10 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

‘Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme’


A+ | A-

Hiç kimseden bir tesellinin gelmediği anlarda, bir yokuş başında, bir merdivenin ilk basamağında şu sözü hatırlamanın tam sırasıdır:

Yalnız değilsin, Allah var.

Yola çık; yol açık.

Yol açık; yola çık.

Yürü, git güneşe doğru, bakma arkana. Sen git, gölgen peşinden gelsin. Yürüyen insan, inanan insan, kâinatın kaderini değiştirmeye azmetmiş bir insandır. Küçücük bir adım işte. Hamiyeti çok büyük, ruhu çok büyük. Hayat gayesi olan insanın etrafında döner.

“Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme.”

Öyle derdi Gürbüz Azak Ağabey.

Diline dola, istersen tesbih et. Hakikati kucaklayan bir sözün ardından sen de yürü, sen de düş.

Bak, senden önce bu yoldan geçenlere bak, gidenlere bak. Yalnız olmadığını göreceksin. Korkutmasın kuytu köşeler seni. Sağdan soldan üzerine ilişenler, didişenler, ayağına çelme takanlar, kenara çekmeye çalışanlar, vitrinlere çağıranlar, başka yerlere dâvet edenler, senin nazarını yolundan, hedefinden çevirmesinler. Kim ne derse desin…

Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme.

İmkân ne ki? İman varken imkân nasıl olur? İmanın kendisi imkândır zaten. İman var, Allah var, her şey var. İmkânsızlık yok.

Sahabe efendilerimiz, gökten yıldızları yere indirdikleri için yıldızdı. Yeryüzü yıldızlarıydı onlar. Gökyüzündeki yıldızların ışıltısı onlarda gözüktü. Doğruluğuna inandıkları bir meselede hayatlarını verdiler, imkân düşünmediler. En kıymetli olan neyi varsa ellerinde, onu verdiler. Yok ise, canlarını koydular orta yere. Büyük bir miras bıraktılar. Sana, bana, bize, hepimize…

Doğruluğuna inandığın bir meselede imkân düşünme.

Deli mi diyecekler, divane mi diyecekler, kafayı mı yemiş diyecekler… Ne derlerse desinler. Bu yolun yolcularının bir garip hâlidir bu işte. Giderler. Desinler diye değil, bilsinler diye değil, görülsünler, tarihe kazınsın isimleri diye değil.

Bilinmemek, işleri olmalı. Görünmemek, onların hayatlarının biricik gayesi, emeli olmalı. Öyledir de. Öyledirler de zaten. Başka türlü olamaz. Aynanın görevi, üzerindeki ışıkları göstermektir. Ayna gibidir hayatları. Aldıklarını göstermek, aksettirmektir.

İmkân var. İman varsa her şey var.

Ama bir de yakamıza yapışmış eski bir hastalık, tembellik var… İnsana gün gelir, gölgesi bile yük olur, ayağından tutar, çeker. Azmettiği meselenin karşısına kendi çıkar insanın bazen. Şeytanı, nefsi koy kenara. Kendi alışkanlıkları, çocukluğundan beri kendisinin getirdiği davranış şekilleri de etkiler. Her biri, hayatının bir köşesinden istilâ etmeye başlar insanın ruhunu.

Bundan anlarız ki, insan hayırlı bir yoldadır. Hayırlı bir işin ucunu tutmuştur bu yolda. Engelsiz yolda, zahmetsiz yolda rahmet yok. O rahmet, bin zahmetin karşılığıdır. Bir zahmetin değil, belki bin zahmetin karşılığıdır. Değer ama…

Bir damla yağmurun kurumuş toprağa faydası var. Bir küçük damla olup hayat içerisinde akıp gitmeli.

Doğruluğuna inandığı meselede imkân düşünmemeli insan.

Şu şu diye şartları bir araya getirip, şunlar şunlar olsa da şunları yapsak demekten vazgeçmeli artık… Böyle bir mantık, böyle bir maddî kafa, birçok şeyi yarı yolda bırakıp kaçmış, dağıtmış, her şeyi didiklemiş, ama hiçbir şeyi yapamamış haylaz bir çocuğun, iş bilmez insanların modelini oluşturuyor.

