Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Bir sürgün yeri



Burdur...

Binlerce yıllık bir yerleşim merkezi sakinlerinin ‘Buldur’ dediği bu şehir.

İlk defa Cilâlı Taş devrinde gelmiş insanlar buraya. Gelmişler ve kalmışlar. Onları başka gelenler takip etmiş. Her gelen kalmamış, ama kalanlar oraya kendilerince adlar vererek yerleşmişler.

Zaman içinde Asurlar, Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Selevkoslar, Persler, Makedonlar, Bergamalılar, Romalılar, Bizanslılar şehre hâkim olarak varlıklarından söz ettirmişler.

Selçuklu akıncıları, Malazgirt Zaferinden hemen sonra gelmiş bu diyara. Onlar kaleyi fethedip Müslümanların iskânına açınca, bazı Türkmen aşiretleri gelip yerleşmişler ve şehre de Tirkemiş adını vermişler.

Selçukluların dağılmasından sonra Hamidoğulları Beyliği’nin hâkimiyeti altına giren şehir, I. Murad’ın bir bölümünü satın almasıyla kısmen, Yıldırım Beyazıt’ın yaptığı seferden sonra da tamamen Osmanlıların kontrolüne geçmiş.

Önceleri Isparta’ya, sonra Konya’ya bağlanan Burdur, çok eski bir yerleşim merkezi olmasına rağmen fazla gelişmemiş, ama değerini de yitirmemiş. Osmanlı’nın inkırazı sırasında İtalyanların işgaline uğramış, Kurtuluş Savaşı’nda da kurtarılmış.

Bir ara doğrudan İstanbul’a bağlanan Burdur, il sıfatını ilk defa Cumhuriyet döneminde almış. Ne var ki bu sıfatı veren devlet adamlarından bir il ilgisi değil, sürgün yeri muamelesi görmüş.

Oraya ilk sürgün edilenlerden biri de Bediüzzaman Said Nursî olmuş.

***

Aslında ne Said Nursî sürgün edilecek bir şahsiyet, ne de Burdur sürgün yeri olacak mahrumiyet diyarı. Lâkin ülkesini bilmeyen, insanını tanımayan kişilerin başa geçtiği zamanlarda böyle nâhoş hadiseler yaşanır.

Nitekim, Cumhuriyet idarecileri de “Bâkiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim” diyerek Van’a gidip inzivaya çekilen Said Nursî’yi oradan alıp Burdur’a getirmişler.

Aşiretine yerleşecek verimli bir yer ararken, oradan geçtiği esnada burnuna güzel çiçek kokuları gelince bulunduğu yerin verimli bir arazi olduğunu anlayıp yanındaki oğluna ‘Burda dur’ diyen ve aşiretini oraya yerleştirerek şehre bu adın verilmesine vesile olduğu söylenen âmâ Türkmen beyinin yaptığı gibi, ona da ‘Burada dur’ demişler.

Onların istediği şey Said Nursî’nin, şehrin hudutlarının dışına çıkamaması, kimseyle görüşmemesi, siyasî, içtimâî, dinî fikirler beyan etmemesi ve sadece hayatiyetini devam ettirmesiymiş.

Fakat o durmamış. İlk günlerde bir otelde kalarak şehre intibak ettikten sonra Hacı Abdullah Camii’nin meşruta olarak kullanılan odasına yerleşince kendisini maddî, mânevî bir hareketliliğin içinde bulmuş.

O zamanlar Burdurlular Şark sürgünleri ile karşılaşmaya alışkın olduklarından daha ilk günden başlamışlar gelip gitmeye. Eşrafın ve esnafın yanı sıra memurlar, askerler, öğretmenler de gelince ‘Benim yanıma gelmeyin, size zarar verirler’ diyerek ikaz etmiş ama onlar ziyaretlerine devam etmişler.

Gelenlerin her birinin ayrı bir maksadı varmış. Bazısı merak ettiği meseleleri sormuş, bazısı halledemediği müşkülünün hallini dilemiş. Kimi onun nasıl bir zât olduğunu anlamaya çalışmış, kimi ilminin derinliğini, zekâsının kuvvetini ölçmeye kalkmış.

O hepsinin niyetini hissettiği, zaafını bildiği hâlde kimseyi geri çevirmemiş. Dertlilerin dertlerini dinlemiş, meraklıların meraklarını izale etmiş, sorulan soruları hayatın içinden misaller getirerek cevaplamış.

Ziyarete gelenlerin hâllerinden ve sorulan soruların muhtevasından ahâlinin içine düştüğü mânevî boşluğu hisseden Said Nursî, bu boşluğun beşerî zaafların tazyikiyle iman zafiyetine dönüştüğünü müşahede edince, camide imanî dersler vermeye başlamış.

Çoğunda münhasıran kendi ismini söyleyerek nefsine hitap ettiği ve “Eski Said ile yeni Said’in birbiriyle münâzarâ edip nefs-i emmareyi susturan ve şuhut derecesindeki hakikatleri ihtiva eden” bu derslerde gururu, enaniyeti, dünya meftuniyetini işlediği için o hâllerden muzdarip olanlar ilgiyle takip etmişler.

Bediüzzaman’ı tanıdıktan sonra sık sık yanına gelip giderek bir nev’î talebe vazifesi üstlenen Nasuhizade Mehmed, Hasan Efendi, Binbaşı Asım Bey gibi zatlar anlatılanları yazmışlar.

Derslerde âyetler, hadisler ve bazı Arapça metinler olduğu için yazdıklarını ona tashih ettirerek küçük kitapçıklar hâline getirmişler ve Bediüzzaman’ın ‘Risâle-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği’ diye tavsif edip ‘Nur’un İlk Kapısı’ adını verdiği eserin telifine vesile olmuşlar.

Bu eserin başkaları tarafından da istinsah edilmesi ve aile sohbetlerinde, bazı hususî meclislerinde okunması neticesinde kısa zamanda o havalide Said Nursî’nin adını duymayan kalmamış.

Zamanla bu alâka o kadar artmış ki, bazı yüksek rütbeli subayların ve âmirlerin yanı sıra ekserisi aşiret reisi, âlim, meşayih gibi muteber sıfatlar taşıyan Şark sürgünleri de gelip gitmeye başlamışlar.

Kendileri her türlü maddî imkâna sahipken Said Nursî’nin zahiren fakr u zaruret içinde yaşamasını kabullenemeyen bu insanların bazıları ona yardım etmek veya zekâtlarını vermek istemişler.

Fakat o, bütün ısrarlara rağmen “Gerçi param pek azdır, fakat iktisadım var. Kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim” diyerek yapılan teklifleri geri çevirmiş ve iktisadı, kanaatkârlığı sayesinde ‘nâstan istiğna’ düsturunu bozmamış.

Bu arada fırsat buldukça kırlara çıkıp tabiatı tefekkür ve temâşâ ederek ruhunu dinlendirmeyi de ihmal etmemiş. Bazı günler şehrin içinden geçen ırmağın kenarında gezerek değirmencilerle, bahçıvanlarla sohbet etmiş.

Bazen, talebesi mesabesindeki birkaç kişi ile birlikte şehrin sırtını dayadığı dağın yamaçlarına gitmiş, tepelere çıkmış ve Burdur Gölü’nü, Söğüt dağlarını seyrederek Van’a duyduğu hasret hislerini teskin etmeye çalışmış.

Kendisinin, “Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca—O vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam ispat-ı vücut etmekle mükellef oldukları halde ben ve halis talebelerim müstesna kaldık—ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim. Hükümeti tanımadım” sözleri ile de ifade ettiği gibi önceleri bu hareketlerine pek müdahale edilmemiş.

Lâkin Bediüzzaman’ın ziyaretçileri artıp dersleri kalabalıklaştıkça endişelenen vali, gerek ona saygı duyduğu, gerekse halkın tepkisinden çekindiği için fiilî bir müdahalede bulunmamış.

Meseleyi Ankara’ya bildirmeyi düşündüğü günlerde gelmiş Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Burdur’a. Vali de bu fırsatı değerlendirmek istemiş.

“Said Nursî hükümeti tanımıyor, ispat-ı vücuda gelmiyor, dinî dersler veriyor” diyerek Said Nursî’yi Paşaya şikâyet etmiş.

“Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz” demiş Fevzi Paşa da.

Ona ‘hizmet-i Kur’âniyenin kudsiyetinin söylettiği’ bu cevap üzerine Said Nursî’ye bir şey yapamayacağını anlayan vali, Ankara’yı gelişmelerden haberdar edince oradan Isparta’ya sürgün emri gelmiş.

Burdur’da yedi ay kadar kalan Bediüzzaman bir an bile boş durmamış. Şahsî ibadet, zikir ve evradının yanı sıra insanlarla sohbet etmiş, camilerde dersler vermiş, eserler yazmış, talebeler yetiştirmiş ve Isparta’ya giderken ardında pek çok nuranî izler bırakmış.

Böylece bir sürgün yeri olan Burdur, Nur Menzili hâline gelmiş.

***

Nur menzillerini gezmeye başladığımızda, yolumuzun sürgün yerlerinden de geçeceğini biliyorduk. Hatta buna hazırlıklıydık ama bu hazırlık zorluk çekme değil, sefa sürme hazırlığıydı.

Zira Said Nursî ve saff-ı evvel sıfatlı Nur Talebeleri oralarda ağır sürgün şartlarının bütün zorluklarını yaşamalarına rağmen insanlar üzerinde müsbet tesirler bırakarak muteber bir hizmet zemini teşekkül ettirmişlerdi.

Nitekim, Bediüzzaman’a reva görülen sürgün şartlarını kısmen de olsa yaşama hevesine kapılıp Antalya, Bucak güzergâhını takip ederek Burdur’a geldiğimizde mahallin Nur müdebbirleri bizi şehrin girişinde karşıladılar.

Yol boyu sürgün şartlarını konuştuğumuz için hislerimizi o hâllere biraz fazla kaptırdığımızdan olsa gerek, daha hoşâmedî faslı bitmeden arkadaşları harekete geçirmeye çalıştık.

“Bizi, Üstadın ilk geldiği gün kaldığı tahmin edilen otele götürün” dedik.

“O sadece bir tahmin” dediler.

“Madem öyle, daha sonra kiralayarak bir süre kaldığı rivayet edilen eve gidelim” deyince onun da bir rivayetten ibaret olduğunu söylediler.

