Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Muhabbete muhabbet mesleği

Risâle-i Nur mesleğinin esasında, bir acz ve fakr hissi ile varlıklara şefkat çerçevesinde muamele ve tefekkürle anlamlandırma yer alıyor olmalıdır. Bu muamele en dar daireden en geniş daireye kadar uzanmalı ve şefkat ile muamele en çok kardeşlere karşı bir nur talebesinin tavrı olmalıdır. Muhabbete muhabbet mesleğinin sosyal yansıması eşine, çocuklarına, anne ve babasına, dâvâ arkadaşlarına muhabbetle başlamadığında tesiri ve samimiyeti olmayan bir duâ hükmüne geçecektir.

Varlık âleminde işleyen temel sırlardan biri şeffafiyettir. Bu sırra mazhar olanlar cismen ve şeklen kendilerini ön plana çıkarmazlar. Eşya içerisindeki işleyişleri, daha derinden ve nüfuz etme şeklindedir. Bu yüzden şekilleri, sınırladıkları belirli bir alan, katı bir yapıları yoktur. Her şeye, her şekle uyum sağlayabilecek derecede esnektirler ancak her şeyin içine nüfuz ederek hayatî fonksiyonlar icra ederler. Bunun zıddı ise, Risâle-i Nur terminolojisinde teşahhusat şeklinde yer almaktadır. Teşahhusat sırrına mazhar olanlar ise daha katı, şekilleri belirgin olan ve belirli bir alanı sınırlamış varlıklardır. Nüfuz edebilmeleri, hatta aynı alanda bir başka varlıkla bir arada bulunabilmeleri bile çok zordur. Çoğu zaman mümkün değildir. Haliyle, sınırladığı alanda mutlak hakim olduğu hissini uyandırır. Varlık âleminde şeffafiyetin en güzel örnekleri nur (ışık, elektromanyetik dalgalar), hava ve sudur. Bu maddeler her yerde her şeyin içinde bulunup çok önemli görevler icra etmelerine rağmen o nesnelere şekillerini vermeye çalışmazlar. Havasız ve susuz hayat olmaz ancak bu hayatî fonksiyonlarını varlıklarından bile haberdar olunmayacak şekilde icra ederler. İnsan bedeninin ve dünyanın yaklaşık dörtte üçünün su olduğu bilinmektedir, ancak bunlara dışarıdan bakıldığında suyun var olduğu bile belli değildir. Diğer taraftan kayalar, taşlar ve bütün katı nesneler belirli bir alanı sınırladıkları ve oraya hakim olduklarını hissettiren, geçit vermez ve esnemez bir hali temsil etmektedirler. Sevgiyle insanları kuşatarak onları belirli bir şekle sokma gayreti şeffafiyeti siyaset ve otorite yoluyla baskıyla aynı fiil teşahhusatı ifade etmektedir.

İnsan fıtratları bu açıdan değerlendirildiğinde hanımların fıtratlarının daha fazla şeffafiyet tarafında, erkeklerin fıtratları ise daha fazla teşahhusat tarafında yer almaktadır. İnsanlık tarihi boyunca fıtrat gereği hep erkeklerin ön planda ve hakim olduğu, kadınların ise daha geri planda ve benliklerinin öne çıkmadığı bir işleyiş belirgin şekilde gözlenir. Ancak, bu fıtrî işleyiş çoğu zaman hanımları erkeklerden daha etkili kılmıştır. Bu gün pek çok otorite geri planda kalmalarına rağmen tarihî gelişmelerde asıl etkileyici ve belirleyici olanların hanımlar olduğunu kabul etmektedir. Zannediyorum beylerin de önemli bir çoğunluğu kendilerinin otorite gibi gözükmelerine rağmen, evde sessiz ya da zaman zaman sesli hakimlerin hanımlar olduğunu kabul etmektedir. Fıtratın kanunlarından biri de aczin, fakrın ve şeffafiyetin gerçek ve nüfuz eden gücü arttırıyor olmasıdır.