Kul bu yolda giderken ne kadar kusurlu olursa olsun, niyeti düzgün ise, onun eksiğini melekler tamamlar. Allah’a amelini kusursuz arz eder, öyle takdim eder.

Sübhan’dır O. Her türlü kötülükten, çirkinlikten, yanlışlardan, zihnimizden, aklımızdan, hayalimizden geçen ne varsa bütün kusurlardan münezzehtir Sübhan olan Allah (cc). Onun katına kusursuz arz edilir her şey.

Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme, kardeşim.

Yürü… Kim ne derse desin. Gölgeni arkana al, yürü. Yapman gereken çok iş var. Köşe başındaki ağaç bile seni bekliyor. Bir merhabanı, bir selâmını bekliyor… Çiçek açmış. Çiçek açmış her ağaç, kucaklarını açmış bir ana gibi. Hadi gidip kucaklayamazsın da, hiç olmazsa gözünle de mi kucaklayamazsın? Tefekkürünle de mi kucaklayamazsın? Bakışınla da mı onun ibadetine katılamazsın?

Ağaç bekliyor, kuş bekliyor, bulut bekliyor, güneş bekliyor, yağmur bekliyor… Her şey beklerken, insanlar mı beklemez seni? Bir yol arkadaşı bulursun İnşaallah. Onunla beraber yürürsün. Birler iki olur, ikiler dört olur, dörtler sekiz olur, sekizler on altı… Öyle öyle, bu dâvâ, kartopu gibi katlanır gider, çığ gibi büyür...

Onlar, bir iken bin oldular. Veda Hutbesi’nde yüz bin oldular. Ama sayıya, çokluğa bakmadılar. Bunun için çalışmadılar. Allah için yola çıktılar. Allah onların niyetlerini büyüttü. Yeryüzüne düşen bir damla olarak kalmadılar, umman oldular.

İşte böyledir Allah yolunun yolcuları. Az da olsa, çokturlar. Azlığına, çokluğuna bakmadılar. İnsanların ölçtükleriyle ölçmediler. İnsanların alıp tarttığıyla tartmadılar. İlâhî bir ölçünün ışığında yürüdüler. Ve bu dünyadan, en güzel sesleri bırakıp gittiler. Kuğunun son şarkısı gibi. Hâlâ o sesler çınlıyor. Hâlâ onların söyledikleri kulaklarımızda yankılanıyor. Çünkü söyledikleri sözler, havadaki zerreleri bile aşka getirdi, dalgalandırdı. Onları da lerzeye getirdi, onları da şevke getirdi.

Hiç hava zerreleri onların sözleri, duâları kadar güzel bir şey duymadı, iletmedi. Onların yürüyüşleri kadar güzel bir yürüyüşü görmedi toprak. Onların gidişi kadar güzel bir sahneyi görmedi güneş. Onun için onları incitmedi o sıcaklık. Başkaları yanıp kavrulurken çölde, onlar hep serinlik içindeydiler. Çünkü yürekleri, güneşten daha sıcaktı.

İçleri yanana güneş neylesin? Ruhu yanana ayağının altındaki sıcaklık neylesin? İmkânı düşünmekle vazifeli değildiler. İmkânın sınırlarını zorlamayı bile düşünmelerine gerek yok.

İman varsa, her şey var.

Yolun doğru ise, doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme.

Allah bizimle beraber. Allah sadece bizimle mi beraber? Allah, bütün her şeyle beraber. İnsanların hepsiyle beraber.

Allah için kâinattaki her zerre değerlidir. O’nun ilmi, O’nun iradesi, O’nun rahmeti olmasa, kim bir nefes alır, kim bir adım atabilir, kim, ne söz söyleyebilir, kim bir hayra yönelebilir?

“Biyedihi'l-hayr. Yani, Her hayır, Onun elindedir.” (Mektubat, 221)

O’nun kontrolünde olduğunun, O’nun kudretine dâhil olduğunun, O’nun ilminde var olduğunun, O’nun iradesiyle, O’nun kuvvetiyle yürüdüğünün, bütün her şeyinin O’nun tarafından bilindiğini bilenin kâinattan aldığı lezzet, hiçbir şeyde yoktur işte.