O esnada dikkatle bize bakan arkadaşlar, hâl ve hareketlerimizde “Burdur’a boşuna geldik galiba” der gibi tavırlar sezmiş olmalılar ki, önceden tasarladıkları anlaşılan ağırlama plânını değiştirdiler ve bizi alıp Hacı Abdullah Camii’ne götürdüler.

Mekâna hakim ve ufku geniş bir mevkideydi cami. Mabedin bânisi, bahçeye diktirdiği ağaçların bile görüş mesafesini kapatmamasına dikkat ederken, etraftaki yüksek binalardan, müteahhitlerin o hassasiyeti taşımadıkları anlaşılıyordu, ama yine de caminin bütün cepheleri farklı manzaralara münazırdı.

Biz, Üstadın bir ara orada ikamet ettiğini bilmenin işgüzarlığıyla şehri temâşâyı sonraya bırakıp camiye girmeye hazırlanırken, onlar meşruta tarafına doğru dönünce durduk ve mihmandara uymamanın mahcubiyetiyle onları takip ettik.

Az sonra, mimarî açıdan cami ile pek mütenasip olmayan küçük bir yapının önünde durduk. Burdurlu arkadaşlar kapıyı açıp kenara çekilerek bizi içeri dâvet ettiklerinde, odaya ancak bizim sığabileceğimizi düşünmüştük, ama bizden kalabalık olmalarına rağmen onlar da girdiler ve kendilerine yer bulmakta pek zorluk çekmediler.

“İşte burası Burdur’un bilinen yegâne Nur Menzili” dediler.

Bizim, “Nasıl olur?” kabilinden hareketlerle hayretimizi ifade etmemize fırsat kalmadan, Üstadın kaldığı bu odanın yıllarca caminin ardiyesi olarak kullanıldığını, bir süre önce kendilerinin cami derneği ile işbirliği yaparak tamir ve tefriş edip sohbet mekânı hâline getirdiklerini, haftanın muayyen günlerinde de gelip ders yaptıklarını anlattılar.

Zaten duvarların sıvalı, boyalı, eşyaların yeni olmasından, odanın yakın zamanda tamir ve tefriş edildiği belli idi. Bu iş yapılırken aslının korumasına gayret edilmemişse de tefrişatın, kullanılış mânâsına münasip olmasına itina gösterilmişti.

Biz leziz ikramlardan nasiplenirken, onlar önce Burdur’un Nur Menzili oluş macerasını anlatıp odanın kitaplığından Nurun İlk Kapısı’nı alarak Sekizinci Ders’i okudular. Ardından da Üstadın tenezzüh menzili olarak kullandığı tahmin edilen dere boyunu, göle bakan yamaçları, tepeleri gezdirdiler.

Artık sıra şehir hakkında umumî bir malûmat sahibi olmaya gelmişti. Onlarla birlikte İnsuyu mağarasını, Ulucami, Eskiyeni, Lalabalaban, Divanbaba, Manastır, Şeyh Sinan, Taşdemir, Saden, Karahisar, Hecin, Selimoğlu camilerini gezip şehrin şiârı sayılan Saat Kulesi’ni gördük.

Günün kalan kısmında askerlik hatıralarını tazeleyip bazı dostları ziyaret ettik. Akşam da umumî derse katıldık ve yeni yapılan çok amaçlı modern hizmet binasında konakladık.

Böylece, Burdur’un mahallî hizmet merhalelerini müşahede edip şehrin hey’et-i umumisi hakkında malûmat sahibi olduktan sonra, bir başka sürgün diyarına doğru yola koyulduk.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“Sarı Kurdele”ye devam!



Özel televizyonların nasıl bir erozyon içinde olduğu üzerine yıllardır yazan insanlardan biri olarak son zamanlarda iyiden iyiye ümidi kesmiştim doğrusu gidişattan… Hani doktor hastayı muayene etmiş de; “- Ne yersen ye!” demiş ya… Öyle…

Çünkü… Öncelikle mevcut programlardan şikâyet etmeyen yoktu ama söz konusu “berbat” programlar hep “en çok izlenen” listesindeydi… Ortada ciddî bir ikiyüzlülük vardı… O zaman da çözüm çok zorlaşıyordu…

Öte yandan… Mevcut programların, yürürlükteki basit kararnamelere göre, düzenlemelere göre bile sınırı aşan görüntülerine çekidüzen verecek RTÜK gibi kurumu varken, ciddî bir “ses” de “görüntü” de çıkmayışına anlam veremiyordum… Ya da çok iyi anlam veriyordum da… Onun için bırakmıştım ipin ucunu… Eleştirmek bile gelmiyordu içimden… Boşa kürek çekiyor olmamak için!

Bir ümitsizlik değildi bu durum… Sadece halkımıza olan itimadımın giderek sarsılmasıyla yetkili makamlardakilerin, “oldukları gibi görünmek-göründükleri gibi olmak” noktasındaki tezatlarındandı…

Neyse… Sonunda azımsanmayacak bir adım atıldı bu olumsuzluk alanında… Sabah’ın Günaydın ekinde televizyon eleştirileri yazan Yüksel Aytuğ’un başlattığı “Sarı Kurdele” kampanyasına olumlu tepkiler alındı kısa sayılacak sürede ve ekranlarda gördüğümde “insidon”a başvurmama sebep olan kimi görüntüler –en azından şimdilik- ekranlardan uzaklaştırıldı…

“Reyting” canavarına teslim olmuş televizyon yöneticileri ve onların yarattığı (?) “anahtar deliği gözleyicileri” bir açık kapı bulmaya mutlaka çalışacaklardır ama olsun… Şimdilik “sarı kurdele” kampanyasıyla bir başarı elde edilmiş oldu… Olumsuzluk geri püskürtülmüş sayılmasa da atılan adım küçümsenemez… Yüksel Aytuğ’un bu noktadaki rolü de… İlk özel televizyonumuz olduğu günden beri bu konuda yazan biri olarak teşekkürler ediyorum sevgili meslektaşıma…

Önceki gün sütununda; “...Ve sonunda başardınız” diyen Altuğ; “Bir küçücük sarı kurdelenin nelere kadir olduğunu gördünüz mü? 21 Kasım Dünya Televizyon Günü’nde başlattığımız Sarı Kurdele Kampanyası 8 günde amacına ulaştı. Sabah kuşaklarındaki ekran kirlenmesine yol açan görüntüler, hem RTÜK’ün uyarısı hem de kanal yöneticileri ile program yapımcılarının iyi niyetiyle ortadan kalktı.” dedikten sonra şu önemli uyarıyı da yapıyordu: “Televizyonumuzun dertleri çözmekle bitecek gibi değil. Başta kanalların sağduyulu yöneticileri, yapımcıları, sunucuları olmak üzere kampanyamızın duyulup, etkin hale gelmesinde önemli rol üstlenen TV ve radyo programcıları, köşe yazarları, halkın isyanına kayıtsız kalmayan RTÜK yöneticileri, çizdiği muhteşem logo ile kampanyamızın simgesini yaratan karikatür san’atçısı sevgili dostum Nurettin İkizler (Nuik) ve en önemlisi bize 8 gün boyunca gönül desteği veren mümtaz Türk halkı olmak üzere herkese minnettarım. Antenlerinize iliştirdiğiniz her sarı kurdele, balkon demirine astığınız her sarı bayrak, televizyonların ıslâh edilmesi adına sessiz çığlığımızın ses telleri oldu... 21 Kasım’da sizlere ‘Var mısınız?’ diye sormuştum. Varmışsınız. Varolun!..”

“Sarı kurdele” elbette bir simge… Bundan sonrasında beklenen, “beyaz” ekranlarımızın “kirli” renklerle lekelendirilmemesi… Hiçbir gerekçeyle hem de!

“TGRT”... “ti-ci-ar-ti” derken!

TGRT ismiyle yayın hayatına başlayan televizyon kanalının ilk günlerini eminim ki çoğunuz hatırlıyorsunuz… Müziğe ve müzik âletine geçit vermeyen velî dizileri, mucizesi bol filmler, vaazı sık bir ekrandı ilk günlerinde TGRT… O ilk günlerin heyecanı içinde, bileziklerini bağışlayan başörtülü hanımların “feda olsun” haberleri hem kardeş gazetede manşetlere çıkıyordu hem de TGRT haberlerinde yer bulabiliyordu…

Sonra yavaştan yavaştan değişimler yaşanmaya başladı… İstişare toplantılarından birinde, yaptığı bir muzırlık sebebiyle özel bir televizyon kanalından kovulan merhum Öztürk Serengil’in artık TGRT’de olduğu müjdesi (?) verilmişti de… Bir tek ben kalkıp; “Bu gidiş nereye?” diye sormuştum… (Bir daha da o toplantılara çağırılmadım.)

O gidişin ilk keskin dönemecinde o günlerde ünlülükleri bıçak sırtında olan; Seda Sayan, Sibel Can ve Gülben Ergen gibi isimlerin toplumun daha geniş kesimlerince tanınıp sevilmeleri TGRT ekranlarında sağlandı… Sonrası malûm… O isimler daha da ünlendikçe TGRT’den ayrıldılar… Bir tanesi “ihlâslı” 50 personelden fazlasının aldığı parayı alıyordu o zamanlar… Başka kanallarda başlarından aşağı “özel çikolata ve çiçek” döken patronlar olmadı elbette ama… Bahsettiğim isimler yine de başka kanallarda sürdürdüler parlattıkları kariyerlerini!

Ve gün geldi; “Biz bundan böyle TGRT değiliz… Bize Tİ-Cİ-AR-Tİ deyin…” açıklaması yapıldı ilgili yönetimden… Ticarî sıkıntılar birbirini izledi… Başlangıç günlerinde altınlarını bağışlayanlarla, “Bize Tİ-Cİ-AR-Tİ deyin!” diyen başlangıcın TGRT’si arasındaki uçurum çok büyüktü…

Ve bir gün daha geldi… Son yıllarda birçok kuruluşa satıldığı haberleri gelen televizyonun, Amerikalı medya devi Rupert Murdoch tarafından satın alındığı haberi açıklandı.

