16 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Çocuk yetiştirme üzerine bazı prensipler


A+ | A-

Çocukları istikbâle göre hazırlayın. Kültürlü yetiştirin. Devamlı kitap okuyun ki, onlar da sizi görerek okurlar. Gerektiğinde okuma programları, müzâkereli, tartışmalı oturumlar düzenleyin.

- Onlara geçerli bir meslek öğretin.

- Çocuklarda benimseme, model kabul etme, taklit güçlüdür. Onları kötü magazin, televizyon programlarından koruyun. Hayatında fazilet kırıntısı bulunmayan şahsiyetler, karaktersiz kişilikler; farkına varmadan şuûrlarına yerleşir. Şiddet bağımlısı olurlar.

- Çocukları cinsiyetlerine göre eğitme meselesinde hassasiyet gösterin. Kız çocuklara, anne-hanım-eş; erkek çocuklara da baba ve babalık rollerini benimsetin. Giyim-kuşam işinde de buna riâyet edin.

- Hayâ/ar duygunuzu yerinde ve ölçüsünde kullanın. Utanma, zamanı geldiğinde cinsel meseleleri öğrenme ve öğretmeye engel olmamalı. Nasıl ki, bir çocuğa, ilk devrelerde kalori miktarı yüksek ve hazmı zor gıdalar verilemez, süt ve benzeri hafif, besin değeri yüksek gıdalar verilirse; aynen bunun gibi, cinsel eğitime geçmeden önce imân aşılanır, ahlâkî bilgiler verilir. Cinsiyetini fark ettiği yaştan itibaren de, fıtrî seyri içinde gerekli bilgiler verilir.

- Çocuklarınızı, 7-10 yaşlarına geldiklerinde, mutlaka ayrı yataklarda yatırın. “Demek ki, benim farklı yönlerim var!” düşüncesini ve kimliklerini geliştireceklerdir. Zaten peşinden “Neden, niçin?” sorular gelecektir.

- Ergenlik çağına erişince vücudunda fıtrî olarak meydana gelen gelişme ve değişikliklerin sebeplerini izâh edin. Beden ve çevre temizliğini öğretin.

- Her zaman olması gerektiği gibi bilhassa çocukların yanında menfî davranış ve konuşmalardan kaçının. Onlar teyp, fotoğraf makinesi gibidirler. Neyi görürlerse onu alır; neyi işitirlerse onu hâfızalarına nakşederler.

- Meşrû ve gayrimeşrû hayatın sınırlarını anlatın. Ondan doğacak tehlikeleri nazara verin. Hak ve hürriyetleri, büyüklere ve küçüklere karşı nasıl davranmaları gerektiğini öğretin.

- İyilik ve yardım etme hasletlerini onlara fiilen göstererek geliştirin.

En büyük terbiyeci ve eğitimci Hz. Muhammed (asm), bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz, “Hamd O Allah’a olsun ki, O ne bir çocuk edinmiştir, ne de mülkünde bir ortağa sahiptir”1 âyetini yedi sefer okutarak ezberletirdi.2 Yüce Yaratıcımızın kesin emri şudur: “Çoluk-çocuğuna namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırırız.”3

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Nahl, 78.

2- Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 359.

3 Kur’ân, Tâhâ, 132.

16.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Kaderin adâleti ve zalimin zulmü


A+ | A-

Risâle–i Nur'da, belki iki yüzden fazla yerde "şahs–ı mânevî" tâbiri zikrediliyor. Bu tâbirle, ekseriyetle de şu mânâlar nazara veriliyor:

* Zaman, şahs–ı vâhit zamanı değil; şahs–ı mânevî zamanıdır.

* Şahıs, ne kadar kuvvetli olursa olsun, hatta yüz dâhî kuvvetinde bile olsa, eğer bir şahs–ı mânevî hüviyetine bürünemiyorsa, gün gelir bir hiç hükmüne geçebilir.

* Küfür ve dalâlet, bu zamanda bir cereyan, bir şahs–ı mânevî sûretinde hükmünü icrâ ediyor. Buna mukabil, ehl–i imân da, bir şahs–ı mânevî olarak meydana çıkmalı ki, ona karşı durabilsin, dayanabilsin, galip gelebilsin.

* Küfrün şahs–ı mânevîsine karşı şahs–ı vâhit ile çıkmak, mücadelede mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir.

* Şahıs, bu zamanda her türlü tehlikeye mâruzdur: Vurulabilir, çürütülebilir, yanıltılabilir, yamultulabilir, yönlendirilebilir, nihayet öldürülebilir... Şahs–ı mânevî ise, çok daha metindir. Mezkûr tehlikelerden mahfuzdur. İlâhî rahmet ve inayet altındadır.

* Şahıs fânîdir; şahs–ı mânevîye istinad eden dâvâ ise bâkidir. Bâki olan bir dâvâ, fânî omuzlara bina edilmemeli.

* * *

Bir başka husus da şudur: Şahsa bağlı olanlar, meftûn oldukları şahsın sözlerini tartmazlar, ölçüp–biçmezler; söylediklerini de, asla mihenge vurmazlar. Dahası, şahsın her türlü söz ve davranışında bir hikmet eseri ararlar.