Kâinatta yalnız olur mu insan, Allah’la beraber yürüyorsa eğer? Onun maddî ve manevî bereketi, hayatında görünür. Allah ile olan adam, yalnız değildir. Allah var, her şey var…

Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme.

Düşünen düşünsün. Ama madem iman var, o en büyük imkândır. O imanın içinde ebedî hayatın cenneti de var, Allah’ın rızası da var, her şey var. İman, imkânı yere serer. İmkân, bu dünya hayatında, sınırları içerisine çizdiği daireye hapsolanlar için var. İman sahipleri için imkân, o sınırları aşmaktır, o dairenin dışına taşmaktır.

Küçük bir ayrıntı işte… Hani cama bakmakla camdan bakmak gibi bir şey işte… Bazen bir takılırsın, bütün gözler camda kalır, camdaki lekelere takılır. Biri de camdan bakar. Allaaaah… Ne manzara vardır dışarıda... Aman Allah’ım, bu ne güzelliktir diye… İşte imkâna takılıp kalan, camdaki lekelere takılıp kalan gibidir.

Bakıştan bakışa, hayretten hayrete fark var.

Biri Selimiye’ye bakıp Sinan’a hayret eder, diğeri de Sinan’ı yaratan Allah’a hayret eder. Arada ne kadar fark var.

“Şunlar şunlar olsun da hizmet edeyim” düşüncesi, nefsin bir adî bahanesidir. Allah yolunun yolcusu, engel tanımaz. O yürür. Tedbirini alır, Allah için adım atar, yola çıkar. İsterse ilk adımda yolculuğu son bulsun. Ölçmez, mesafeleri ölçmeye kalkmaz, Rabbini imtihan etmeye kalkışmaz. “Azım” demez. Bütün kâinata seslenmek arzusuyla çıkar. Himmeti, milletidir.

Bediüzzaman, “Maksadın büyümesiyle himmet de büyür” (Divan-ı Harb-i Örfi, 59) diyor. Himmetimizi büyütelim. Himmetimiz milletimiz olsun.

İnsanın maksadı büyüdükçe, himmeti de büyüyor işte, gayreti de büyüyor. Kıl kadar, şule kadar, zerre kadar bir varlık olan insan, imanın nuruyla kâinat kadar oluyor…

“Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe-i Hayat, 88) 

Öyle değil mi?

Ne güzel bir sözdür bu Yâ Rabbi… İnsanı ateşleyen, şevklendiren.

Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey, Barla’daki Medrese-i Nuriye’de Üstadımızla birlikte ders yaparken, “O küçücük odada kâinatın nabzının attığını hissederdim” dermiş.

Bir lamba düşünün. Kırılmaya mahkûm bir şişe. Ama içerisine küçücük bir ışık girdiğinde, odaları aydınlatıyor, sokakları aydınlatıyor, koca bir şehri aydınlatıyor. Bir lamba değildir artık o. Adeta bir güneş parçasıdır.

İmanımız ışık gibidir. Ruhumuz nur gibidir. Bedenimizi kuşatırsa eğer bu mânâ, bu hamiyet, bu gayret, bu maksat, lambayı kuşatan ışık gibi, ruhuyla da bedeniyle de nur olur gider insan. Ne başka bir şey düşünür, ne de imkân…

***

Sahabe efendilerimizin, Allah dostlarının, dâvâ erlerinin, Üstadımızın talebelerinin, saff-ı evvel ağabeylerimizin vaziyeti her halde buydu. Nur postacıları… Günde kim bilir, kaç kilometre yürüyen bu insanların her halde gayesi, hedefi buydu. Allah rızası için yola çıkmak... Meselâ postacı Bekir Ağa’nın, nur santrali ve nurun kâtipliğini yapan, bu dâvânın çilesini çeken diğer bütün mübarek zatların, eli kalem tutan o mübarek insanların bizim hayatımızda ne kadar büyük yerleri var. Bugün şayet iman havasını teneffüs ediyorsak, onların gündüz ortasında, evlerin yüklüklerinde, hanımlarının tuttukları gaz lambalarının ışığında yazdıkları risâlelerin ve sırtına heybeyi vurup, içerisine risâlelerin yazılmış nüshalarını koyup köy köy dolaşıp, yazılıp çoğaltılmasını sağlayan insanların çok büyük emekleri, hatırı sayılır hakları vardır üstümüzde.