TGRT’nin Amerikalı yöneticisi Dawid Reid, Klâs Magazin Dergisi’ne konuşmuş yeni dönemle ilgili olarak… Meselâ, “TGRT’yi ne gibi değişiklikler bekliyor, örneğin isim değişecek mi?” sorusuna; “Değişecek ama henüz ne isim koyacağımızı belirlemedik. İstanbullu izleyicinin titreşimlerini gözlemleyeceğiz. Titreşim derken insanların nelerden zevk aldığını kastediyorum. Onlardan esinlenerek, onların zevklerine hitap eden değişiklikler yapmayı düşünüyoruz. İnsanlar aileleri ve dostlarıyla gülmek, eğlenmek istiyor. Eğlence programlarındaki insanların ifade ve davranışları insanları güldürüyor. Entertainment dediğimiz eğlence konseptinde programlara ağırlık vereceğiz. Ama gerçekçi ve doğru haber verme imkânlarının göz ardı etmeyeceğiz” demiş Reid…

Söz konusu isim değişikliğinin ne zaman yapılacağı sorusuna da; “Çok önemli değişiklikler yapmayı planladığımız 2007 Mayıs ayında bu değişikliği yapmayı umut ediyoruz. O zamana dek pek çok şeyi de yoluna koymuş olacağız.” cevabını vermiş.

Reid’in; “Türkiye’de bulunduğunuz süre içinde Türk TV’lerinde sizi neler şaşırttı?” sorusuna verdiği cevap da önemli: “Meselâ ABD’de programlar kesinlikle saat başı başlar. İtiraf edeyim ki Türkiye’ye gelmeden önce Thomas Jefferson’un dediği gibi programlar saat başı başlamalı diye düşünürdüm ama İstanbul’da geçirdiğim zaman zarfında Türklerin, Amerikalılar gibi saate bağlı yaşamadığını gördüm. Sizler zamanın geçmesini hazine gibi görüyorsunuz ve sevdiklerinizle vakit geçirmek saatin tik-taklarından çok daha önemli. Bir de Türkiye’ye gelmeden önce her şey çok daha basit görünüyordu. Burada işleri çok daha kolaylıkla halledebileceğimizi düşünmüştüm ama öyle olmadı.”

Nereden nereye, değil mi?

Özel televizyonlar kurulurken, birileri de “Hilal TV” kurma gayretinde iken neler olduydu, niye “Hilal TV” kurulamadıydı sorularına cevap olarak derlediğim “Hilal’i Beklerken” isimli kitabımı elime aldım… Şöyle bir hafıza tazeledim de…

Gördüm ki… Mevcut durumları protesto etmek, yola getirmek için “sarı kurdele” tamam ama… Galiba “sağ” yakalara da birer “siyah kurdele” lâzım! En azından…

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Papa’nın hatırlattıkları...



Evlâd-ı fatihan…

Papanın ülkemizi ziyareti dış basında farklı haberlere de konu oldu.

Bu haberlerden bir tanesini ve hatırlattıklarını paylaşmak isterim…

Los Angeles Times tarafından yayınlanan bir haberin konusu, Vatikan’ın Roma’daki yüksek okullarında lisans üstü öğrenimini gören Türk öğrencilerdi…

Gazete, başörtülü master öğrencisi Zeynep Özbek için “Buradaki tecrübesinin ironisi şudur: Devletin katı laiklik politikasını uygulayan Türk üniversiteleri, başı örtülü olarak derse katılmasına izin vermezdi” diye yazdı. Zeynep Özbek ise, Hıristiyanlığın zenginliğini öğrenmenin kendi dindarlığını güçlendirdiğini belirtti. (Yeni Asya, 1 Aralık 2006)

Haberi okuduğumda, zihnimde on yıl öncesindeki bir sahne canlandı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi rektörlüğünü yapacak olan Kemal Alemdaroğlu’nun Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Cerrahi Bölüm Başkanlığını yaptığı yıllar.. Öğrencilere, hatta kimi öğretim görevlilerine “Alemi dar eden” uygulamalar. Kampus içindeki öğrencilerin düzenlediği uygulama aleyhindeki imza kampanyaları… Onuncu yıl marşının “Ne oluyoruz ya?” dedirtecek kadar her fırsatta söylendiği o kara dönem…

İşte o yıllarda yaptığım bir yolculukta, koltuk komşum Cerrahpaşa Tıp Fakültesini son sınıftan terk etmek zorunda kaldığını öğrendiğim güzel gözlerinden zekâ fışkıran bir genç hanımdı… Yapılanlardan çok üzgündü, kesinlikle başını açmayacağı için alternatif eğitim yolları arıyordu. “Peki alternatiflerin neler?” diye sorduğumda yeni yaşadığı ilginç bir deneyimi paylaştı benimle ve kararını açıkladı.

Yurt dışındaki eğitim imkânları için pek çok üniversiteye başvurmuştu. Özellikle birisinden gelen cevap onu sevindirmiş, ümitlendirmişti. Avusturya’dan Katolik Kilisesi yetkililerinden “İnancından dolayı” eğitim hakkı elinden alındığı için kapılarının sonuna kadar açık olduğunu, burs ve kalacak yer temin edeceklerini, ancak İngilizce’nin yetmediğini, Almanca da öğrenmesi gerektiğini ifade eden bir mektup almıştı. Almanca öğrenmesi için de kendisine yardım edeceklerdi… Başvurularına aynı cevabı alan birkaç arkadaşıyla birlikte yolculuk hazırlıklarına başlama kararı almıştı ve ailesi de bu kararı onaylamıştı…

Burada bitirmelerine izin vermedikleri bölümleri, orada sil baştan yeniden okumayı göze alarak gideceklerdi...

Onların açtığı yolda hâlâ canlı bir akış söz konusu… “Evlâd-ı fatihan” başka bir tarzda Avrupa içlerine yayılarak gönülleri yine fethetmekte…

Siz önce kendinizi eleştirin...

Bu da yıllar önce dinleyici olarak katıldığım panelden unutulmaz bir sahne… Yurt dışındaki gurbetçi Türklerin topluma entegrasyonu ile ilgili panelde konuşmacılardan bir tanesi de Almanya’dan gelen bir rahipti. Halkın tamamen tüketim merkezli yaşadığını, Pazar ayinlerinde kiliselerin bomboş, alış veriş ve eğlence merkezlerinin ise tıklım tıklım olduğunu, fuhuş, uyuşturucu, cinayet olaylarının önünü alamadıklarını, bu ortak felâkette Allah’a inanan tüm insanların beraber hareket etmesi gerektiğini anlattı.

Soru cevap bölümünde, dinleyicilerden bir bey rahibe sinirli bir şekilde şu soruyu sordu: “Almanya’daki Türklerin dini eğitimi için daha fazla haklar vermelisiniz, vermiyorsunuz. Hem engelliyorsunuz, hem de ortak hareketten bahsediyorsunuz?..”

Rahibin verdiği cevap ibretliydi: “Almanya’da tüm konularda olduğu gibi eğitimde de özgürlük var. Siz önce kendi ülkenizdeki vatandaşlarınızın eğitim haklarını koruyun. Başörtüsü ve ruhban okulu konusundaki tavrınızın farkında olmadığımızı mı sanıyorsunuz?...”

Derin bir sessizlik…

Eyüp Sultan’ın sırrı...

Her ailenin tarihinde nesilden nesile aktarılan hikâyecikler vardır ya… Bu da onlardan bir tanesi işte…

İstanbul, Peygamberimizin (asm) hadisinde geçen adıyla “Konstantiniyye” Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin (müessif 6-7 Eylül 1960 olaylarına kadar) yoğun olarak yaşadıkları bir şehir. O dönemdeki yağma olaylarından sonra çoğu kalan malını mülkünü yok pahasına satarak ülkemizi ve İstanbul’u terk etmiş… Ve eski İstanbulluların dediğine göre de o tarihten sonra İstanbul’un tadı tuzu kalmamış, sosyal hayatında hep eksik bir yan hissedilmiş…

Yenikapı, İstanbul’da 1960’lı yıllara kadar Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerden bir tanesi. Rumlar çoğunlukla temiz, titiz ve dinlerine gönülden bağlı olan insanlar…

Rahmetli babaannem Rumların bayramında komşularının bayramını tebrik eder, Kurban ve Ramazan Bayramlarında da onlar babaannemin bayramını kutlarlar ve birbirlerine uygun hediyeler ikram ederlerdi…

Babaanneciğimin tebessümle anlattığı bir hatırası, (sonradan 6-7 Eylül olaylarından dolayı olduğunu öğrendiğim) artık göç etmiş Rum komşusuyla ilgiliydi: Çocuğu olmadığı için çok üzgün olan Rum komşunun denemediği çare kalmamış… Bir gün sohbet sırasında bu derdini babaanneme anlatınca, o da Eyüp Sultan’ı tavsiye etmiş. Ancak boy abdesti alacak ve babaannemin yaptığı duâları tekrar edecek… Eğer kabul ederse birlikte gidecekler… Teklif kabul edilmiş, boy abdesti tarif edilmiş ve duâlı Eyüp Sultan ziyareti gerçekleştirilmiş.

Bir zaman sonra da aileye sevimli bir bebek katılmış…

Rum komşu, bunun sırrının Eyüp Sultan Hazretlerinde olduğunu sevinerek sık sık yad edermiş…

İşte hangi dinden olursa olsun kadınların Allah’a olan bağlılığına ilginç bir misal değil mi?

Müessif 6-7 Eylül olaylarında, babaannem ve dedemin tanıdıkları birkaç Rum komşularını evlerinde ailecek korudukları ve onları kapıya gelen yağmacılara teslim etmedikleri de ayrı bir aile hikâyeciğinin konusu…

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Plato



Plato, genelin içinde parçaları ve sınırları olan, bütünlüğü ifade eden bir yapıdır. Yükseği hatırlatır. Ortak üst paydayı temsil eder. Etrafını su kaynakları ile sınırlayan bir birleşik alandır.

Düşüncenin vahasıdır. Çevreyi daha farklı yorumlamak için iyi bir gözlem noktasıdır. Ufka yakın dorukların serinlendiği geçiştir. Kendi içinde bütün, bir başka yapı ile bitişik ve parça olma konumuna geçen büyük resmin ayrıcalıklı karesidir.

Yamaçtan bakıp, düzlemi keşfetme sinyalleri verir plato. Bulunduğunuz kesitin farkını okutur. Kimyanızı diğer âlemlerin ve âdemlerin arazideki konumları ile yani uygulamadaki gerçeklikle değerlendirmenizi salık verir.

Tümseklerin tarlada sıkıştırılmış, kenarda etkisizleştirilmiş hali ile verimli toprağın meyve vermeye müheyya niyetini ve potansiyelini bir anda görürsünüz. Gölgelik ağaçların her zaman yeşil ve yolcu bekleyen misafirperverliği ile çırpısı yola düşmüş dikenli ağaçların yolcuyu rahatsız eden mirasını bir anda muhayyilenizde canlandırırsınız.