Bu sırra Risâle-i Nur da mazhar olmuştur. Kanada’da bulunan ve Amerika’nın emperyalist uygulamaları sebebiyle Kanada’lı olarak anılmayı tercih eden Fred A. Reed bu durumu Anadolu Kavşağı isimli kitabının önsözünde şöyle dile getirmektedir: “Fakat, bütün bunların ötesinde, Bediüzzaman’ı incelemeye beni iten başka bir etken vardı. O da, onun üç hükümet ve siyasî rejimin değişmesine sahne olan siyasî ve askerî mücadele döneminde aktif bir katılımcı olarak uğradığı yenilgiydi. Çok-uluslu, görünürde İslâmî olan Osmanlı devleti karşısında, İttihad ve Terakki Fırkasının despotik idaresi karşısında ve sekülerist Cumhuriyet’in doktrinlerine karşı fikirleriyle yaptığı savaşta hep yenilmişti.

Ancak, bu yenilgi, rasyonalist bir analizin kaçırdığı ilginç bir metodla, zafere dönüşür. Bu zafer, sufi bakış açısıyla ifade edersek; tevazuun kibire, hikmetin kuvvete, ihlâsın dalkavukluğa, imanın küfre ve aczin kudrete karşı bir zaferiydi. Bediüzzaman’ın karakteri, hayatı ve yaptıklarıyla tanıştıkça, onun emsalsiz vasıflarına duyduğum takdir ziyadeleşti. Onu yaşadığı dönemle sınırlı kalmayıp zamanımıza da uzanan mesajlar veren biri olarak gördüm.”

Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan Risâle-i Nur hizmetine bu özellikleri yaşamaya fıtraten daha yatkın olan hanımlar, yaratılış özellikleri açısından daha yakın olmalıdırlar. Acz ve fakr fıtrat gereği onlarda belirgindir ve Üstadın “şefkat kahramanları” hitabına mazhar olmuşlardır. Bu tesbitlerimiz Hanımlar Rehberi isimli eserinde Üstad tarafından da tasdik edilmektedir. Bu yüzden hizmetin geleceğinde ön planda olmasa bile arka plânda ve esastan etkili olan şeffafiyet alanın da hanımların çok daha etkili olabilecek bir fıtrat üzere yaratıldıklarını bunun şükrünü eda yolundaki gayretleri ile insanlığı derinden etkileyebilecek sonuçlar alabileceklerine inanıyorum.

Bu anlamda cemaat ehli ve hizmet ehli beyler hanımlarının bu şefkat özelliklerinden faydalanmalı ve aile içi ve sosyal hayata dâvânın ulaşmasında hanımlarını yanlarına almalıdır. Artık dâvâmız sadece erkeklerin yürüttüğü bir hizmet olma özelliğinden çıkıp aile hizmetine dönüşme istidadındadır. Şu an en güçlü hizmet alanı aileler arası görüşmeler şeklinde düşünülmeli, sosyal bağlar ve dostluklar topyekûn ailenin hizmet amaçlı görüşmelerine dönüştürülmelidir.

06.04.2007


 

Nihat Yazar (1925-2004 )

Nihat Yazar, 1925 yılında Adana’nın Osmaniye ilçesinde doğdu. Çocukluğu ve aldığı eğitim, hangi okulları ve nerede okuduğuna dair elimizde bilgi yoktur. İktisat Fakültesinde öğrenci iken gazete çıkarmaya başladığı bilinmektedir. Hatıralarda daha çok Volkan gazetesini çıkarmaya başlaması ve bu vesile ile yankı uyandırması sonrasına rastlayan gelişmeler hakkında bilgi verilmektedir. Nihat Yazar ismini taşıyan başka şahsiyetlerin de olması bilgilerin dikkatli bir şekilde süzgeçten geçirilmesini zorunlu hale getirmektedir.