Onların dün ektiği tohumlar, şimdi zeminimizde çiçek açtılar.

Allah onlardan ebediyen razı olsun… Mekânları cennet olsun İnşâallah.

Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme… alışalım, gayret edelim ki, bugün ekilecek tohumlar, yarının toprağında çiçek açsınlar İnşâallah… Budur Rabbimizden niyazımız. Âmin…

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Liberallerin iki yanlışı


A+ | A-

Laiklik ve irtica tartışmalarında liberallerin sık sık kullandıkları iki kalıp var. Bunlardan biri, “cami-kışla kavgası” ifadesi; diğeri, 1930’lu yılları “Kemalistlerin asr-ı saadeti” olarak nitelemeleri. Ve ikisi de tamamen yanlış.

“İrtica ile mücadele” iddiasıyla Genelkurmay adına sergilenip dini ve dindarları inciten bazı tavırların, ordunun şahs-ı manevîsine mal edilerek “cami-kışla çatışması” şeklinde yorumlanması hiçbir şekilde kabul ve tasvip edilemez.

Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de cami ve kışla barışık ve kucaklaşmış durumda. Aksini düşündüren, kışla çıkışlı talihsiz “cami yakma” itirafları gibi örnekler ise münferit ve muvakkat.

Birçok kışlada mescitlerin, hattâ minareli camilerin varlığı, bunun canlı ispatı. Ve kışladakilerin en önemli görevlerinden biri, camileri de, temsil ettikleri tüm değerlerle birlikte korumak.

“Kemalistlerin asr-ı saadeti” bahsine gelince:

Bu söylemle Kemalistlerin ütopyacılığı eleştirilirken aynı zamanda her fırsatta Asr-ı Saadeti hatırlatıp öven Müslümanlara da “kılçık” atılır.

Hayli zaman önce katıldığımız bir TV tartışma programında da konuşmacılardan biri aynı söylemi kullanınca itiraz ettik. Asr-ı Saadetle 30’lu yıllar arasında hiçbir benzerlik kurulamayacağını; birinde, bir vahşet toplumuna insanî ve medenî değerleri kazandıran olumlu anlamda müthiş bir inkılâp yaşanırken, diğerinde bu değerleri çiğneyen icraatlar yapıldığını söyledik.

Bunun üzerine o konuşmacı, programa verilen arada “Üç halifenin suikastla öldürüldüğü bir döneme nasıl asr-ı saadet denir?” diye sordu.

Geçen hafta ayrı bir yazı konusu olması gerektiğini belirttiğimiz bu bahse kısaca girersek:

Öncelikle şu tesbiti yapmamız gerekiyor:

Peygamberimiz (a.s.m.), kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi ve ilkel bir kabile toplumuna geldi. Ve kuvvetin yerine hakkın, zulmün yerine adaletin, düşmanlığın yerine kardeşliğin, bozuk hasletlerin yerine güzel ahlâkın hakim olduğu yep yeni bir düzen getirdi.

Vahiyle gelen mesaj, samimiyetle kulak veren herkesi olumlu anlamda inanılmaz bir değişime uğrattı. Kalbinin katılığıyla şöhret bulmuş kişileri birer şefkat ve adalet abidesine dönüştürdü.

Medine’ye sığınan Mekkeli Muhacirlerle herşeylerini paylaşan Ensar’ın o müthiş insanlık örneğinin, tarihte bir başka benzeri yaşandı mı?

Fert fert herkesi ve onlarla birlikte bütün bir toplumu içeriden, derunî, gönüllü bir değişime uğratan Asr-ı Saadet inkılâbı, Arap yarımadasının insanî değer ve hasletlerden fersah fersah uzak olan kabile mensuplarını, kısa zamanda diğer coğrafyalardaki insanlara da rehberlik ve üstadlık yapacak bir ufuk ve “vizyon”a sahip kıldı.