Plato, böylesi anlamlandırmanın, lirik düşünmenin, keyifli hayal kurmanın, atmosferle kucaklaşmanın ve seyirlik hazların doyumsuz sevkiyâtıdır; Âlemimize, çevremize, fidanlıklara, yemişlere ve ermişlere...

Kimse durduramaz gün batımının mehtaba teslim edeceği mutluluk sancağını... Kimse daha fazlasını temaşa etmeyi kurgulayamaz, gök kuşağının ebem efendisini...

Her şey kendi tabiatında ötekine hemhâldir. Eşya, bir varlığın şuurluya hizmet aracıdır. Çevre, bir armoninin güzel kokularıyla bezenmiş güldestesidir.

Hava ılıktır, esintilidir, serindir, derindir, sıcaktır, hafif dokunaklıdır ve buz gibi saran soğukluğun dirilten zevkidir. Her dem iklimle koyulaşır benlerimiz. Her ânı müstesnadır platonun.

Durgun duruşun, sessiz varışın ve sükûnet âbidesinin dikildiği anlarda, iç kıpırtılar ve döllenmeler yaşanıyordur karanlık toprağın kucağında. Umutlar, yeşermeyi bekleyen teyakkuz halinde nefes tutan sorumluluklarının maraton öncesi derunîliklerinin titreşim halkalarında yaşamaktadır.

Platoda hayat, trafikten uzak, menfîlikten azade, olumlu yaşamanın bütün zevk-ü safasına kalbi bir niyazla talipli yüksek ruhların mekânı gibidir. Burada olan yukarıdan görür, yukarılara dalar ve yukarıdan beslenen ulvî heyecanların emanetinde olur.

Kirletilmiş çevre burada ıskalanır. Kuddüs ismi, kargaların görev ve sorumluluğu ile tanzifat memurlarını işbaşında tutar. Grevsiz, lokavtsız ve minnetsiz bir vazife titizliğiyle…

Hepimizin bir platosu olmalı. İç mekânımızın uzuvları buradan âlemi seyretmeli. Kendi özelindeki platosunu hayatın içine taşımalı. Coğrafyanın bu farklılığı beraberliğe taşıyan platosunu, kendi coğrafyasının dili ile okumalı.

Dağları, bayırları, çimenleri, dereleri seyrettiği gibi, kendi tümseklerinin izin vermeyen handikaplarını, beyninin urlaşan dağlarını ve içinden suyun akmadığı kurumuş derelerini sulandıracak, hayat verecek ve cennetten bir seyirlik yapacak şekilde iç dışa, dış içe simetrik huzur formülünde buluşturulmalı.

Dereler gönül okyanusuna aktıkça, bereler başa tâç olacak bir temsilin asaletini sağladıkça, yaralar sarıldıkça, kavramlar anlam kazandıkça, platonun sakinleri sükûnetin huşu ile ferahlatan vicdânî niyazını meleklerle paylaşmaya hazırdırlar.

Meleklerle kucaklaşan ahval, halleşmenin tefekkürü ve tasavvufî süzülmüşlüğün safiyetinde şükür basamaklarında evc-i âlânın meskûnudur artık.

Lezzetin tarif edilemediği, tadın anlatılamadığı, damak zevkinin tercüme edilemediği bir haldir bu. Kalbin hüşyarken ifadelendiremediği bir mânevî platodur bu.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Boşanmalar artarak devam ediyor



Bilmem farkında mısınız, ülkemizde boşanmalar, ayrılmalar aldı başını gidiyor. Ailevî sürtüşmeler, kavgalar gün geçtikçe artıyor, çözülemeyen problemler, zamanında halledilmeyen küçük meseleler gittikçe büyüyerek kronikleşiyor ve eşler çareyi ayrılmakta buluyor. Boşanma dâvâları arttıkça artıyor, mevcut aile mahkemelerine yenileri eklendiği halde, ihtiyaca kâfî gelmiyor.

Daha yeni evlenen ve hayatının baharındaki gençlerden tutun, artık ömrünün âhir kısmını yaşamakta olan, yıllarca bir yastıkta hayat geçiren yaşlı çiftlere varıncaya kadar her yaştan, her meslek grubundan insanlar geçimsizliğin çaresini hemencecik ayrılmakta buluyorlar. Aile mahkemelerinin önündeki kadınlı, erkekli insan kuyrukları bunu gösteriyor.

Türk aile yapısı nasıl ve neden bu hale geldi? Din adamlarımız, eğitimcilerimiz, sosyologlarımız, ilgili bakanlık bu konuda ne düşünüyor? Ülkenin geleceği için hiç de iyi sinyaller vermeyen bu tehlikeli gidiş ile alâkalı çözüme yönelik bir çalışmaları, bir tedbirleri var mı bilemiyorum.

Aslında belirli bazı kişi ve kurumdan öteye aklı başında her insanın, hepimizin bu duruma kafa yorması gerekiyor diye düşünüyorum. Gerçekten ne oldu bu insanlara? Ne oldu bu insanlara ki, her insanın bu dünyada bir nevî hususî Cenneti sayılan yuvalarını hemencecik yıkıyorlar? Bir hadis-i şerife göre, helâl bir iş olduğu halde Allah’ın en sevmediği iş boşanmadır. Evet ne oldu bu insanlara ki, Yüce Allah’ın hoş görmediği, sevmediği böyle bir çareye baş vuruyorlar?

Görünen şu ki, toplumdaki yozlaşma ve ahlâkî çöküntüden en fazla etkilenen, en çok bedel ödeyen kurumların başında aile kurumu geliyor. Manevî havanın bozulması, dinî değerlerin erozyona uğraması öncelikle aileleri tahrip ediyor.

Günah ve haramların bombardımanı altındaki ailelerin, buna karşı direnme ve mukavemet edebilme gücü, tek ve yegâne kaynağı dinî değerlerdir. Dinî değerlerin yeterince yaşanmadığı, hayata geçirilemediği toplumlarda ve dolayısıyla ailelerde, karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü ve muhabbet duyguları yaşanmıyor. Aile fertlerini birbirine bağlayan, birbirine kenetleyen bu nezih ve güzel duyguların yerini enaniyet, kıskançlık, bencillik gibi çirkin hasletler alıyor. Ve sonrasında sürtüşmeler, kavgalar ve daha sonra da ayrılmalar, boşanmalar...

Boşanmalardaki bir diğer sebep de, insanlarımızın dünyevîleşmesi... Manevî değerlerden uzak bir yaşantıdan sonra, bu asrın insanı, huzur ve saadeti, madde dediğimiz dünyalık eşyalarda aramaya yöneldi. Daha çok yeme-içme, daha çok gezip-tozma, daha pahalı giyinme gibi depdebeli, lüks bir hayatın arkasından koşmaya başladı. Enteresandır, böyle şatafatlı bir hayatı elde edenler de, edemeyenler de, özledikleri veya hayal ettikleri huzur ve mutluluğu bulamadılar maalesef.

Kadın da, erkek de, huzur ve mutluluğu birbirinden ayrı, ailenin sıcak çatısının uzağındaki mekânlarda aramaya başladılar. Bir çok çift için, ev, sırf bir otel veya öylesine uğranılan bir mekân oldu artık. Ailenin sıcak ortamında bir araya gelip yemek yemek, çay içmek, tatlı sohbetlerde bulunmak, sevinçleri ve mutlulukları paylaşmak, varsa problemleri çözmeye yönelik fikir teâtilerinde bulunmak, birbirinin gam ve kederlerine ortak olmak, fuzûlî, gereksiz meşgalelerden sayıldı bazı eşler için.

Bir insan kendi hür iradesiyle, bilerek ve isteyerek eş olarak seçtiği hayat arkadaşından bu derece uzak, bu kadar kayıtsız ve umursamaz bir hayat tarzını tercih eder, yalnızca kendi hayatını yaşamayı alışkanlık haline getirirse, böyle bir birlikteliğin hiçbir anlamının olmadığını, daha doğrusu bu çeşit bir evliliğin, samîmî bir eş olmanın çok ötesinde, fuzulî ve tekellüflü bir beraberlik olduğunu söylemeye bilmiyorum gerek var mı?

Ülkemizde boşanmaların çok çeşitli sebepleri var. Bunların hepsine böyle bir yazıda girip, sebep, sonuç ve çarelerini ifade edebilmek elbette imkânsız.

Görebildiğimiz kadarıyla sebebi ne olursa olsun Türk aile yapısı çatırdıyor... Geçimsizlikler, sürtüşmeler, kavgalar ve bunların bir sonucu olarak ayrılmalar ve boşanmalar, her gün artarak devam ediyor. Bu menfî ve tehlikeli durumun çok çeşitli sebepleri olsa da, görebildiğim kadarıyla manevî değerlerden uzaklaşma ile beraber, toplumun ve ailelerin maruz kaldığı ahlâkî çöküntü boşanmaların en önemli bir sebebidir.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaza ne kadar önem veriyoruz?



İnsanlar önem verdikleri, sevdikleri şeylere canla başla sarılır, önceliği ona verir, onu baş üstünde tutarlar.

Böyle çok şeyler vardır insanın hayatında.

Hiç şüphesiz imandan sonra en çok önem verilmesi gereken hususların başında namaz gelir. Çünkü Allah ona önem vermiştir, Resûlü (asm) ona önem vermiştir.

Namaza sımsıkı sarılmak için bu yetmez mi insana?

Eğer değer ve önem verme söz konusuysa en çok değer ve önem verilmesi gereken hususların başında namaz gelir. “İmandan sonra en yüksek hakikat namaz” değil midir?

Her şeyin bir gaye ve maksatla yaratıldığı ve aksatmadan, harıl harıl görevlerini yaptıkları bir dünyada insanın kendini başıboş ve sorumsuz görmesi kabul edilebilir mi?

İğnenin dikmek, bıçağın kesmek, meyvenin yenilmek için olduğunu bildiğimiz halde her şey emrine ve hizmetine verilen insanın yaratılış maksadının ne olduğunu bizzat Yaratıcımız bildiriyor: “Ben insanları da, cinleri de bana ibadet etsinler diye yarattım.”1

İbadet, Allah’ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak olduğuna göre bunların başında da namaz gelir.

Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre, İslâm binasının beş ana sütunundan biri namazdır.2

Namaz dünyada ruh ve kalbin gıdası, aklın teneffüsüdür.

Namaz en karanlık gecelerden daha karanlık olan kabirde ışıktır.