Bu da, haliyle bir kàbiliyet zaafına, bir düşünce tembelliğine yol açar.

Evet, şahsa endeksli beyinler, genellikle "Biz bilemeyiz. O bilir. O, herşeyin en iyisini bilir, en doğrusunu yapar..." modunda bulunduğu için, belli bir sınırın ötesine geçemez.

Dolayısıyla, fıtrî seyri içinde inkişâf edip gelişmez, gelişemez. Yarım kapasite çalışmaya âdeta mahkûm olur.

Oysa, Cenâb–ı Hak, eşref–i mahlukat olarak yarattığı insanı, "zeminin halifesi" olabilecek bir kapasite ile donatmıştır.

Yaratılışın bu noktadaki sırr–ı hikmetini bilen ve düşünen bir insan, ne kendini başkasından üstün görecek kadar böbürlenip tekebbür etmeli, ne de Allah'tan gayrısına kulluk edercesine itaat edip boyun eğmeli.

Evet, insan olarak, bu dünyaya sadece ve sadece Allah'a boyun eğmek için geldiğimizin her daim şuurunda ve idrakinde bulunmalıyız.

* * *

Üstad Bediüzzaman gibi bir zirve şahsiyet bile "Benim fâni şahsıma bağlanmayın... Benim sözlerimi de mihenge vurmadan almayın..." dediğini çoğu kimse bilir.

Buna rağmen onun risâlelerini okuyan kimselerin gidip fâni şahıslara hem de tutkulu şekilde bağlanması, dahası, onların sözlerini mihenge vurmadan doğru kabul edip kalbinin, yahut beyninin merkezine oturtmaya çalışması, size de çok tuhaf gelmiyor mu?

İşte, böylesine tuhaf durumlara düşmüş bir–iki kişiden, İsrail'in yardım gemisine saldırısı ile ilgili geçen haftaki "Söze kınamakla başlanmalı" başlıklı yazımıza, aynı tuhaflıkta bir eleştiri geldi.

Eleştiri sahipleri, İsrail vahşetini kınamayan, hatta neredeyse Türkiye'nin tavrını yanlış bulduğunu deklare edecek kadar aykırı giden bir meşhûr zâtın tavrına kılıf giydirmek kàbilinden birşeyler söylediler.

Onlara göre, hadiseye şöyle bakmak gerekiyormuş: "Biriken hata ve günâhlarımız sebebiyle Birinci Dünya Savaşında mağlup düştüğümüze inandığımız gibi, şimdi de kendi hatamızın kurbanı olduğuna inanmamız daha doğru olur."

Aman yâ Rabbi! Bir beyin, nasıl oluyor da, kaderin adâlet tecellisini, tutup zalimin zulmüne perde yapma, yahut gerekçe kılma yönünde çalışabiliyor?

Evet, insanlar zulmeder; kader ise adâlet... Lâkin, kaderin adâleti, zalimin zulmünü görmezden gelmeyi asla icap ettirmez... İlâhî adâlet, bizi zalimlerin karşısına dikilmekten, onlarla mücadele etmekten hiçbir şekilde men' etmez.

Bundan dolayıdır ki, kaderin hikmet ve adâlet tecellisini en güzel sûrette bizlere ders veren Üstad Bediüzzaman, vatanımızı işgal eden kâfir Ruslara ve gaddar İngilizlere karşı bütün mevcudiyetiyle mücadele etmiştir. Ezcümle:

Keçe külâhlı talebeleriyle birlikte cepheden cepheye koşmuş, Rus mojikleri ve onlarla birlikte hareket eden Ermeni çetecilerine kan kusturmaya çalışmıştır. Talebelerinin çoğunu şehit vermiş, kendisi de yaralı halde esir düşmüştür.

Keza, İstanbul'daki İngiliz işgaline karşı Hutûvât–ı Sitte isimli eseriyle mücadele etmiş; üstelik "Tükürün o ehl–i zulmün hayasız yüzüne" demekten geri durmamıştır. Onun "Yaşasın, zalimler için cehennem!" sözü ise, dillere destan olmuştur.

Bu ise şu demektir: Her ne şekilde ve her ne pahasına olursa olsun, mü'min ve Müslümanlar olarak, zalime karşı olduğumuzu bir şekilde ifade ile tavrımızı izhar etmek durumundayız.

Hiçbir gerekçe, bizi bu tavrımızdan, bu mücadelemizden alıkoyamaz, koymamalı.

Demek ki, Müslüman olarak bazı hata ve günahlarımızın varlığı, zalimin zulmünü hiçbir şekilde hafifletmez, cezasını ortadan kaldırmaz; dahası, zalimle mücadele etme gerekçesini ortadan kaldırmaz.

Tarihin yorumu 16 Haziran 1950

Ezan, 18 yıllık hapisten kurtuldu

Tek parti diktatoryası döneminde 1932 senesinde yasaklanan Ezan–ı Muhammedî, 18 yıllık aradan sonra yeniden hürriyetine kavuştu.