Nihat Yazar, henüz 22 yaşında iken çıkarmaya başladığı “Volkan gazetesi”yle çok partili dönemin renkli sayfalarından birini oluşturmuştur. Nihat Yazar, Bediüzzaman ve Risâle-i Nuru; Necip Fazıl’ın Büyük Doğu, Eşref Edip’in Sebilürreşad ve Cevat Rifat Atilhan’ın makale ve kitaplarıyla tanıttıklarını ve birçok kimsenin bu yayınlar aracılığıyla bilgi sahibi olduğunu ifade etmiştir. Kendisinin de bu şahısların ağzından övgü dolu ifadeleri duyduğunu ve bilgi sahibi olduğunu nakletmiştir. Kendisinin bu guruba yaşının küçüklüğü sebebiyle 1950’den sonra dahil olduğunu, Volkan’ı yayınlamaya başladığını ve yazı hayatına onlara kıyasla bir çömez gibi başladığını ifade ederek tevazusunu göstermektedir.

Nihat Yazar, gazetesindeki “Bediüzzaman’ı Zehirlediler” yazısında, “Onun şahsında Müslüman Türk milletine, Ramazan’da ve iftar sofrasında revâ görülen işkence ve bir zehirleme haberi üzerine kaleme alınmış.” (Son Şahitler, 4. C. s. 305) ifadelerini kullanmıştır. Bu yazının neşrinden tahminen on gün sonra kendisi ile temasa geçilmiştir. Sinan Omur’un matbaasında gazetenin tashih işi ile uğraşırken, bir ziyaretçisinin olduğu ve Sinan Beyin odasında beklediği kendisine haber verilmiş ve kalkıp görmeye gitmiştir. Gelen ziyaretçi, Bediüzzaman’ın talebelerinden Hüsamettin adlı bir şahıstır.

Bediüzzaman Hazretleri tarafından Nihat Yazar’a gönderilen Hüsamettin; Bediüzzaman’ın kendisine selâm söylediğini, kendisini çok sevdiğini, gıyabında duâ ettiğini, onu ölen yeğeninin yerine kabul ettiğini aktarmıştır. Bu sözleri duyan Nihat Yazar, son derece sevinmiş ve övünmüştür. Yıllar sonra bu görüşme ile ilgili duygularını şöyle dile getirmiştir:

“Çok sevinmiştim. Sevindim ve hâlâ da seviniyorum ve de sevineceğim. Nasıl övünmem ve nasıl sevinmem ki? Yaşı seksenlere ermiş ve Kur’ân’a ömrünü vermiş, Bedr’in Arslanları misâli Allah kullarından biri beni tebrik ediyor, bana duâlar, selâmlar yolluyordu. Ben ki, kendini bilip mes’uliyetini icra ettiğim günden beri, ‘Yüklendim yükümü, göçüm Allah’adır’ iman ve şuûru içerisinde nefes alıp veriyorum.” (age. s. 305)

Nihat Yazar, Bediüzzaman’ın tedavi için İstanbul Fatih’te bulunduğunu Hüsamettin’den öğrenmiştir. Kendisini Fatih’e götürebileceğini, Bediüzzaman Hazretleri ile görüştürebileceğini söyleyen Hüsamettin’e tam “Evet” diyecekken araya Sinan Omur; oraya hemen gitmesinin doğru olmayacağını, dilenci ve ayakkabı boyacısı kılığında bir sürü hafiyenin orada olduğunu, bunun hem Bediüzzaman, hem de kendisi için iyi olmayacağını, gitmesi durumunda hemen gazetesinin kapatılacağını, ziyaretini başka bir zamana bırakmasını tavsiye etmiştir. Bunun üzerine ziyaret gerçekleşmemiş ve bir daha Bediüzzaman’ı görme imkânını elde edememiştir.

Nihat Yazar, söz konusu görüşmeden bir iki hafta sonra tevkif edilip Sultanahmet Hapishanesine atılmıştır. Hapisten çıktıktan sonra Mısır’a gitmiş ve neşriyatı Sinan Beye bırakmıştır. Ayrıca, 1954 yılında da Atatürk’e hakaret suçundan iki yıl iki ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Aktarılan bilgilerde bu hapis cezasından söz edilirken, cezanın infaz edilip edilmediği, yazının mahiyeti, cezanın kesinleşmesinden sonra ne gibi gelişmelerin olduğu, Mısır’a gittiği bilinen Nihat Yazar’ın ne kadar süre burada kaldığı ve ne zaman döndüğü hakkında bilgi verilmemektedir.