Namaz Sırat köprüsünde buraktır.

Evet, önümüzde kıldan ince kılıçtan keskin elli bin senelik bir Sırat köprüsü var.

Peki o köprü otoban gibi nasıl genişliyecek ve nasıl bir araca binmeliyiz ki bu uzun yolu kısa zamanda uçup gidebilelim?

İşte bu araç namazdır. Namaz o elli bin senelik yolu bir günde katettirecek derecede hızlı giden bir burak, yani bir araç olacaktır.

İnsan için bundan daha önemli bir mesele ne olabilir?

Hiçbir sebep olmasa bile bizi yoktan var eden, bir taş, bir bitki, bir hayvan olarak değil de insan olarak yaratıp en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatan, sayısız nimet ve rızıklarla besleyip büyüten Rabbimizin huzuruna namaz kılma gibi ulvî bir kulluk için nasıl canla başla, zevkle koşmayız?

Dipnotlar:

1. Zariyat Sûresi: 56.

2. Buharî, İman: 2; Müslim, İman, 1-2.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâmda çalışma ve üretim ahlâkı



İlim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmek için gönderilen insan, yeryüzünün halifesi. Toprak, bitki, hayvanlar dahil, tüm varlıkların tasarrufu insana verilmiş. Dolayısıyla bu tasarruf, ancak İlâhî hakikatler çerçevesinde olmalı. Müslüman, kâinatı anlamak, tefekkür etmek için çabalar. Sonsuz mutluluk yurdunu kazanabilmesi için dünya ona bir tarla gibi sunulmuş. Bundandır ki, kalp ve mide dairesi, çalışması için ayrılmaz bir denge unsuru olarak takdim edilir.

Öte yandan insanın, insâniyet şeref ve izzetine yakışır şekilde yaşaması istenir; asla sefâletine razı olunmaz. Bu, Kur’ân’ın yüksek prensipleriyle temin edilir. Ki, İslâmiyet, “insaniyet-i kübrâ” (en büyük insanlık) şeklinde tanımlanır. Dolayısıyla hayatın bütün safhalarında tüketimi, “aslî ve zarûrî ihtiyaçları”, akıl ve mantık çerçevesinde karşılaması icap eder. Bununla ilgili direkt âyetlerin yanında dolaylı olarak da pek çok teşvik vardır: “De ki: Çalışın; Allah da, Resûlü de, mü’minler de sizin yaptıklarınızı görecektir. Sonra da görünür görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna döndürülürsünüz ve O size işleyip durduklarınızın ne olduğunu bildirir.”1

İnsanın imtihanı başarıyla vermesi için çalışması gerekir. Çünkü, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”2 Bu âyetteki bir incelik de, “insan için” tabirini kullanması, “Müslüman için” dememesidir. Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, kim çalışırsa, karşılığını alır. Çünkü, Allah’ın iki türlü kanunu vardır:

a- Tekvinî: Sünnetullah, âdetullah denen tabiat kanunları, prensipleridir. Bu kanunlara kim uyarsa, Allah ona verir. Çünkü, onun kanununa, tekvinî şeriatına ittibâ ediyor.

b- Teşriî: Şeriat kanunu, mânevî kanunlar. Bunlara ittiba imtihana tâbîdir...

İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır. İslâmın temel şartlarından ikisi maddî varlığa dayanmaktadır. Hayır ve hasenat yapmak için de zengin olmalı. Zengin olmak için de çalışmak. Sünnetin dilinde de çalışma, refah ve zenginliğe giden yollara teşvik ve Yaratıcının, boş duranları değil, koşturanları sevdiği ifade edilir: “Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur. Dünya, ahiretin tarlasıdır.”3

Keza, “Allah’a yemin ederim ki, bir kimsenin ip alıp sırtıyla odun taşıyarak rızkını kazanması, birisine gelip de bir şey istemesinden daha hayırlıdır.”4 “Sizden birinizin, Allah yolunda çalışması, yetmiş sene nafile namaz kılmaktan üstündür”5 müjdesi de çalışmanın değerini ifade eder. Bu ifadeler, çalışmaktan elleri nasır tutmuş Sahâbî hakkında söylediği şevk verici “Bu eller öyle mübarektir ki, bunları Allah da sever, Peygamberi de” sözüyle birleştiğinde, çalışmanın ehemmiyeti daha güzel anlaşılır.

Müslümanın başkalarına avuç açması şanına yakışmaz. İslâm, dilenciliği günah sayar: “İhtiyacı yokken dilenerek bir şey alan kimse, ateş almış gibidir.”6 Ancak İslâm, gerçekten muhtaç, fakir ve çalışma imkânı bulamayan insanları kendi problem ve sıkıntılarıyla baş başa bırakmaz: “Sadece borçlu, âfetzede ve çâresiz kalan yoksullar mâlî yardım talep edebilirler. Bunun dışında kalanlara dilenmek helâl değildir.”7

Çalışmak, çabalamak, gayret etmek ve Allah’ın yarattıklarına hizmet etmek muhteşem bir zevk ve lezzet kaynağıdır. Çünkü, insan bu dünyaya rahat etmek, oturmak, gezmek, eğlenmek için değil; çalışmak için gönderilmiş. Elbette bu çalışma, başta ilmî, fikrî ve manevî sahaları ihtiva eder. Bu açıdan bakıldığından dünya rahat etme yeri değil, çalışıp-çabalama mekânıdır. Peygamberimiz (asm), “Dünyada rahat yoktur” diyerek bu gerçeğe dikkat çeker.

Öte yandan meşakkatta, harekette büyük rahat ve huzur vardır. Çünkü, insan fıtratı hareket ve heyecan üzerine yaratılmış. Taş, toprak, ağaç gibi durağan değildir. Nasıl akıl düşünmek, göz bakmak, kulak işitmek, ciğer hava almak isterse, bedenin maddî uzuvları da hareket etmekten lezzet alırlar. Hareketsizlik; tembellik, meşekkat, sıkıntı, sefâhet, rezâlet getirir. Ki, bütün meşakkat ve bütün rezâletin yuvası “meylü’r-rahat”tır. Müslümanları de esir alıp tembellik zindanına atan da bu meylidir. Bu, sihirleyici bir cellât gibi insanı tutar, duygu ve kabiliyetlerini öldürür. Başıboşluk, işsizlik sıkıntı, sıkıntı da sefaheti; sefahet de sefaleti getirir. “Her faaliyette bir lezzetin bulunduğunu; hayatta en çok sıkıntıyı, boş ve işsizlerin çektiğini” ise hissetmemek, görmemek mümkün değil. Çalışma, vücudun hayatı ve hayatın uyanıklık hâlidir. Çünkü, fıtratı heyecanla yaratılan insanın rahatı ancak çalışmakla mümkün.

“Sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nev'î ademdir/yokluktur, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuttur, hayırdır. Hayat harekâtla kemalini bulur; beliyyat vasıtasıyla terakkî eder.”8

Allah’a, Kur’ân’a ve peygamberlere iman, çalışmayı gerektirmektedir. Hatta, pek çok peygamberin bir meslekte pir ve öncü olması; insanlığa muhteşem örnekler teşkil etmektedirler. Diğer yandan, İslâmın şartlarını yerine getiren Müslümanın, yapmış olduğu bütün çalışmaların ibâdet hükmüne geçtiğini bilmesi, ayrı bir şevk, ayrı bir zevk, ayrı bir heyecan kaynağıdır.

***

Bir gün, bir tanıdığı, Lord Northcliffe’e, romancı Thackeray hakkında şunları söyler:

“Thackeray bir sabah gözlerini açtığında, meşhur biri haline geldiğini görmüş, doğru mu?”

Lord Northcliffe, şu cevabı verir:

“Thackeray’ın bir sabah gözlerini açınca kendisini meşhur bir romancı olarak bulduğu doğrudur. Yalnız, o sabah geldiğinde, Thackeray elli yıldan beri günde sekiz saat yazı yazıyordu... Sabahleyin kendilerini meşhur bulan adamlar, bütün gece uyumazlar.”

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Tevbe, 105.; 2- Kur’ân, Necm, 39.; 3- Keşfü’l-Hafa, 1:412 (1320); 4- Buhârî, Büyu’, 15.; 5- Müsned, 2:524.; 6- Müslim, Zekât: 35-36.; 7- A.g.e, Zekât, 37.; 8- Lem’alar, s. 9.

03.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Suyumuzu ağız tadıyla içerken



Emine Hanım: “Sünnet olan su içme tarzı nasıldır? Bazıları ayakta içilen suyu hemen çıkarın, ondan hayır gelmez diyorlar. Doğru mudur?”

Yediğimiz ve içtiğimiz şeylerde dikkat edeceğimiz en mühim nokta, helâl olmasıdır. Boğazdan—maazallah—haram bir lokma geçtiği anlaşılırsa bu tükürülmeli, çıkarılmalı veya kusulmalıdır. Haram lokmadan hayır gelmez. Bu tamam.

Fakat ayakta su içmek bu derece değil. Aksi takdirde ölçüsüzlük ve dengesizlik olur.

Yediğimiz ve içtiğimiz şeyler helâl olmak kaydıyla sünnette olan hususları uyguladığımızda sünnet sevabı kazanırız. Fakat sünneti farz gibi algılayamayız ve anlatamayız. Sünnet teşvik edilmelidir; fakat zorlama yapılmamalı, uygulaması kişinin tercihine bırakılmalıdır.

Yemek, içmek ve yatmak gibi günlük davranışlarda dahi sünnete uyulmasını Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şüphesiz teşvik etmiştir. En küçük bir davranışta ve amelde, hatta yemek, içmek ve yatmakta Sünnet-i Seniyyeye uyduğumuz dakikada bu davranışın, sevaplı bir ibadet derecesine yükseleceğini bildiren Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, çünkü o sıradan davranışla Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâma uymuş olduğunu, böylece bu davranışın güzel dinimizin hayatî bir prensibi olduğunu hatırladığını ve bu hatırlamakla kalbinin Allah’a yöneldiğini ve bir huzur ve ibâdet kazandığını kaydediyor. Bedîüzzaman’a göre hayatını Sünnet-i Seniyye prensipleriyle donatan, ömrünü âhiret açısından hep meyvedar etmiş, tüm iyi davranışlarından sevap kazanmış olur.1

Su içmenin tek farzı vardır: Suyun helâlinden olması. Nitekim Cenâb-ı Hak “Size verilen nimetlerden hesaba çekileceksiniz”2 buyurmuştur.