16 Haziran 1950'de toplanan Meclis'in ana gündem maddesi, ezan üzerindeki yasağın kaldırılmasıydı.

Memleketi ve Meclis'i öyle bir mânâ ve heyecan dalgası sarmıştı ki, konulan yasağı savunmaya kimsenin mecâli, takati kalmamıştı. Meclis Genel Kurulunun kararıyla, ezan yeniden serbest bırakıldı.

1932'de yasaklanan Muhammedî ezan, sadece hapishanelerde serbestçe okunabiliyordu. Dışarıda ise, yer yer cami içinde ve ancak gizlice okunabiliyordu.

Bediüzzaman ve has talebeleri, ezan yasağına tâ başından beri hiç uymadılar ve Muhammedî ezanı hiç terk etmediler.

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Doğduğum toprakların hatırlattıkları


A+ | A-

Karadeniz Ereğli, Zonguldak iline bağlı ve yüz bin nüfuslu şirin bir ilçedir. Demir ve Çelik Fabrikasının 1960 yılının başlarında temeli atılmasından sonra sürekli büyüyen ve gelişen Ereğli, bugün itibariyle bir sanayi şehri haline gelmiştir.

Tahsil hayatımın ilk ve orta bölümü Kandilli beldesinde, endüstri meslek lisesi kısmı ise Ereğli’de geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarıma ait hatıraları hep oralarda yaşadım. Risâle-i Nurları ve Nur Talebelerini Ereğli’de tanıdım. Dindar bir aile ortamında yaşadığım ve ilkokuldan beri namazlarımı kıldığım halde, ibadetin gerçek tadını Nur Cemaati ile birlikte tattım. İslâm ve imana hizmet etme şuûrunu onlarda buldum. Takva dairesinde yaşamanın mânâsını onlar sayesinde anladım. Hülâsa, Ereğli’nin benim üzerimde bıraktığı izler tarif etmenin çok ötesindedir.

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı için Ereğli’ye dâvet edilmiştim. Anadolu’nun çok yerlerine gittiğim halde, memleketime gitmem bir hayli gecikmişti. Yaz dönemine denk gelmesi de bir cihette iyi oldu. Yılda bir defa akrabalarla görüşmek, en azından telefonla aramak veya mektuplaşarak hâl ve hatırlarını sormak Allah’ın bir emridir ve dînî bir vecibedir. Sıla-i rahimi koparmak, yani akrabalarla ilişkiyi kesmek büyük günahlardan olduğu hepimizce bilinen bir gerçektir.

Dâveti vesile yaparak ailece köyümüzün yolunu tuttuk. Cuma akşamı namazdan önce köye ulaştık. Annem seksen yaşındaydı. Geleceğimizi bildiğinden gözleri yollarda kalmış. Hasretle ellerini öptüm. O da, bir çocukmuşum gibi başımı okşadı, öptü, kokladı. Ne kadar yaşlansak da yine onun çocuğuyduk. Erkek ve kız kardeşlerim, onların çocukları ve köyden gelen komşularla âdeta bayram havası yaşadık. Ertesi gün dayı, amca ve halalarımla görüşmeler, hepsi bambaşka duyguların yaşanmasına vesile oldu. Suyunu içip havasını kokladığım, tarlalarında hayvanlarımızı güttüğüm doğduğum topraklar, beni geçmiş zamanlara götürdü.

Ertesi gün köy mezarlığına gittik. Elli iki sene evvel genç yaşta vefat eden babam köşe başında yatıyordu. Hemen yanı başında babaannem, onun yanında dedem, onun arkasında amcam yatıyordu. Ne hatıralar yaşanmıştı! Altmış senelik hayatım boyunca bu köyden kimler gelip geçmemişti ki! Annem ve iki yaşlı teyzeden başka benim tanıdığım yaşlılardan kimse kalmamıştı. Hepsi bu kabristandaydı. Acı tatlı hatıralarıyla her şey dünyada kalmış, herkes kendi amelleriyle baş başaydı. Ölümü bir türlü kendine yakıştıramayan ve sür'atle kabre koşan bu insanların çoğu nasıl da aldanmışlardı! Hep dünyada kalınacakmış gibi duygularla bunların bir kısmı birbirlerini nasıl da incitmişlerdi! Bir çoğuna şahit olmuştum. Helâlleşmeden gidenler de vardı. Ya Rabbi! İnsanlar nasıl da göz göre göre kendilerine zarar veriyorlardı! Ama burası imtihan dünyasıydı. Kimi kazanarak, kimisi de kaybederek gidecekti. Kur’ân ve Fatiha okurken ben bunları düşünüyor ve içimden “Allah’ım! Razı olmayacağın amellerden bizleri uzak tut. Âzamî ihlâs ve sadâkât dairesinde hayatımızı geçirmeyi nasip et. Âhiretini kazanarak giden kullarının arasına bizleri de dahil et” diye duâ ediyordum.

Cumartesi akşamı, Ereğlili gönül dostlarımızla birlikte olduk. İki bölüm halinde paylaştığımız Nur dersleri, hayatımıza yön verecek ve gereğini yaptığımız takdirde Allah’ın rızasına nail edecek prensipleri ihtiva ediyordu.

Pazar günü öğleye doğru tekrar Ankara’ya hareket ettiğimizde, hem sıla-i rahim yapmanın, hem de hizmete mazhar olmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Bu, Allah’ın fazlından bir ikramdı.