Nihat Yazar’ın eserleri hakkında fazla bilgi sahibi olunmamakla birlikte eser neşrettiğini bilmekteyiz. Osmanlı Devleti’nin son döneminde meydana gelen olaylar hakkında önemli bilgiler ihtiva eden Mehmet Arif’in eserini yayına hazırlayıp neşrettiğini biliyoruz. Mehmet Arif’in, “93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler” adlı eserini sadeleştirip yayına hazırlamıştır. Bu eser, Osmanlı Tarihinin 1600-1920 yılları arasındaki bilgileri ihtiva etmektedir.

Son Şahitler adlı eserin neşrinden sonra vefat eden Nihat Yazar’ın vefat tarihini de kesin olarak bilemiyoruz. Şayet basına yansıyan vefat ilânı isim benzerliğinden olmayıp kendisi içinse, 20 Mayıs 2004 tarihinde vefat etmiştir. Nihat Yazar’ın büyük yankı uyandıran, Bediüzzaman Hazretleri tarafından Tarihçe-i Hayat’a dahil edilen makalesi 547-548. sayfalardır:

“Bediüzzaman’ı Zehirlediler”

“Bundan yedi sene önce, kanunların çiğnendiği, beşer haklarının çarmıha gerildiği, hürriyetlerin hiçe sayıldığı, şahsî arzu ve ihtirasâtın kanunlardan üstün tutulduğu bir devr-i rezilânede, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazâsına seksenlik bir ihtiyar, bir din âlimi sürülüyor. Nüfus kütüğüne kaydettirilip burada ikamete mecbur ediliyor. Tek gayesi, Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmını tebliğ, insanları doğruya, iyiye ve nâmusluluğa sevk etmek olan bir fikir adamı nefyediliyor. Her cephesinde kan döktüğü kendi öz yurdunda, engizisyon mahkemelerinin dahi insanoğluna revâ görmeyeceği zulme, işkencelere tâbî tutuluyor. Sakalına, bıyığına, kılık kıyafetine karışılıyor; jandarma dipçikleri altında ölüme mahkûm ediliyor…

“İslâmın ve ilmin izzet ü vakarını şerefle muhâfaza etmesini bilen ve aslâ dünya zevkleri için mihnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle de kat’iyen alâkası yoktur…

“Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü, vâli ve kaymakamından tutunuz da, karakoldaki jandarmasına varıncaya kadar Üstada ezâ ve cefâ etmek, hapishânelerde süründürmek bir vesîle-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfî-i makam edebilmek gibi süflî hırslarla yanıp kavrulanlar için ise, bulunmaz bir fırsat olmuştur…

“Onun el yazması Kur’ân-ı Kerîm’i ile bunun tefsiri olan Risâle-i Nur parçaları, birer hıyânet-i vataniye evrâkı imiş gibi müsâdere edilip savcılıklara devredildi. Muhâkemesine mevkufen devam edilerek yirmi ay suçsuz yere hapishânede bırakıldı.

“Öyle bir an geldi ki, bu vak’aların cereyan ettiği Afyon hapishânesi, Allah’a inanmaktan ve onun emirlerini yerine getirmekten gayri hiçbir suçu olmayan mâsum vatandaşlarla dolup taştı. Onlara revâ görülen zulüm, işkence; şeytanları bile dehşete düşürdü, ayyuka çıktı, vahşet halini aldı. Nasıl Kudüs-i Şerif Yahudîlerin vahşetine ve peygamberlere yapılan zulümlere sahne olmuşsa, Afyon şehri de, insan haklarının çiğnenip vatandaş haklarının çarmıha gerildiği ikinci bir şehir oldu…

“Kendisini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek isteniyor; hem de Ramazan Bayramı akşamı iftar yemeğine zehir konulmak sûretiyle.

“Bu ne fecî, bu ne tahammül edilmez bir haldir. Tecrid edilmiş, dâimî bir tarassud altında, kapısında bekçi. O içerde ölümle baş başa bırakılıyor.

“Heyhât! Geliniz ey ehl-i İslâm! Hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla, feryad ile tedâvisi mümkün değil bu derdin... Allah için uğraşalım.