Su içmenin sünnetlerine gelince:

1- Suyu hızlı değil, yavaş içmek.

Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm): “Su içtiğinizde emerek için, ağzınıza dökercesine içmeyin”3 buyurmuştur.

2- Suyu bir defada değil, iki veya üç defada içmek ve içerken içine nefes vermemek.

Ebû Katâde (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin.”4

Ebû Saîd (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.”5

3- Suyu mümkünse oturarak içmek, mümkün değilse ayakta içmek.

Ebû Said el-Hudrî, Resûlullah’ın (asm) suyu ayakta dikilerek içmeyi yasakladığını bildirmiştir.6

Fakat Hazret-i Ali’den (ra) gelen bir rivayet de şöyledir: Hazret-i Ali (ra) Kûfe mescidinin kapısında ayakta su içti ve şöyle dedi: “Bazı kimseler birisinin ayakta su içtiğini fena görürler. Hâlbuki ben Peygamber Efendimiz’in (asm) benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm.”7

3- Suyu sağ eliyle içmek. İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin. İçtiği zaman da sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eli ile yer, sol eli ile içer.”8

4- Suyu içerken “Bismillahirrahmanirrahîm” demek. İçtikten sonra Allah’a hamd etmek, yani “Elhamdülillah” demek.

Ebû Hüreyre (ra) uzunca bir hadisin sonunda bildirmiştir: “Resûlullah (asm) süt kâsesini aldı, Besmele çekti, içti ve Allah’a hamd etti.”9

Ömer ibn-i Seleme (ra) bildirmiştir: Ben Resûlullah’ın (asm) terbiyesinde bulunuyordum. Yemek yerken elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı. Resûlullah (asm) bana: “Çocuğum! Allah’ın adını an. Sağ elinle ye ve sana yakın olan taraftan ye” buyurdu.10

5- Suyu aile içinde de olsa, ikram etmek:

İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.”11

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 55; 2- Tekâsür Sûresi: 8; 3- Câmiü’s-Sağîr, 1/392; 4- A.g.e., 1/294; 5- a.g.e., 1/38; 6- Müslim, Eşribe, 114; 7- Buhârî, Eşribe, 7/200; 8- Müslim, Eşribe, 105; 9- Tirmizî, Kıyâmet, 2595; 10- Tirmizî, Eşribe, 108; 11- A.g.e., 1/380

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Değişmece bunlar!



Ara sıra olduğu gibi, bu pazar da dilimizle ilgili yanlış kullanımlarımıza ve dolayısıyla, ortaya çıkardığımız kavram kargaşasına değinmeden edemeyeceğim. Dili öğretirken, çocukların zihninde oluşturduğumuz kavram kargaşasının somut gerçekliği ortaya çıksa, acaba nasıl bir curcuna ortaya çıkar; bazen merak ediyorum.

Tanıdıklarım, dil bilgisi konularına sık sık değinmemin yersiz olduğunu çoğu zaman dile getirirler. Gerekçe de hazır: “Kaç kişi dil bilgisi ve dilin kullanımına ilgi duyar ki? Kaç kişi bu konuyu önemser ki?”

Bu tür gerekçelerle karşılaşınca ister istemez, “Ama nasıl olur, herkesin iletişim aracı olan dilin güzel ve yanlışsız kullanımı hiç mi önemli değil? Eğer kavramlar bizim anlam dünyamızın gezegenleri veyahut durakları hükmündelerse, aralarındaki anlam ilişkisini sağlayan bir kurallar bütünü olan dil, bir bakıma esir maddesi gibi değil mi? Bu akışkan yapının sağlam olması, zihin yapımızı da sağlıklı yönde etkilemez mi?” türünden sorular zihnimden dilime dökülmüyor değil. İşte bu tür yanlışlıkların birine geçenlerde rastlayınca, yine dayanamayıp eleştiri hakkımı kullanma gereği hissettim.

Efendim, ben yeni karşılaşıyorum. Siz daha önce karşılaştınız mı, bilmiyorum. İlköğretime yönelik hazırlanmış kaynak kitabın birinde, “Değişmece Anlam” gibi bir başlıkla karşılaştığımda bir an duraksadım. Dil konusunda hatırı sayılır bir bilgiye sahip olan ben, daha sonra “mecaz” anlam olduğunu öğrenince şaşırdım. “Allah Allah” dedim: “Bizim kırk yıllık ‘mecaz anlam’ değişerek, ‘değişmece anlam’ olmuş.” Şaşırmakla da kalmadım; hayıflandım. Çünkü “mecaz”ın yerine kullanılan “değişmece”, dilimizin yelpazesinde türedi bir kelime olarak sırıtırken, giden sadece “mecaz” olmayacak; onun, içine girdiği terkipler de yıllar sonra yok olacak. Yani, “Mecazen söyledim” yerine “Değişmece olarak söyledim” gibi hiçbir âhenge sahip olmayan cümleler de ortaya çıkabilecek. Bununla da kalmayacak, bir şekilde artık çocukların bilgi dünyasında kavram olarak yer edinmiş, benimsenmiş “mecaz”ın yanında gecekondu gibi derme çatma yapı olan “değişmece” yer alacak. Sonrasını düşünmek istemedim. Çünkü buna benzer çok yanlışlıkların varlığı beni sükût ettirmede geç kalmadı.

Evet, “sıfat” yerine “ön ad”, “zarf” yerine “belirteç”, “cümle” yerine “tümce”, “zamir” yerine “adıl” ve benzeri ikili kullanımların ne derece bir kavram kargaşası oluşturduklarını anlatmak, bu yazıya sığmayacaktır. Bugün çocuklarımız dil bilgisinde hangi konuyu öğrenirlerse öğrensinler, kavram adlarını çifter çifter öğrenmek durumunda kalmıyorlar mı? Türkçe dersinde dil bilgisi konuları dendi mi, “ööö…” diye bir beğenmeme ifadesi oluyorsa öğrencilerde, bunun sebebi dil bilgisinin bir kavram yığınından ibaret oluşu değil mi? En garibi, meselâ sıfat yerine “ön ad” kullanıldığında, körpe dimağlar “sıfatsız, sıfatı bozuk vb.” kullanımları hangi bağlama oturtacaklar? Dahası, son yıllarda “tümce” diye diye ortalığı inletirken, tedavülden kalkmasına sebep olabileceğimiz “cümle” kelimesinin girdiği terkiplerden birisi olan “cümle âlem…” ve benzeri terkipler toplumsal hafızamızdan silinmeyecek mi?

Peki ne yapılmalı? Hep şikâyet ve serzeniş mi olacak dilimizde? Bir ortak şuur geliştiremeyecek miyiz? Bu kavram kargaşasına son vermenin yolu, oturup tarih, kültür ve dil bağlamında hangi kavramların kullanılması gerektiğine karar vermekten, artık sıtma gibi bizi ara ara titretip kendimizden geçiren bu “değişmece” mantığını terk edip akl-ı selîmi rehber etmekten geçer.

Bu yol, tek başına alınacak bir yol değil. Topyekün bir şuurluluk hâlini gerektirir. Meselâ kitaplarımız, gazetelerimiz, dergilerimiz ve toplumdan hemen her kesim bu kararın kapsama alanı içinde yer almalı. Peki; farklı türden kesimlerin sağlıklı bir çözüm açısından Türkiye şartlarında aynı amaç için bir araya gelmesi mümkün mü? Bu Pazar günü fazla mı hayalci oldum? Hadi hayırlısı…

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Papaları bırak “paşa”lara bak



Dinlerarası Diyalog Platformu Başkanı Prof. Dr. Niyazi Öktem, "Papa'nın Türkiye ziyaretinde İslam ve diyalog kazandı. Papa eski Papa olmaktan vazgeçti, diyalogçu bir Papa haline geldi. Neredeyse Müslüman olacaktı" dedi.

Papa tamam.

Ya Paşalar?

REKTÖR ADAYLARI

YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, kanunun yüklediği görev neyse onu yapacaklarını belirterek:

"Yürürlükteki kanuna göre rektör adaylarının isimlerini Cumhurbaşkanı'na göndereceğiz" diyor.

Yorulmasınlar.

Laikliğin kitabını kim yazdıysa, hemen bir liste yapsınlar.

KAYIP KALP

Papa Sultanahmet Camiini ziyarette kıbleye döndü.

Sonra Vatikan'a uçtu. Ardından şu tarihi sözleri söyledi:

"Kalbim İstanbul'da kaldı."

İnsan yolculukta "geride ne unuttum" diye bir bakar?

AKIL İÇİN YOL BİR

İran Devlet Başkanı Ahmedinecad:

"ABD Irak politikalarında hatalı" diyor.

Öte yandan:

ABD Dışişleri Bakanı Rice, "Irak savaşında hatalar yaptık" diyor.

Enteresan, iki "düşman" ülkenin söyledikleri neredeyse aynı.

Akıl için yol bir.

Ama?

"Akıl" nerde?

*

Rice devamında diyor ki,

"Dünya bunları öğrenmek için hükümetten ayrılmamı beklemek zorunda."

O halde?

Ne duruyorsun?

*

İşte size bir Condoleeza Rice fıkrası:

Fıkra bu ya, Amerika Devlet Başkanı Bush, alkolden ölür.

Bush'un akıl danışmanı Rice, ne yapıp edip, Başkan Bush'un "sarhoş" öldüğünü gizlemek halktan gizlemek için bir "yalan" uydurmaya karar verir.

Ve basına Bush'un "bir suikast sonucu öldürüldüğü" haberini verir.

Rice suikastçıların ismini de verir basına:

1. Jonny Walker!

2. JB..

3. Jack Danielson!

EKRAN TAHAMMÜLSÜZLERİ

Ekranın en tahammül edilemeyenleri seçilmiş:

İşte top on:

1- Esra Ceyhan 43 oy

2- Hülya Avşar 37 oy

3- Ajdar 34 oy

4- Ahu Tuğba-Meriç 29 oy

5- Lerzan Mutlu 26 oy

6- Tülin-Caner 20 oy

7- İbrahim Tatlıses 19 oy

8- Reha Muhtar 13 oy

9- Mehmet Ali Erbil ve Semra Hanım 17 oy

10- Seda Sayan 12 oy

...noktalama...

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal:

"Yeni bir yol haritası lazım" demiş. Haklı.

Muhtemel seçimden kaçabilmek için...

YÖK, Rektör Aday isimleri Cumhurbaşkanı'na sunacak...