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sağanak feyiz günleri: Şuhur-u Selâse


A+ | A-

Farklı ve şok etkili ibadetleri bulunan günlere, aylara, yani Üç Aylara girmiş bulunuyoruz. İbadet fırtınaları için programlanmış ve gündemimize taşınmış yepyeni günler bu günler ve aylar. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle şuhur-u selâse, yani üç aylar, pek çok uhrevî faydaları kazandırıyor, ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşher ve üç ayda seksen senelik bir ömrü ehl-i imana temin ediyor. Başka vakitte ‘on’ olan her bir hasenenin sevabı, Receb-i Şerif’te yüzden geçiyor, Şâban-ı Muazzam’da üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek’te bine çıkıyor ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuz bine çıkıyor.1

Bu bereketli zaman dilimlerinde, diğer günlerde olduğu gibi, kalbimiz tek bir makama yönelecek, tek bir makamdan imdat isteyecek, tek bir makama arz-ı hâcet edecek, tek bir makamı zikredecek. Ahlâkımızı tek bir makamla olan ilişkilerimiz yönlendirecek. Kalbimiz hastalıklarına şifâ kaynağı olarak yalnız Allah’ı bilecek.

Bazı topraklar ve bazı mevsimler, diğer bazı örneklerine göre bir bereket fırtınası yaşarlar. Kimi topraklara kimi mevsimlerde ne ekseniz, hemen çimlenir, hemen yetişir ve hemen elinizden tutar. Bir verirsiniz, en az on katıyla hemen alırsınız. Bazen yüksek derecelere doğru katlanır bu verimlilik, yükselir. Bazen bire yüz, bire bin aldığınız olur.

Kıraç ve verimsiz topraklara, bir de mevsiminin dışında bir şey ekmeye kalksanız, bir şey alamazsınız. Ne var ki, maneviyatta merhamet daha yüksektir. Mâneviyâtta toprağın verimsizini, kıracını, mevsimin olumsuzunu tamamen bizim iç dünyamız, yönelişimiz ve Allah’ın hadsiz rahmeti belirliyor. Hele biz bir yönelelim. Nerede, ne zaman, nasıl yönelmiş olursak olalım; Allah “Onca fırsatları kaçırdın da, gelmedin” demiyor; bizi rahmetiyle, merhametiyle, affıyla, mağfiretiyle, şefkatiyle kucaklıyor. Biz O’na doğru yürürsek, O bize doğru koşuyor. Yani ezelî imkânlarını seferber ediyor, elimizden tutuyor, imdat çığlıklarımıza muhatap oluyor, cevap veriyor, bize yardım ediyor.

Çünkü Yaratıcımız,—tâbir caizse—, bize çok düşkün. Bizim mutluluğumuz için hayrı da, şerri de sebep kılıyor. Hayır veriyor, şükredeni mükâfatlandırıyor. Şer veriyor, sabredeni mükâfatlandırıyor. Kur’ân bunu, “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır”2 âyetiyle ilan ediyor.

Bu üç aylarda ve üç ayların içinde bulunan muhtelif gün ve gecelerde rahmet-i Rahmân’ın daha coşkulu bir rahmet ve daha büyük bir şefkatle bizi sardığı, bize yöneldiği, bu gün ve gecelerin mânevî yükselişimiz için, günahlarımızdan arınmamız için, tövbe ve istiğfar etmemiz için ve makbul bir kul olmamız için daha münbit ve daha verimli bir zemin teşkil ettiği konusunda çok sayıda haber mevcut. Başka zamanda bire on sevap getiren ibâdetler, bu aylarda, bu gün ve gecelerde bire yüz, bire yedi yüz, bire bin, bire on bin, bire yirmi bin, bire otuz bin mânevî kazanca vesîle olabilmektedir. Duâlar daha çok müstecâb olmakta, niyazlar reddedilmemektedir.

Şimdi bu mesaj ve haberlerden bir demet sunalım:

Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm buyurdu ki:

“Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır.”3

“Bu aya Recep denmiştir. Çünkü bu ayda Şaban ve Ramazan hürmetine büyük hayır ve hürmet lütfedilmiştir.”4

“Beş gece vardır ki, onlarda yapılan duâ geri çevrilmez. Bunlar: 1- Receb ayının ilk gecesi olan Regâib Gecesi, 2- Şaban ayının on beşinci gecesi olan Berat Kandili, 3- Cuma Gecesi, 4- Ramazan Bayramı gecesi, 5- Kurban Bayramı Gecesi.”5

“Şaban ayı, Receple Ramazan ayı arasında bulunan, insanların çoğunun değerini bilmediği bir aydır. Onda kulların amelleri Allah’a arz edilir. Ben amelimin ancak oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim.”6

“Şaban ayına bu ismin verilmesinin sebebi, bol ve bereketli hayırlar, onda oruç tutan kimse Cennete girinceye kadar dallanıp budaklandığı içindir.”7

“Şaban ayının yarısı geldi mi, o geceyi ibâdetle ihyâ edin, gündüzün de oruç tutun. Çünkü Allah Teâlâ o akşam güneş battıktan sonra dünya semâsına tecellî eder ve der: ‘İstiğfar eden yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Hastalığa uğramış olan yok mu, âfiyet vereyim! Kezâ, duâ eden yok mu, kabul edeyim!’ Bu böyle sabaha kadar devam eder.”8

“Ramazan ayına bu ismin verilmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.”9

“Ramazan ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennem ateşinden kurtuluştur.”10

Üç Ayların İslâm âlemi için ve bütün Müslümanlar için hayırlara ve bereketlere vesile olmasını Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlaktan niyaz ederim.