Bu muazzam inkılâp ve dönüşüm neticesinde doğan Kur’ân medeniyetinin, günümüz Batı medeniyetine temel oluşturduğu, en muhalif müsteşriklerce dahi tesbit ve ikrar edilen bir vâkıa.

Öyle ki, bazılarına “Bu nasıl saadet asrı?” diye sorduran halife suikastları bile, bu müthiş inkılâbı sekteye uğratamamış. O müessif olaylara rağmen İslâmın gönüller üzerindeki fütuhatı ve bunun hayatın tüm alanlarındaki olumlu akisleri, bütün coğrafyalarda hızlanarak devam etmiş.

O suikastlar, ilkel ve vahşi kabile toplumunun ürettiği sonuçlar. O dönemdeki savaşlar gibi.

Ama Asr-ı Saadet inkılâbıyla yaşanan ve cahiliye devrinin karanlığını dağıtıp Arap bedevilerini sahabelere dönüştürerek aydınlığa, saadete, huzura kavuşturan değişim, sosyal hayattaki tüm olumsuzlukları da bitirecek süreci başlattı.

Bu süreç, Hz. Âdem’den (a.s.) beri süregelen iman-küfür, hak-bâtıl mücadelesiyle iç içe geçmiş halde iniş ve çıkışlarıyla hâlâ devam ediyor.

“Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretül-Arab’ı gözlerine sokuyoruz” diyen Üstadın, “Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın (Peygamberimizin) o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birini acaba yapabilirler mi?” suali de hâlâ cevap bekliyor.

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Kaptanın Seyir Defteri


A+ | A-

Televizyonda bir kaptanın hayatını anlatan dizi film var. Ahlâkî zaafiyetlerin konu edildiği bu dizide ne yazık ki kaptanlar çok kötü olarak tanıtılıyor.

Bâtılı iyice tasvir sâfî zihinleri bulandırır, bu yüzden olumsuz örneklerden bahsetmeyeceğim. Fakat toplumumuzda yanlış olarak algılanan ve denizcileri ahlâkî değerleri yıprattığı için aşağılayan bir yayına karşı birkaç kelime söylemeyi ve güzel bir haberi vermeyi borç biliyorum.

İstisnalar kaideyi bozmaz. Her meslek içinde ahlâkî değerleri zayıf insanlar bulunabilir. Bir kişinin hatası yüzünden aynı mesleği icra eden insanlara karşı önyargılı olmak en hafif deyişle insafsızlıktır. Kur’ân’da “Velâ tezirû vâziretun vizra uhrâ” âyeti, hiçbir günahkârın bir başkasının günahı dolayısıyla suçlanamayacağını ifade eder.

Evet, denizciler ahlâklı ve onurlu insanlardır. Denizcilerin canlarını emanet ettikleri kaptanları da öyledir. Ellerinden geldiğince milletimizi güzelce temsil etmeye çalışırlar. Dünya üzerinde yaşayan her toplum, ahlâklı insanları sever. Başka ülkelerden gelen turistler veya denizciler devamlı sûrette gözaltına alınırlar. Yaptıkları iyi şeyler nasıl ki mensup olduğu ülke hakkında olumlu bir düşünceye sebep olur; aynı şekilde kötü olarak nitelendirilen davranışları yapan insanlar da kendi ülkelerine zarar verirler.

İşte vatanını seven her insan gibi Türk denizcileri de ülkesini en iyi şekilde temsil eder ve başkalarının olumsuz şekilde konuşmasına mani olmak için elinden gelen bütün gayreti gösterir. Ahlâkî değerlere son derece saygılıdırlar.

1982 yılından beri denizcilik mesleğini icra ediyorum. Bunun son on yılını ticaret gemilerinde kaptanlık yaparak geçirdim. Elbette yaşadığım birbirinden ilginç olaylar oldu. Bunların bir kısmını bu köşede Yeni Asya okuyucuları ile paylaşmaya çalıştım. Sağ olsun, birçok okuyucumuz yazılarımdan memnun kaldığını ve istifade ettiğini söyledi.