“Nihat Yazar”

06.04.2007


 

Müslümanların tarihte kurduğu devletler ve medeniyete katkıları-4

8. DİĞER MÜSLÜMAN DEVLETLER

VE İSLÂM MEDENİYETİNE KATKILARI

Karahanlılar: M: 840 yılında kuruldu. Bilge Kül Kadir Han zamanında Müslümanlığı kabul ettiler. M: 1212 yılında Harzemşahlar tarafından son verildi.

Gazneliler: M: 968’de Sebük Tegin tarafından kuruldu. Gurlular tarafından M: 1187’de yıkıldı. En büyük hizmetleri özellikle Gazneli Mahmut döneminde İslâmın Hindistan ve civarına yayılmasını sağlamaktır. Tarih alanında Gazneliler döneminde El-Utbi, Gerdizi, Beyhak gibi büyük tarihçiler yetiştirdiler.

Harzemşahlar: M: 1097’de Atsız tarafından kuruldu. Moğollar tarafından M: 1231 yılında ortadan kaldırıldı. Bu devletin Moğolların eline geçmesiyle İslâm kültürü ağır bir darbe yedi. Özellikle Celâleddin Harzemşah tarafından Moğollara karşı pek çok defa başarı sağlanmış ve uzun süre İslâm dünyası Moğol istilâsından korunmuştur.

Memlükler: M: 1250’de İzzettin Aybeg tarafından kuruldu. M: 1517’de Yavuz Sultan Selim tarafından son verildi [21].

9. İSLÂMİYET’İN MEDENİYETE KATKILARI

Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesine ulaşmasında en büyük pay “İslâm uygarlığı”na aittir. Yapılan keşiflerin tamamına yakını, dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan döneme rastlar. Bütün hayatlarını, dolayısı ile bilime dair bütün çalışmalarının temelini Kur’ân ve Sünnete dayandıran Müslümanlar, her dönemde bilime sahip çıkmışlardır. Akla ve bilgiye dayanan İslâm uygarlığı, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir [14].

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku.” [15], “Bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız.” [16] gibi âyetler, ilme verilen değer, ilmin fazileti ve âlimlerin üstünlüğü hakkındaki açık delillerdendir [16]. Peygamberimizin, “İlim mü’minin yitik malıdır, nerde bulursanız alın.” [17], “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.” [17], gibi pek çok hadisi de yukarıdaki ayetlerin mânâlarına destek vererek Müslümanları ilmi araştırmalara sevk etmiş ve elde edilen bilginin uygulamaya konulmasını (teknoloji kurmayı) teşvik etmiştir.

Kur’ân’da, kâinatın yaratılışı ve düzeni ile ilgili âyetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, tabiatta Allah’ın varlığının delillerinin görülmesi, kâinattaki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol açmıştır.

İslâm dünyasına, insanlığa ve medeniyete büyük katkılar sağlayan binlerce bilim insanı yetişti. Kendi alanlarında çığır açan ve tarihe damgasını vuran Müslüman ilim adamlarından bir kısmını aşağıda vereceğiz [4]. Bu, İslâmiyet’in Müslümanları bilim ve teknolojiye ne denli teşvik ettiğinin ve medeniyete yapmış olduğu büyük katkıların bir göstergesidir.

* Akşemseddin: Pasteurden 400 sene önce mikroptan söz eden bilgindir.

* Ali Kuşçu: Yaşadığı yüzyılın Batlamyus’u olarak anılan büyük bir astronomi ve matematik âlimidir.

* Cabir bin Hayyam: Atom bombası fikrini ilk defa ortaya atan ve “kimyanın babası” olarak bilinen dâhî bilgindir.

* Cezeri: Sibernetiğin kurucusudur. Otomatik sistemin öncülerindendir.

* Evliya Çelebi: Büyük Türk seyyahı ve yazardır.

* Farabi: Ses olayını ilk defa fizikî yönden açıklayan dünyanın en büyük fizik bilgini ve filozoflarındandır.

* Harizmi: İlk cebir kitabını yazan ve “sıfır (0)” rakamını kullanan, Batıya cebiri öğreten matematik bilginidir.