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İsrail’in bağımsız (!) Araştırma Komisyonu


A+ | A-

ABD yönetiminin İsrail’in Gazze konvoyuna yaptığı vahşi saldırıya ilişkin olarak kendisinin ‘bağımsız’ (!) araştırma yapma teklifini desteklemesiyle uluslar arası hukuka ilişkin çok bilinen bir gerçek bir kez daha teyit edildi: Uluslar arası hukuk güçlüler hukukudur. Yaptırımı yalnızca güçsüzlere işler.

Avrupa Birliği de Amerika’nın bu desteğinin ardından, araştırma komisyonuna dahil edilecek iki sözde bağımsız üyeyi yeterli görerek, bu komisyonu desteklediğini açıkladı. Halbuki biri İrlandalı diğeri Kanadalı bu iki kişinin oy hakkı bile olmayacak.

Bu müthiş bağımsız araştırma komisyonunun sonuç raporunu bütün basını atlatarak size şimdiden duyuralım isterseniz:

“Yapılan bağımsız ve tarafsız soruşturma sonucunda, olayın gerçekleştiği uluslar arası sular denilen bölgenin beşbin yıl önceki büyük yer hareketleri sonucu Akdenizi oluşturan çöküntü öncesi o zamanın İsrail’in toprakları içinde kaldığı, dolaysıyla bırakın karasularını, kara ülkesi içinde yer aldığı, gemide bulunan ‘saldırganlar’ın çocuk bilyesi görünümlü türü henüz belirlenemeyen mermileri, sapan görünümlü modern ötesi silâhlarla atarak, İsrail askerlerini yaraladığı, bu yüzden askerlerin tamamen meşrû müdafaa çizgisi dahilinde kalarak, plâstik mermilerle ateş ettikleri, ancak saldırganların mermilerin üzerine atlayarak hızını arttırmaları sonucu plâstik mermilerle, henüz belirlenemeyen bir şekilde, öldükleri, bu olaylarda İsrail devletinin hiçbir kusurunun olmadığı, aksine olayda harcanan mühimmat, operasyona katılan askerlerin harcırahları ve akaryakıt giderlerinin gemiye barış gönüllüsü adı altında saldırgan yerleştiren ülkelerce ödenmesi gerektiği, bu barışçı müdahalede altıyüz kişiden yalnızca dokuzunu öldürdüğü için İsrail’e Nobel Barış Ödülü verilmesi gerektiği kanaat ve sonucuna varılmıştır.”

Çok mu abartılı geldi? Meşhur komisyon kurulup da sonuç raporunu yazdığında bu yazıyı bir kez daha okumanızı tavsiye ediyoruz.

Bu arada İran hükümeti tamamen kendi tezgâhladığı bir yardım gemisini Gazze’ye gitmek üzere yola çıkardı. İkincisini de yakında çıkaracağını açıkladı. Akdeniz’de suların iyice ısınmasına yol açan bu adımın, neler getireceğini, İsrail’in nerede ve nasıl müdahale edeceğini göreceğiz.

AB ülkeleri ise ablukanın hafifletilmesi yönünde bir plan hazırlamış. İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in de İsrail’de yaptığı görüşmelerde ablukanın birkaç gün içinde hafifletilmesinde anlaşmaya varıldığını açıklaması kimseyi ikna etmedi. İsrail’in ablukayı kolay kolay kaldırması beklenmiyor. Göstermelik olarak belli gıda maddelerinin girmesine izin verecek, destekçi medya bunu dünyaya büyük bir hayır işlenmiş gibi gösterecek, ama Gazzeli çocuklar ölmeye devam edecek.

Hükümetin uluslar arası araştırma komisyonu kurulmaması halinde, bütün ticarî anlaşmaları iptal etmesi ve siyasi ilişkilerin kesilmesi yönünde karar alacağına dair söylentilere itibar etmiyoruz. Belki bazı basit adımlar atılarak Türkiye’nin kararlılığı gösterilebilir. Ama onlarca yılda kurulan ve çok çeşitli çevrelerin paydaş olduğu ilişkilerin kolaylıkla bozulabileceğini düşünmüyoruz.

Görünen o ki; önümüzdeki günlerde İsrail’le gerginlik, PKK terör eylemleriyle paralel bir şekilde artmaya devam edecek. Umarız bu karamsar yaz havası kısa zamanda dağılır.

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Dostlar soruşturmada görsün!


A+ | A-

Attığı her adımda Ortadoğu’yu biraz daha krize sürükleyen İsrail, Gazze’ye yardım götüren “Mavi Marmara” gemisine baskın düzenleyerek yaptığı yanlışlara, zulümlere ve adaletsizliğe tuz-biber ekmiş oldu.