Oh, al gülüm, ver gülüm!

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sahip olduğumuz değerleri tanıyalım



Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını istemeyenlerin bir gerekçesi de, sahip olduğumuz ‘manevî değer’lerimizi üyelik yolunda kaybetme ihtimalimizdir. Onlara göre AB’ye üye olmak demek, kimliğimizi ve kişiliğimizi kaybetmekle eş anlamlı.

Oysa, sahip olduğumuz manevî değerlerimizi muhafaza ve müdafaa ederek de AB’ye üye olmak mümkün ve öyle de olmalı. Zaten başka türlü AB’ye nasıl ‘zenginlik’ katabiliriz ki? İşin özünde, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını isteyen Avrupalı siyasetçilerin de beyan ettiği üzere, ‘farklı’ olmamız, üyeliğimiz için engel değil; tam aksine tercih sebebidir.

‘İletişim dâhisi’ kabul edilen Oliviero Toscani de aynı fikirde. Toscani, yapılan aleyhte propagandaların aksine; “Ben, Türkiye Müslüman olduğu için AB’ye girmesi gerektiğini düşünüyorum” diyor.

İstanbul’da düzenlenen 6’ncı Perakende Günleri’nde konuşan ve Türkiye’yi ‘büyüleyici’ sözcüğüyle tanımlayan dünyanın en çok tartışılan iletişim san'atçısı Oliviero Toscani, şöyle demiş: “Türkiye çok ilginç bir ülke, bazen korkutucu. Çok büyük, çok farklı. Ben Avrupa’nın parçası olması gerektiğine inanıyorum. Avrupa’ya, kaybettiği enerjiyi ancak Türkiye verebilir.” (Milliyet, 1 Aralık 2006)

Toscani, “AB konusuna nasıl bakıyorsunuz?” sorusu üzerine de şöyle konuşmuş: “Türkiye’ye ihtiyacımız var. Homojen olmayan bir Avrupa için gerekli. AB’ye girmesini istiyorum. Müslüman olması ve diğer sebepler yüzünden. En çok e-posta aldığım ülkeler Brezilya ve Türkiye. Türk gençleri çok meraklı. (Türkiye’nin) İmajı hızla değişiyor. İstanbul giderek Avrupa şehirlerine benziyor. Bunu olumlu bulmuyorum. Aynılaşmaya karşı durmak gerekli. Tamamen bir Avrupa ülkesine benzerseniz hiç ilgimizi çekmezsiniz. Türkiye kendisi olmaktan korkmamalı. Değerlerinizi Avrupa’ya getirmelisiniz.”

Türkiye’nin asıl Müslüman olduğu için AB’ye üye olması gerektiğini düşünen Toscani, bütün dünyayı esir alan televizyonlara da hayran değil: “Medya bize hep aynı imgeleri pompalıyor. Elimde olsa televizyonları ortadan kaldırırdım. Onlardan nefret ediyorum.”

Farklı olmanın cazibesini nedense göremiyoruz. Sahip olduğumuz maddî ve manevî zenginlikleri tahrip edip yok ederek cazip ülke haline gelemeyiz. Yüksek binalar ve alış veriş merkezleri dikerek de Avrupa nezdinde itibarımız artmaz. Böyle yaparak ancak kötü bir ‘kopya ülke’ oluruz, ki bunun da kimseye faydası olmaz.

Meselâ, ‘kule’ dikerek Avrupa ve Amerika ile yarışan Dubai örneğini görmek lâzım. Bugün için ‘cazip ülke’ gibi görünse de, bu cazibenin kalıcı olması mümkün değil. Çünkü yüksek ‘kule’ler hemen her yerde var ve insanlık bu ‘çirkin âbide’lerden uzak durma noktasına gelmiş ya da gelmek üzere...

Gerek maddî ve gerekse manevî anlamda farklı olmamız, ülkemizin zenginliğidir. Bu zenginliğin farkına varalım ve değerini bilelim...

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ümitsiz olmamak



Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir kavşağa daha girildi.

Avrupa Komisyonu, Türkiye limanlarını Rumlara açana kadar, 35 müzakere başlığından sekizinin açılmamasını “tavsiye” etti. Bu karar, Türkiye ve AB çevrelerinde farklı yorumlandı.

Karar hem AB içindeki, hem de Türkiye’deki “AB karşıtlarını” sevindirmişe benziyor. Kararın ertesi günündeki gazete başlıklarına bakıldığında, iki farklı görüş ortaya çıktı. Birincisi “öldük, bittik” tarzında, diğeri ise “karar ağır, ama hiçbir şey bitmemiş” tarzında oldu.

Bunlardan bazılarını aktarmak gerekirse, “AB ipleri geriyor”, “AB’den sert fren”, “AB’den ağır karar”, “AB’nin Kıbrıs şantajı”, “AB komisyonundan sürpriz ve ağır karar”, “Limanları aç yoksa almam”, “Trene çifte fren”, “Kötünün iyisi”, “Rum şantajına rağmen devam”, “Kaza değil, sarsıntı”, “Tren rayında bakım”…

Burada AB Komisyonu’nun “Türkiye kararı”nın “tavsiye” niteliğinde olduğu unutulmamalıdır. Karar, 11 Aralık’ta AB dışişleri bakanlarından oluşan Genel İşler Konseyi’nde görüşülecek. 25 ülke de onaylarsa, Komisyon’un tavsiye kararı resmiyet kazanacak. Üye ülkelerden birinin bile kararı kabul etmemesi durumunda ise, son söz 15 Aralık günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de buluşacak AB liderler zirvesinden çıkacak.

AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, kararın içeriğini açıklarken, bardağın boş tarafından ziyade dolu tarafını göstermesi dikkate değerdi. “Tren kazası olmayacak, tren ilerlemeye devam edecek. Müzakereler kesilmeyecek. Dondurulan 8 başlığın dışındaki diğer fasıllar görüşülecek.”

AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ise, açılmayacak 8 başlığın artık bir kenara bırakılması ve geri kalan başlıklarda müzakerelerin açılmasına odaklanılması gerektiğini söylemesi de gözlerden uzak tutulmamalı. Lagendijk, bir şeye daha dikkat çekiyor. Genel tabloya bakıldığında AB dışişleri bakanlarının bu tavsiye kararını kabul etmemesi durumunda, Rum kesimi müzakere başlıklarında veto hakkını kullanamayacak.

AB Vakfı Başkanı Can Baydarol, açılmamış dosyanın askıya alınmasının söz konusu olamayacağını söylerken, iki konu üzerinde duruyor. “Bu operasyonun ya Türkiye’yi masadan kalkmaya zorlamak, ya da bir kısmının istediği gibi imtiyazlı ortaklığa olur dedirtmeye zorlamak” olduğunu söylüyor. Ve “Bu oyuna gelmememiz gerekiyor” diye ikazlarını yapıyor.

Bu sebeple, o tarihe kadar yoğun diplomatik çabalar harcanmalı, diplomasinin bütün yolları denenmelidir. Bu çabalar, dışişleri bakanları ve başbakanların kararlarının değişmesine yol açacağı gibi, tren kazalarını da engelleyebilir.

Kararın açıklanmasından sonra AB içinde etkili olan başbakanlar, “Avrupa’nın Türkiye’ye AB üyeliği konusunda yanlış bir mesaj vermemesi, müzakerelerin devam ettirilmesi” yönündeki açıklamalarının üzerine gidilmeli. İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, “Avrupa Birliği’nin kapılarını Türkiye’ye açık tutması önemlidir” açıklaması ile AB Dönem Başkanı Matti Vanhanen’in üye devletlerin alacağı kararın Türkiye ile müzakerelerin devamını sağlaması gerektiğini söylemesi, dikkate alınmalı. Çünkü son sözü onlar söyleyecek.

Önümüzdeki sürede, Türkiye’nin bu kararın kabul edilmemesi için çalışmalar yaparak, Türkiye’ye destek veren ülkelerin devlet ve hükümet başkanları ile sıkı diyaloga geçip, desteği arttırması gerekiyor. Çünkü, Genel İşler Konseyi’nde kararlar oybirliği ile alınıyor. Bir tek itiraz gelse bile, karar uygulanamıyor.

Türkiye’nin AB yolculuğun hiç de kolay geçmeyeceği baştan beri belliydi. Türkiye’nin üye olacağı 7-8 senelik süre de kolay geçmeyecektir. Zaman zaman böyle sıkıntılar olabilecektir. Çünkü, bir nevi “pazarlık” yapılıyor. Bu pazarlıkta kim güçlü olursa, o galip gelecektir. Onun için pazarlıkta Türkiye’nin elinin zayıflamaması için paniğe kapılmadan, yapılması gerekenler soğukkanlılıkla yerine getirilmelidir.

Umarız, akl-ı selim galip gelir, birbirine ihtiyacı olan Türkiye ve AB tren kazasına uğramaz. Tren yavaşlayabilir, ancak durması veya kaza yapması kimsenin faydasına değildir.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hakikatın ve misafirin hakkı



Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu dolaylı olarak Papa’nın Regensburg’daki tezine cevap teşkil eden konuşmasını izah ederken şunları söyledi: “Misafirimizle hakikat arasında denge kurmak gerekiyordu. Aziz misafiri en iyi şekilde ağırlamaya gayret ederken, ziyafette (misafirperverlik) kusur etmezken öbür taraftan da ali olan hakkın hatırının hakkını da ihmal etmeyerek; iki makam arasında bir denge kurmaya çalıştık. Misafir için hakikatı da kurban edemezdik.”

Evet, Papa jestleriyle ince Vatikan diplomasisinin maharetini sergilerken Bardakoğlu ve Türkiye de Osmanlı misafirperverliğini gösterdi. Gerçekten de misafir ile hakikat arasında ince bir ayar yapmak gerekiyordu. Aristo’nun da dediği gibi dost ile hakikat ayrı düştüklerinde yapılacak şey hakikatın dostluğuna sarılmaktır. Tarihi Regensburg konuşmasında hak ile dostluk ayrı vadilere düşmüşlerdi. Bundan dolayı Papa 16’ıncı Benediktus’u ağırlayan Bardakoğlu ikisi arasında ince bir ayar yapmıştır. Dost ile hakikat ayrıldıklarında dosta sadakat değil, hakikata sadakat daha evladır. Misafir ile hakikat da ayrı düştüklerinde misafire karşı nezaket ve hürmet hakikata ise sadakat ve bağlılık yaraşır. Misafirlik, dostluk dairesinde, diyalog da hakikat dairesinde olmalıdır. Papa’nın ziyaretinde de böyle olmuştur. Nezaket gösterilirken onur ve izzet ayaklar altına alınmamalıdır. Bu bağlamda, Altınoluk dergisinin Kasım (2006) sayısında bir konuşması yayınlanan Hamid Algar diyalog bağlamında onur ve izzetin korunması gerektiğinden söz etmektedir. Bizim İslâmi camia Papalığın diyaloğu bir araç olarak kullandığından yola çıkarak diyaloğun araç değil de amaç olması gerektiğini vazediyorlar. Halbuki diyalog bir araçtır ve bunu amaç haline getirdiğinizde vesile olmaktan çıkar din haline gelir. Önemli olan bizim de bunu bir araç olarak görmemizdir. Hem bir tanışma hem de bir tebliğ aracı.