* İbni Haldun: Sosyolojinin kurucusudur. Tarihi ilim haline getiren büyük bir düşünürdür.

* İbni Heysem: Optik ilminin kurucusu olan büyük bir fizik âlimidir.

* İbni Kemal: Dönemin büyük bilim adamlarındandır. 300’ü aşkın eser vermiştir.

* İbni Rüşd: Eserleri Avrupa’da yıllarca okutulan İslâm bilginidir. Büyük bir mütefekkir, doktor, astronom ve matematikçidir.

* İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene kadar temel kitap olarak okutulan dâhî bir Müslüman doktordur. 270 kadar eser vermiştir.

* Kindi: Einstein’e benzer olarak izafiyet teorisini ilk defa ortaya atan Müslüman bilgindir.

* Mimar Koca Sinan: Seviyesine bugün bile ulaşılamayan dâhî mimar 364 esere imza atmıştır. Çıraklık eseri olan Şehzade Camii, kalfalık eseri olan Süleymaniye Camii ve ustalık eseri olan Selimiye Camii eserlerinden bir kaçıdır.

* Ömer Hayyam: Binom açılımını bulan âlim, şair matematikçi ve astronomdur.

* Pîrî Reis: 500 sene önce bugünküne çok benzer dünya haritasını çizen coğrafyacıdır.

* Râzî: Cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanan, asırlar boyunca Avrupa’ya ders veren kimyager ve doktordur.

10. SONUÇ

İslâm tarihi gösteriyor ki, İslâmiyet’in en güzel yaşandığı dönemler, Müslümanların altın çağları olmuştur. Emeviler, Abbasiler, Endülüs İslâm Devleti, Eyyubiler ve Osmanlılar buna şahittir. Bu dönemlerde Müslümanlar bilimin her dalında büyük ilerlemeler kat etmişler, çağlara damgalarını vurarak bugünkü Avrupa ve Amerika Medeniyetine hocalık etmişler ve büyük ilim adamları yetiştirmişlerdir. Bütün bunlar İslâmiyet’in bir akıl ve mantık dini olduğunu, insanlığın yararına olan her türlü bilimsel ve teknolojik gelişmeyi desteklediğini ve teşvik ettiğini açık olarak ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi: [5] “Ne vakit Müslümanlar; İslâmiyet’i tam mânâsıyla yaşamışlarsa, o zamana nispeten terakki etmişler, insanlığa yol göstermişlerdir. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslâm devleti olmak üzere tarihteki İslâm devletleridir. Ve ne vakit de İslâm cemaati dine karşı lâkayt vaziyeti almışlar, dinden uzaklaşmışlarsa; gerileyip perişan olmuşlardır. Buna Şahit de, günümüz İslâm dünyasıdır.”

Yukarıda bahsedilen göz kamaştırıcı tabloyu ortaya koymamızdaki amaç, geçmişimizle kuru kuru övünmek değil, İslâm dünyasının sahip olduğu muazzam potansiyeli ortaya koymaktır. Biz de onlara lâyık torunlar olarak, doğru İslâmiyet’i yaşayarak, insanlığa erdemli bir medeniyeti dün olduğu gibi bu gün de sunabileceğimize inanıyoruz.

KAYNAKLAR:

[4] DÖĞEN, Şaban; İlme Yön Veren Müslüman İlim Adamları, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, 368.

[5] Nursî, Bediüzzaman Said; Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s.59, 100, 107, 112, 114, 313.

[14] YAHYA, Harun; Kuran Bilime Yol Gösterir.

[15] DÖĞEN, Şaban; Kur’ân-ı Kerim’in Açıklamalı Türkçe Meali, Bakara Sûresi 256.âyet, Nahl Sûresi 125. âyet, Mücadele Sûresi 11.âyet ve Alak Sûresi 1.âyet, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2005, s.69, 433, 714, 793.

[16] YAZIR, Elmalı M. Hamdi; Hak Dini Kur’ân Dili; Azim Dağıtım, İstanbul, 4. Cilt s.319 ve 7. Cilt s.463.