İsrail bu hareketiyle bütün dünyanın nefretini üzerine çekti. Dört bir yanda İsrail’i kınayan açıklamalar, protesto gösterileri ve toplantılar yapıldı. Protesto ve kınamalar devam etmekle birlikte, bugün itibarıyla İsrail’in fiilî bir ceza almadığı görülüyor. Elbette uluslar arası müeyyideler ve cezalar bir günde uygulanamaz. Ancak Birleşmiş Milletler’in aldığı ‘araştırma/soruşturma’ kararı da İsrail tarafından sulandırılmak isteniyor.

Dünya devletlerinden gelen tepkileri azaltmak isteyen İsrail, kendince bir araştırma komisyonu kurmuş ve “Ben gerekli araştırmayı yapacağım, neticeyi bekleyin” diyor. Tabiî ki kurulduğu ilân edilen komisyonun İsrail’in ‘suçlarını’ araştırması mümkün değil. Dolayısı ile Türkiye bu komisyonun oluşturulma şekline temelden itiraz ediyor ve komisyon üyelerinin doğru seçilmesini istiyor.

Kurulduğu ilân edilen komisyona sadece Türkiye mi itiraz ediyor? Elbette değil. Bu komisyona İsrail’in içinden de köklü ve haklı bir itiraz var. İsrail’deki barış yanlısı örgütlerden “Guş Şalom,” “Bu, hiçbir gücü, yetkisi bulunmayan, bir örtbas etme komisyonu”dur derken, komisyona seçilen Kuzey İrlandalı üye David Trimble’ın de “İsrail’in Dostları” grubunda yer aldığını hatırlatmış. Haliyle “İsrail’in dostları”ndan İsrail aleyhinde bir karar almasını kimse bekleyemez...

Böyle komisyonların ‘adil’ olması gerektiği apaçıktır. Hele hele böyle bir komisyonun ‘suçu işleyen ülke’ tarafından kurulmuş olması tam bir komedidir. Hakim, savcı ve şüpheli aynı kişi olursa, oradan adil bir karar çıkması mümkün mü?

Haberlere bakılırsa İsrail’deki barış yanlısı kuruluşlardan “Guş Şalom” sadece ‘açıklama’ yapıp kenara çekilmeyecekmiş. Örgütün, filo baskınını araştırmak üzere İsrail hükümetinin eski yargıçlardan Yaakov Tirkel başkanlığında oluşturduğu komisyona karşı, İsrail Adalet Yüksek Mahkemesi’ne başvuracağı da belirtiliyor. (AA, 14 Haziran 2010)

Yine aynı kuruluşun açıklamalarından öğreniyoruz ki, kurulan ‘araştırma komisyonu’ baskın ve cinayette görev alan herhangi bir asker veya subayın ifadesini almayacakmış. Peki, bunu bile yapmayan bir komisyona ‘araştırma komisyonu’ denilebilir mi? Böyle bir komisyonun hazırladığı rapordan adaletin tecelli etmesini bekleyebilir miyiz?

İsrail’in hak, hukuk ve adalet tanımayan bu tavrı hem dünya ile alay etmek anlamına gelir, hem de en az ikinci bir gemi baskını kadar yanlıştır. İsrail’in bu tavrına karşı sadece İsrail’in içinden değil; BM üyesi ‘hür ve adil ülke’lerden de ciddî tepki gelmek zorunda. Dünyayı ve insanlığı dikkate almayan, onlarla dalga geçen bir ekibe hür dünya gerekli dersi ve cevabı vermek mecburiyetinde. Aksi halde bu ülke şımarmaya ve keyfî davranışlara devam eder.

Bütün dünya; “dostlar”ı değil, gerçek “uzman”ları soruşturma yaparken görmek istiyor.

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

16 Haziran irâdesi …


A+ | A-

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin 16 Haziran 1950 günü ilk icraat olarak Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi, “demokratlık” hakikatinin ölçüsünü veren demokratik irâdeye en açık örnektir.

Bundan tam 60 yıl önce Demokrat Parti hükûmeti kurulur kurulmaz, Meclis’te Ezânın Türkçeden başka bir dilde okunmasına cezaî yaptırım öngören tek parti devrinin “dinden tecrid” politikalarından kalan Ceza Kanunu’nun 526. maddesini değiştirdi.

Düzenlemenin mimârı merhum Başvekil Menderes’in ifâdesiyle Ezân-ı Muhammedînin “din dilinde” okunabilmesinin önü açıldı. O denli güçlü bir demokratik irâde ortaya konuldu ki, CHP’liler bile tasarının lehine oy verdiler, bu irâdeye karşı duramadılar. Hatta kanlı 27 Mayıs darbesini yapan ihtilâlciler bile bu irâdeye dokunamadılar. İhtilâlden bir ay sonra Millî Birlik Komitesi’nin yayımladığı 30 Haziran 1960 tarihli “35 sayılı tebliğ”le Ezânın Türkçe okunması yasaklandı…

