde -o hangi gün ise- bizsiz gitmeyecek. Herkesin saatine bakıp durması başka şey, vaktin gelip geçmesi ve otobüsün gelmesi başka bir şey. Geliyor... Otobüse vadesi yetenler biniyor ve gidiyor. Herkesin başındaki bir imtihan değil mi bu? Oysa, farkında olan ve bununla ilgilenen insanların sayısı maalesef çok az. Dünyada yaşayanlar kendilerini pek yolcu gibi görmüyorlar. Kimi anlık, kimi yıllık kimi de asırlık buradaki yolcuların. Ne gelişleri ellerinde, ne de gidişleri...
Peki, bu dert, bu mesele niye bizden bugün çok uzakta duruyor? Yolcu değilmişiz gibi yaşamamızın bize ne faydası var? Yolcu olduğumuzu unutsak da ne değişiyor ki?
Dünya böyle bir yolcu gemisi işte... Doğumla bileti kesilen insan, vadesi gelene kadar bu gemide yaşamaya izinli. Bileti elinde, ama ne yazdığını, kalkışın ne zaman olduğunu bilen yok.
Onu sadece gönderen biliyor. Biletin bir tarafında geliş, diğer tarafında gidiş vakti ve saati yazılı. Ama bizim görebileceğimiz şekilde değil...
Bu geminin bazen sahile tam yanaşmadan da yolcularını boşalttığı oluyor. Bazen de şimşek hızıyla boşalıp, diğer yandan da doluyor. Öyle bir gemi ki, bunun içinde yok yok...
Yolcular günlük işlerinin ve telâşlarının peşinde. Oysa asıl soru, var olması gereken soru sorulmuyor bir türlü:
Biz niye bu gemideyiz ya da dünyadayız? Ve nereye gidiyoruz?
Evet, bu, freni patlamış bir arabanın içinde bulunan yolcuların sorduğu ya da soracağı soru değil. Dünya gemisindeyiz, yolcuyuz ve akıl almaz bir hızla hareket eden dünyanın içindeki yolcularız biz. Bu soruyu sormalıyız her halde:
Nereye gidiyoruz? Yolumuz nereye çıkacak? Elimizde ne var?
Elimiz hayat dolu... Heybemiz hayat dolu...
Acaba öyle mi?!
Kalkıyor işte bu gemi...
“Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”
- Necip Fazıl Kısakürek
***
“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 189)