[17] MUTLU, İsmail ve diğ.; Camiü’s-Sağir Muhtasar Tercüme ve Şerhi (4 Cilt), Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2002, s.173, 310, 1023, 1154, 1210, 1214, 1223, 1352, 1551, 1631.

[21] MERÇİL, Prof. Dr. Erdoğan; Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991, s.1-235, 236-318.

06.04.2007


 

SORU-CEVAP

S: Sünneti öğrenip uygulamak için sadece Risâle-i Nur okumak yeterli midir? Yoksa hadis ve sair dînî bilgileri ihtiva eden kitapları da okumamız gerekir mi?

C: Dinî bilgi üç gruba ayrılabilir: İnanmanın akıl, kalp ve vicdan boyutunda gerçekleşmesini sağlayan “iman bilgisi”, inandığını yaşamanın yollarını gösteren “hayat bilgisi” ve toplum içinde davranmanın (da) kurallarını içeren “şeriat bilgisi”.

Temel soru galiba şudur: Risâlelerde bunların hangisi, ne oranda ve ne biçimde vardır?

Bir kişi, bir kitap yazarken, bildiklerini bildirmek ister. Yani yazarın bilgi türü ve seviyesi önemlidir. Bu durumda önce Bediüzzaman’ın neleri bildiğine bakalım:

Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlının son devrinin İslâm akademisi olarak da tanımlanan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de ilim heyeti üyesi iken, “mahreç” payesi almıştı. Bugünkü karşılığı, ordinaryus (kürsü sahibi) profesör olarak ifade edilebilir. Kendi döneminde bugünkü gibi bir sınıflandırma yoktu, ancak bugünküne bakarak din sosyolojisi, felsefe (hikmet), siyaset bilimi ve ilahiyat alanlarında uzmanlaşmış olduğu söylenebilir.

Bu tür bir bilgi birikimine sahip olan bir kişi, kendisi için lâzım olan “iman ve hayat bilgisi”ne de, topluma yön vermek için gerekli olan “şeriat bilgisi”ne de sahip demektir. O halde Said Nursî’de bildiklerini bildirmek için yazdığı kitaplarında bu üç ilmi konuşturabilir(di). Ancak böyle yapmamıştır.

Gerçekten Said Nursî bütün hayatı boyunca kitaplarında iman ve şeriat bilgisine yer vermiştir. Ancak, kendisi için doğrudan ve aslî bir vazife olarak görmediğinden değil, toplumun buna acil ihtiyacı olmadığından, hayat bilgisi dersi veren kitaplar yazmamış, bu tür bir vazife yapmamıştır diyebiliriz.

Zira hakkını teslim edelim ki, önce Bediüzzaman’ın ve sonrasında—özellikle şimdilerde—bütün hamiyet-i diniye sahiplerinin teşhis ettiği üzere, bu asrın bir özelliği olarak ferdin imanı sarsıntıdadır. Takviye için, ana kaynak olan Kur’ân’dan alınacak yeni bir iman dersine ihtiyaç vardır. Bu sebeple Risâle-i Nurların ve Nurcuların ana kavramı imandır. Said Nursî de eserlerinde bir iman dersi vermiştir. Ayrıca bu eserlerde iman dersinin başkalarına nasıl aktarılacağının yöntemini de bildirmiştir. Sadece hocalık yapmamış, hoca da yetiştirmiştir. Diğer deyişle Bediüzzaman aynı zamanda metodoloji, pedagoji ve özellikle androgoji (yetişkin eğitimi bilimi) uzmanıdır ve uzmanlığını konuşturmuştur. Said Nursî’nin iman alanında yaptığı, tam bir içtihattır. Risâlelerdeki bu bilgiyi, kendisi için ihtiyaç duyan ya da ihtiyacının farkına varan/varabilen/vardırılabilen herkes almıştır, almaya da devam edecektir.