Buna mukabil sekiz yıllık AKP iktidarında, DP ve devamı iktidarların açtığı sayıları 571’e ulaşan imam hatip okullarının önü kesilebilmekte. Anayasa değişikliğiyle “Âcil Eylem Plânı”nda, seçim bildirgesinde ve hükûmet programında söz verilen YÖK Yasası değiştirilmediği gibi, 12 Eylül darbe döneminden kalma Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesinde meslekî ve teknik okulların üniversite giriş sınavlarında “katsayı bariyeri” de kaldırılmış değil. Bu yüzden milyonlarca meslek okulu mezunu haksızlığa uğrayarak mağdur olmakta; AB’ye verilen “demokratik eğitim” taahhüdünün aksine, meslekî teknik eğitim büyük darbe yemekte…

DARBELERDEN KALMA YASAKLARLA…

Keza 28 Şubat’tan kalma mevzuatla halkın yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkede çocukların İslâm’ın teme kitabı Kur’ân öğreniminin “yaşla yasaklanması” devam etmekte.

Yine onca iddiaya rağmen devletin din işleriyle vazifeli anayasal kurumu olan Diyanet’in “tesettürün parçası dinî bir vecibe olduğu” fetva kararlarına rağmen yasadışı başörtüsü yasağı sürmekte. Dahası, “yasal yasak” gerekçesiyle başörtülü milletvekili adayı kabul etmeyen iktidar partisine mensup belediye başkanları, kendi partilerinden seçilen başörtülü belediye meclisi üyelerini “yasal yasak var” diye toplantılara almamakta.

12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan “darbe anayasası”nın mâlum “geçici 15. maddesi” değişikliğinde de ne garip ki darbecilerin yargılanması için “zamanaşımının kaldırılması” önergelerini reddetmekte. “Koruma ve kollama görevi”yle darbecilere gerekçe gösterilen TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesini bir türlü düzeltmemekte.

Yurdun çeşitli mahallerinde 12 Eylül darbesinin lideri Evren ve “ihtilâl konseyi üyesi arkadaşları”nın isimlerinin bulvarlardan, okullardan, parklardan silinmesine en evvel AKP’li belediye meclisi üyeleri karşı çıkmaktalar…

Orta öğretim müfredat programında din dersinden Türkçeye kadar dersler “Atatürk’ün görüşleri”ne göre okutulmakta; bizzat Millî Eğitim Bakanı’nın ikrarıyla “eğitimde “Atatürkçülük yüzde 40 oranında” arttırılmakta.

AİHM’e gönderilen “hükûmet savunması”nda tıpkı yasakçı rektörler gibi, âyet ve hadisin açık tefsiri ve mânâsıyla “Allah’ın emri” olduğu açıkça ortada olan başörtüsünü “siyasî sembol”, “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” sayıp üniversitelerde yasaklanmasının -olmayan- mevzuata uygun olduğunu bildirmekte.

Düşünce ve ifâde özgürlüğü, din ve vicdan hürriyeti bir yana. Kur’ân’ın beyânı ve Peygamberimizin hadisleri ışığında, inancından gelen kanaati gereği deprem gibi umumî bir musîbete “İlâhî ikaz” yorumunun “suç” sayılıp yargılanması ve ceza alması, AKP hükûmetinin Strasbourg’a yaptığı “savunma”da açıkça savunulmakta…

DEMOKRATLIĞA YELTENMEK!

Bütün bunlar, Bediüzzaman’ın “vatan, millet ve İslâmiyet hesâbına destek verdiği”, “haklı taraf ve dost” görüp “ihtiyat kuvveti hükmünde bir nokta-i istinad ve yardımcı olduğu” Demokratlarla, demokratlığa yeltenenler arasındaki farkı açıkça açığa çıkarmakta…

Görünen o ki boy boy resimlerini Menderes’in yanına yapıştırıp âfişe etmekle demokrat olunmuyor. Tıpkı eski elbise giymekle ve kasket takmakla “halkçı” olunmadığı gibi…

Kısacası, kendi dönemlerindeki darbe hazırlıklarının ve teşebbüslerinin soruşturulmasıyla yetinip, 27 Mayıs kanlı cunta ihtilâlinin, 12 Eylül darbesinin, 28 Şubat postmodern darbesinin, hatta 27 Nisan e-muhtırasının hesabını sormaya yanaşmayanlar, darbe anayasasını değiştirmeyi rafa kaldıranlar, darbelerin dayattığı yasakların üzerinde oturanlar, demokrat olamayacakları anlaşılmakta…

Demokratların, yüzlerce imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü, ilâhiyat fakültesi, binlerce Kur’ân kursunu açması, okullara din derslerinin okutulması, din eğitimi ve öğretimine yapılan hizmetlerine karşılık, bir dönem “DP’nin tâkipçisi” iddiasıyla “muhafazakâr demokrat” olduğunu iddia eden AKP iktidarının demokratik irâde zâfiyeti ortaya çıkmakta. Zira DP’nin mânevî miras ve misyonunu devam ettiren AP-DYP iktidarlarının hizmetlerini dahi muhâfaza edememekte…Ve demokrasi kıtali darbelere karşı “demokratlık mânâsı”na bakıldığında, Bediüzzaman’ın “Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi”nden hareketle Menderes’e “İslâm kahramanı”; dâvâ arkadaşı Demokratlara “İslâmiyete ciddî taraftar mühim zâtlar” övgüsünün mânâsı daha bâriz bir biçimde okunmakta. (Emirdağ Lâhikası- 449)

16 Haziran irâdesinin anlamı bu…

16.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Türbülans


A+ | A-

Son dönemde ortaya çıkan işaretler, Türkiye’nin sıcak bir yazla birlikte, şiddetli bir türbülansa da sürüklendiğini gösteriyor.