Bu arada Bizim Radyo yöneticisi Mehmet Yaşar Beyden de bir teklif aldım. Kaptanın gözünden denizciliğe dair bir program hazırlamak istediğini söyledi. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Değerli Serhat Bey başta olmak üzere Bizim Radyo’nun güzide personeli ile “Kaptanın Seyir Defteri” adlı bir programı yapmaya muvaffak olduk. 4 Ekim 2010 Pazartesi gününden itibaren de yayına başladık. Şimdi sizlerden gelecek tepkileri bekliyoruz.

Evet, programımız hafta içi her gün 17.30’da yayınlanmaya başlıyor. 104.4 frekansında Bizim Radyo’dan dinleyebilirsiniz. Eğer bölgesel yayın yaptığı için “Ben dinleyemiyorum” diyorsanız, yurt dışındaki birçok kardeşimiz gibi internetten de ulaşma imkânınız vardır.

Birbirinden güzel programları ile Bizim Radyo’yu dinlemenizi öneririm. Sizleri bir başka iklime götürecek bu radyomuzda başta gençler olmak üzere her kesimden insana hitap eden, büyük emekler verilerek hazırlanmış birbirinden güzel programları bulabilirsiniz.

Yazımı denizcilerin asla dillerinden düşürmediği güzel bir duâ ile bitirmek istiyorum: Allah selâmet versin…

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Meşrû eğlence var mıdır?


A+ | A-

Feyzânur Hanım: “Eğlenceli kına gecesi yapmak istiyoruz. Şer’an, müzikle eğlencenin ölçüsü nedir?”

Müslüman milletimizin ecnebi âdetlerinden uzak törenleri ve merasimleri vardır. Kına gecelerinde eğlenirler, düğünlerde eğlenirler, bayramlarda eğlenirler, muhtelif sevinç günlerinde eğlenirler; mutluluklarını, sevinçlerini ve kıvançlarını böylece paylaşır ve şükre çevirirler. Ama her eğlence için çizdikleri bir yol da vardır milletimizin. Kültürlerini, âdet ve geleneklerini, örf ve törelerini bir müstakîm tarz ile Allah’ın razı olacağı ölçüler içinde biçimlendirmişler ve meşrûiyet kazandırmışlardır. Vahiy çizgisidir bu meşrûiyet ölçüsü. Milletimizin dem ve damarlarına işlemiş vahiy çizgisi, her adımda kendi rengini belli etmiş ve ağırlığını ortaya koymuştur.

Ancak frenk âdetleri ve ecnebi örfü kültürümüzün aklını başından aldığı günden beri kına gecelerimizde, düğünlerimizde, bayramlarımızda nasıl eğleneceğimizi, nasıl güleceğimizi, nasıl ağlayacağımızı, sevgimizi ve acımızı nasıl paylaşacağımızı unutmaya başladık biz. Aklımız karıştı. Ayaklarımız dolaştı. İçimizden hassasiyet sahipleri çıkıyor şükürler olsun; düşünüyor, bu böyle gitmez diye, gitmemeli diye; soruyor, gündeme getiriyor; en azından tartışılsın istiyor. Gidişattan rahatsız oluyor besbelli. Çünkü şimdi biz neredeyse mefâhirimizden utanır olduk, övünç kaynaklarımızdan mahcubiyet duyar olduk. Eğlence de orta yerde, müzik de orta yerde, oyun da orta yerde icra edilir oldu şimdi. Kadın-erkek karışık... Maalesef...

Oysa bundan milletçe endişe duyuyoruz aslında. Ahlâkın pay-i mâl olmasından ıztırap duyuyoruz. Edepsizliklerden rahatsız oluyoruz. Fitneden ve haddini bilmez davranışlardan acı duyuyoruz.

Bu defa da bu endişemiz, dinimizin izin verdiği biçimi var mı, yok mu demeden, eğlenceyi topyekûn kestirip atmamıza sebep oluyor. Ağzımız yanmış çünkü, yoğurdu üfleyerek yiyoruz. Eğlenceye kapı açtık mı, insanlar ölçüyü kaçırıyorlar ve haram-helâl çizgisini birbirine karıştırıyorlar; ok yaydan çıkıyor bir kere, hayâ ve utanma duygusu kayboluyor. Bari eğlenmeyelim, diyoruz. Dinimizin müsaade ettiği ölçüleri bilsek bile, bütün eğlencelerden el etek çekiyoruz.