***

Bunu yaparken de bazı hususlara dikkat etmek gerekiyor. Bunlardan birisi kurumsal temsiliyet yeterliliğidir. İkincisi, ilmi yeterliliktir. Eskiden mübareze veya er meydanlarında karşılaşmaya aynı siklette insanlar çıkardı. Sikleti yetmeyen mindere çıkmasın. Üçüncü olarak da, diyalog zemininde Müslümanların şahsiyet ve onur çizgisini korumaktır. Bardakoğlu misafirle hakikat arasındaki mesafeyi gözeterek kurumsal ve kollektif onurun gereğini yapmıştır. Bardakoğlu’nun konuşması bu bağlamda, tarih ötesinde Aristo-Eflatun ile hakikatın ayrışmasına ve bu bağlamda makamın neyi gerektirdiğine ve onun icrasına dair bir göndermedir. Asrımızda bu modeli yansıtan başka örnekler de vardır. Bunlardan birisi Hama kahramanı ve imamı Şeyh Muhammed Mahmud Hamid ile Mustafa Sıbai arasındaki ilişkinin türü ve mahiyetidir. Her ikisi de arkadaş, arkadaş olmanın ötesinde İhvan-ı Müslimin’in Suriye koluna mensupturlar. Mustafa Sıbai daha evrensel ve küreseldir. Bu bazen yerel ve kendi zeminine zarar da verebilir. Yazmış olduğu ‘İştirakiyetü’l İslam’ kitabı ortalığı tozu dumana katar. Bir sürü toz kaldırır. Hama kahramanı olan Şeyh Hamid bunun üzerine Mustafa Sıbai’ye yönelik bir reddiye ve eleştiri kaleme alır. Mustafa Sıbai bu tür eleştirileri beklemektedir ve bunları geniş yüreklilikle karşılar. Sünnet konusunda muhafazakâr olan Sıbai çağdaş kavramlar konusunda eteğini yele vermiştir. Mustafa Sıbai’nin ‘İştirakiyetü’l İslam/İslam sosyalizmi’ kitabına ‘Nazarat fi kitabi İştirakiyetü’l İslam’ kitabıyla cevap verir. Bu cevap Irak ulemasından sosyalizm karşıtlığından dolayı idam edilen Abdulaziz Bedri’nin yaklaşımını temsil eder. Onun yaklaşımını yansıtır. O da İhvan çizgisindendir. Şeyh Hamid bu cevabında sadece Allah rızasını ve hakikatı gözetir. Sıbai ise ‘Cevabını bekliyorum ve bunu yayın yönetmeni olduğum Hadaretü’l İslam dergisinde bizzat kendim yayınlayacağım. Dostluğumuz baki’ diye karşılık vermiştir. Farklı zeminler veya farklı kavramlar bizi farklı noktalara taşıyabilir. Coğrafi veya zamani farklar ve bunların yol açtığı ihtilaflar reddedilemez. Ancak bu eskilerin dediği gibi ihtilafu tenevvü olmalı yoksa ihtilafı tezad değil. Maksut bir olmalı, uslup ise farklı olabilir.

***

Bu noktadan Papa ziyaretine baktığımızda Bardakoğlu’nun yaklaşımı hem hakkın ali olan hatırının hakkını hem de misafirin hakkını vermiştir. Buna mukabil, şunu da kabul etmeliyiz ki Papa Ankara ve İstanbul’da hepimizi şaşırttı. Evsahiplerini jeste boğdu. Regensburg konuşmasının ana hatlarını II. Manuel Paleologos’dan alıntılar ve bu alıntılardaki Ankara ve İstanbul vurguları oluşturuyordu. Oysaki ziyaretteki fiili durum, ziyaretin gerçek amacını gölgelemiş ve İslâm-Hıristiyanlık münasebetlerini hapsolduğu Refensburg parantesinden kurtarmıştır. Bununla birlikte dostumuz Lütfullah Göktaş, Regensburg-İstanbul hattında uslup farkı olduğunu kabul etmekle birlikte öz veya muhteva farkını reddetmiştir. Onun gibi düşünen başkaları da var. Bu noktada, ‘Refensburg ile İstanbul hattında hiç mi fark yok?’ sorusuna nasıl cevap vermeliyiz? Kanal 7 İskele Sancak programında söylediklerimi burada da tekrar edeyim: “Regensburg’daki atıflar geçmişin ve orta çağın izlerini taşıyordu. Bu mânâda, ‘İslâmiyet, sahte bir dindir’ anlayışının bir devamı ve tezahürü niteliğinde görünüyordu. Bu çerçevede, İslam kılıçla yayılmış bir din, Allah tasavvuru da aşkın ve akılla bağdaşmaz bir anlayış olarak takdim ve tasvir edilmişti. Ankara ve İstanbul’da ise ortak bir zemin olarak İbrahimî gelenek modeline geri dönüldü ve Papa’nın ziyaretinden önce bunun bir sinyalini de Thomas Michel, Yeni Asya gazetesine yaptığı açıklamada vermişti. Bununla birlikte, muhteva aynı olmasa bile uslup değişmiştir. Uslup değişikliği, her şey değilse de hiçbir şey değil de denemez. Zamanla özü etkiler ve onu dönüştürür. Sosyolojik bir kaidedir ki: İnsan inandığı gibi yaşar ve yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bu da uslubun zamanla özü değiştireceğini gösterir. Papa İstanbul’da ister takiyye, isterse diplomasi yapsın ama bu uslup zamanla öze ve çekirdeğe etkisini gösterecektir...”

Diplomasinin veya jestin ötesinde spontane ve kendiliğinden gelişmiş sahneler de vardı. Papa’nın Sultan Ahmet’i ziyareti ve burada kıyama durması da böyle bir sahnedir. Refakatçilerinden Sedat Bornovalı’nın dediği gibi Papa’nın Sultan Ahmed’de kıyama durması jestin ötesine geçen onu aşan ruhi bir boyuttur. Pratik ve fiili durum ve onun ötesinde verdiği mesajlarla Regensburg sürecini şimdilik aşmıştır. Tabii ki bu iyileşme süreci elbetteki izlenmeye alınacaktır.

Bu sembolizmi ve sembolik dönüşümü bir de Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Tefvizname’deki diliyle değerlendirelim: Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler/ Ârif onu seyreyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler.

03.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

En son ders



Bediüzzaman’ın, vefatından önce verdiği en son derste ağırlıklı bir bölüm teşkil eden “müsbet hareket” bahsi çok bilinir.

Aynı dersteki çok önemli bahislerden biri olan ve “dünyevîleşme” tuzağına dikkat çeken pasajları da dikkatle okumamız lâzım.

Çünkü bu bölümdeki uyarılar, bilhassa uhrevî amaçlara yönelik bir hizmetin mensupları için hayatî önemde mesajlar ihtiva ediyor.

Orada anlattığı anekdotta “Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi” diyen Üstad, onların kendisine şöyle dediklerini aktarıyor:

“Biz şimdi mecburuz. ‘Zaruretler haramı helâl edebilir’ kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini, medeniyetin icaplarını kabule mecburuz...”

Cevabına “Çok aldanmışsınız” diye başlayan Said Nursî, o kumandana ve hocalara soruyor:

“Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var?”

Ve sözlerinin devamında, iradenin yanlış ve kötüye kullanılmasından, gayri meşru meyillerden ve haram muamelelerden kaynaklanan hareketlerin haramı helâl saymaya gerekçe olamayacağını ifade ediyor.

Ardından da, örneklendirmeye geçiyor:

“Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan (iradenin kötüye kullanılmasından) geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz...” (Emirdağ Lâhikası-II, s. 456)

Bu örneklerin çok dikkatle tahlil edilmeye ihtiyacı var.

Aslında Bediüzzaman, prensip olarak, medeniyetin getirdiği yeniliklere karşı olan bir insan değil. Ancak insanın hayrına, manevî ve maddî tekâmülüne hizmet etmeleri kayıt ve şartıyla.

Nitekim kendisinin, esaret dönüşü İstanbul’da bulunduğu dönemde, bir talebesiyle birlikte sinemaya gidip film seyrettiğini; “Bu dünya da film kadar kısadır, sinema perdeleri gibi akıp gidiyor” dediğini (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 218) ve sinema örneğini eserlerindeki imanî izahlarda kullandığını biliyoruz.

Ancak Üstadın “en son dersi”nde vurguladığı nokta farklı. Orada, sinema, tiyatro ve dansa, insanı harama sürüklemek ve dünyevîleştirmek suretiyle yaratılış maksadından uzaklaştırmak için kullanılan vasıtaların en etkili örnekleri olarak dikkatlerimizi çekiyor.

Gerçekten de öyle değil mi? Ve geldiğimiz noktada, sinema da, tiyatro da, dans da televizyon ekranlarında birbiriyle iç içe geçmiş günah yüklü görüntüleriyle evlerimizin içine kadar girmedi mi?

Özellikle böyle bir tablo karşısında, Said Nursî'nin talebelerine verdiği en son derste bu konuya özel vurgu yapmasının anlam ve hikmetleri üzerinde derin derin düşünmemiz icab ediyor.

O başkumandanın “bir parça dünyaya alıştırmak için” başka kumandanları ve hocaları Üstada göndermesindeki anlamı, onun “Çok yanılmışsınız” cevabındaki tavrı ve bunun ne kadar önemli bir ayrım noktası olduğunu kavrayabildiğimiz ölçüde, aynı çizgide önümüze çıkabilecek başka tuzakları fark edebilir ve bunlardan kendimizi koruyabiliriz.

“Dünyaya alıştırılma” tehlikesi her zaman geçerli. Aman dikkat!

03.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004