En kronik ve kritik konulardan biri olan terördeki tırmanış ve şehit cenazelerindeki artış maalesef devam ediyor. Ve Başbakanın bu konudaki yorumu “Terör niye tırmanıyor?” diye sormaktan öteye gidemiyor. Bunu hepimiz soruyoruz. Başbakan konumundaki bir insandan beklenen, daha farklı birşeyler olmalı, değil mi?

Özellikle ve öncelikle terörü bitirmek üzere gündeme getirilen demokratik açılım projesi neredeyse bir yıldır konuşulduğu halde, gelinen noktada müşahhas olarak atılmış bir adım yok.

Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığının faaliyete geçmiş olması, iktidar cenahınca, açılım için atılmış adımlardan biri olarak gösteriliyor, ama bu yeni bürokratik kurumun terör belâsını bitirme noktasında ne ölçüde etkili ve başarılı olabileceği yanında, başka bazı açılardan da cevabı verilmemiş soru işaretlerine konu olduğu bir vâkıa. Ki, bunları geçtiğimiz süreçte değişik vesilelerle işledik. (Bkz. 13 Ocak 2010 günü yayınlanan “Açılıma tuhaf start” yazımız.)

Ayrıca, bu müsteşarlığın dayandığı yasanın iptali için CHP’nin Anayasa Mahkemesinde açtığı dâvâ da kabul edildi ve esastan görüşülecek.

Mahkemenin gündemindeki bir diğer kritik konu mâlûm: anayasa paketi. Adalet Bakanı paket için 12 Eylül’de yapılması öngörülen referandumun 10 genel seçimden daha önemli olduğunu söylerken, HSYK Başkanvekili yaşananları “Türkiye’nin düzeninin, rejiminin savaşı” olarak niteliyor ve “Ya mevcut rejim devam edecek ya da...” diyerek mâlûm çevrelerce hayli zamandır AKP eksenli olarak seslendirilen “dinci diktatörlük paranoyası”nı provoke etmeyi amaçladığı açıkça belli olan beyanlarda bulunuyor.

Bu hengâmede, her gün bir yenisi ortaya sürülen ses kayıtları ise, paketin Anayasa Mahkemesinde karar beklediği bir süreçte, yüksek yargı cenahındaki “derin kulisler”i deşifre ediyor.

Ve bunlar, hedef alınan adreslerdeki “savaş” psikolojisini daha da alevlendirirken, hadise, sonunun nereye varacağını kestirebilmenin giderek zorlaştığı bir “devlet buhranı”na dönüşüyor.

Bu hengâmede, devlet içindeki derin çetelerin çökertilmesi konusunda büyük ümitler bağlanan Ergenekon dâvâsındaki gelişmeler de yön değiştirmiş görünüyor. Çoktandır mahkeme başkanıyla diğer iki üye ve savcılar arasında beliren çatlak, bir iç kavgaya dönüşmüş vaziyette.

Bilindiği gibi, epeyce zamandır başkan, bazı tutukluların tahliyesi yönünde oy kullanıyor, ama diğer iki üyenin reyi farklı olduğu için söz konusu sanıkların tutukluluk hali devam ediyor.

Son gözaltılarda ele geçirildiği öne sürülen ipuçlarından hareketle savcılara atfen ortaya atılan iddialar, başkandaki değişikliği, akla hayale gelmez ve ahlâka da sığmaz yöntemlerle yapılan birtakım telkin ve yönlendirmelerle açıklıyor.

Başkanın, son iddiaların odağındaki isim olan Seyfi Oktay’ı aracı kılarak randevu alıp görüştüğü HSYK Başkanvekilinin açıklamaları da, bazı iddiaları, yeni boyutlar getirerek doğruladı.

Ergenekon dâvâsı için “Bu gidişle otuz yılda bitmez” demesi ve Yargıtay üyesi olmak istemesi, bunların en dikkat çekici olanlarından ikisi.

Peşinden, Ergenekon dâvâsının sembol isimlerinden biri haline gelen Savcı Zekeriya Öz’le ilgili olarak soruşturma açılacağı haberi geldi.

Bunlar birlikte değerlendirildiğinde, geçen yaz HSYK gündemine getirilen, ama çıkarılamayan yaz kararnamesindeki en önemli hedeflerden birinin, bu kez farklı yöntemlerle gerçekleşme yoluna sokulduğu gibi bir sonuç doğuyor.

Mahkeme heyetindeki çatlağın, başkanı, savcıları ima ederek “Kurt içimizde” dedirtecek ölçüye varması ve adı Ergenekon operasyonuyla özdeşleşen bir savcının soruşturma kıskacına alınması, operasyonu ve süreci zora sokmaz mı?

Bakalım, bu gidişatın sonu nereye varacak?

16.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.