Yine hakkını verelim ki-bu açıdan, hâlen rakipsizdir—Said Nursî aynı zamanda, toplumsal yapılardaki ve devlet sistemlerindeki değişimi doğru biçimde okumuş, dinî hükümlerin toplumsal hayata ve devlet sistemine uygulanması konusunda da eski çağların yaklaşımlarının yeterli olmadığını görmüş, bu sebeple bu alana yönelik olarak da çok önemli bir yeni yaklaşım geliştirmiş ve tecdit yapmıştır. Bu hususta söyledikleri de tam bir içtihattır. Diğer deyişle Bediüzzaman şeriat bilgisi de vermiştir. Ancak bu alandaki bilgilerin, meraklı ve tartışmalı bir alan olan siyaset alanına dair olması sebebiyle herkes tarafından alınmadığı ya da devşirilerek/elenerek alındığı görülmektedir.

Bunlara karşılık Bediüzzaman dinî yaşayışın bilgisini, yani “hayat bilgisi”ni veren eski-yeni kitapların varlığından mutlu olmuş, bunlara sadık kalmış, hatta (içtihat kapısı açıksa bile girmemek gerekir) diyerek, bu alanda içtihat yapmamış/yaptırmamış, bu alana ilişkin yeni şeyler söylemek anlamına gelen “dinde reformculuğa” şiddetle karşı çıkmıştır. İhtiyaç olmadığını gördüğü için bir ilmihal kitabı yazmamıştır. Bir ahlâk kitabı yazmamıştır. Bir siyer kitabı ya da bir şemail-i şerif yazmamıştır. Yeni bir amelî mezhep kurmaya da kalkmamıştır. Zira Bediüzzaman da bilmektedir ki; iman bilgisini tamamlamış olan bir mü’min hayat bilgisi için kendiliğinden kaynak arar ve kolaylıkla bulur. Bu bilgilerden sonra, dinî referansları olan herhangi bir kitabı okuyanların hangi türden bilgiyi almak için okuduğuna bakalım:

Bir kişi bir dinî kitabı iman bilgisi almak ve aktarmak için okuyabilir. Said Nursî bu konuda titizdir ve aslında birer hoca yaptığı kendi talebelerini, vakitlerinin nakitlerinden dahi daha kıymetli olduğu hususunda uyarır ve başka dersler vermeye ve dolayısıyla başka eserlerden dersler almaya vakit ayırmamaları hususunda ikaz eder. Gerçekten bu zamanda iman dersini, özellikle eski asırlarda yazılmış olan başka eserlerden almaya çalışmak, on gram bal için bir kilo keçiboynuzu yemeye ve üstelik de bu arada dişini kırmaya sebep olmaya eşdeğerde zahmetli ve anlamsız bir iştir.

Bir kişi bir dinî kitabı, imanını hayatına aksettirmek için okur. Bu halde okunması gereken kitap, bir ilmihal, bir siyer veya bir hayat bilgisi kitabıdır. Bir defa okunup anlaşıldığında, unutulmadığı sürece, bilgi tamamlanmış, eksiklik giderilmiş olur. Hadis kitaplarında, özellikle çeşitli konulardaki seçme hadislerin yer aldığı kitaplarda bu bilgilerin tümünü bulmak mümkündür. Bu açıdan Risâleler bir kaynak değildir. Meselâ, vereceği zekâtın oranını Risâlelerden arayan bir esnaf, bulamaz. Namazın sünnetlerinin listesi de Risâlelerde yoktur. Ama hatırlatalım ki sünnete uymak bir iman meselesidir ve niçin sünnete uyulması gerektiğini en iyi Risâleler anlatır.

Bir kişi bir dinî kitabı, devlet ve toplum hayatına şekil vermek için okur. Bu açıdan Risâleler bir hazinedir. Ancak bu hazinenin açılabilmesi için, kuralları ve ilkeleri olaylara uyarlayabilecek, yorumlayabilecek, deyim yerinde ise, devamlı içtihat (cehd) yapabilecek kişilere ve bunun için gerekli bilgiye (malzemeye) ihtiyaç vardır. Diğer ifadeyle şeriatın toplumsal boyutunu çözümlemek de Risâle-i Nurun, özellikle de onu yorumlayacak ve uyarlayacak olan Nurcuların işidir.

[Risâle-i Nur Enstitüsü |

Soru&Cevap Köşesi]

-Tel: +90 212 513 1110-

http://www.Risâleinurenstitusu.org

06.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004