Oysa eğlence yok değil dinimizde. Dinimiz eğlenceye kapalı değildir, gülmeye ve oynamaya da kapalı değildir. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfî gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” der Bediüzzaman. Helâl olsun ve şükrü unutturmasın yeter! Dinimiz ahlâk ve edep dışı davranışlara kapalıdır. Dinimiz iffetsizliklere, arsızlıklara, hayâsızlıklara kapalıdır. Dinimiz utanma duygusunun kalkmasına kapalıdır. Utanma duygusu kalkarsa, “Utanmazsan dilediğini yap!” buyuran Peygamber Efendimizi (asm) nasıl idrak edeceğiz? İnsanın haramları işlerken “utanmaması”, haram işlemekten daha vahimdir. Asıl bundan korkmalıdır. Onun için ne yapıp edip, utanma duygusunu kaybetmemelidir.

Gelelim meşrû eğlencenin yapılabilirliğine: Ebû Ümâme (ra) vefat ettiği zaman üç kızını Peygamber Efendimiz (asm) vesayeti altına almıştı. Hazret-i Âişe’nin (asm) terbiyesinde bulunan bu üç kızdan biri olan Fâriga’nın (ra), Ensar’dan Nebit ibn-i Câbir (ra) ile düğünlerinde Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Yâ Âişe! Hani sizin def çalıp şiir söyleyen şarkıcınız yok mu? Böyle eğlenceler Ensar’ın hoşuna gider.” 1

Yine bir bayram günü millî oyunlarını ve rakslarını icrâ eden Habeşli kadınları gören Allah Resûlü (asm), Hazret-i Âişe’nin (asm) seyretmesine müsaade buyurmuştur. 2

Bediüzzaman Hazretleri bu ve buna benzer vahiy çizgilerinden hareketle, meşrû müzikte beşte birlik bir ruhsat ölçüsü tanımlamış; beşte biri geçmemek kaydıyla meşrû müziğe izin vermiştir. Bediüzzaman bu çerçevede demiştir ki: “Beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.” 3

Diğer yandan, düğün, nişan, kına, bayram gibi sevinç günlerinde, aile içinde olmak ve mahremiyete dikkat etmek kaydıyla, def ve çalgı çalınmasının ve kadınların ve çocukların eğlenmelerinin cevazı hususunda ulema da ittifak halindedir. Binâenaleyh, düğünlerde, nişanlarda, kına gecelerinde ve muhtelif sevinç günlerinde kadınların, aile içinde mahremiyet ölçülerinde veya mazbut ve kapalı alanlarda kendi aralarında müzik eşliğinde eğlenmelerinde bir sakınca yoktur.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Nikah, 1811;

2- Aynî, Umdetü’l-Kârî, 3/358.

3- Emirdağ Lâhikası: s. 307.

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Risâle-i Nur’un baharı


A+ | A-

1920’li yılların Barla’sının mânevî çetin kış şartlarında, bir fidan gibi toprağa ekilen Risâle-i Nur, bugün Anadolu’nun derinliklerine köklerini salan, meyvelerini dünyanın dört bir yanına gönderen nurânî bir ağaç adeta…

Risâle-i Nur’un mânevî baharı, gönüllere ferahlık, kalplere sevinç, ruhlara şevk ve gayret üflemekte her dem…

Gazetemiz Yeni Asya’nın organizasyonu “Bediüzzaman Hizmet ve Tanıtım TIR’ı” ile Anadolu şehirlerine götürülen Risâle-i Nur tanıtım hizmetlerinin her safhasını adım adım gazetemizden, Bizim Radyo’dan iftiharla takip ediyoruz. Bu hizmetin belgeselleştirilmiş hâlini merakla beklemekteyiz…

Risâle-i Nur adına sevinçle takip ettiğimiz çalışmalardan bir diğeri de 3-5 Ekim tarihleri arasında organize edilen “İlim, iman, ahlâk ve insanlığın geleceği: Risâle-i Nur perspektifi” konulu uluslar arası sempozyumdu. Ne yazık ki, ancak televizyon ve gazetelerden takip edebildiğim, 220 bilim adamının tebliğleriyle renklenen sempozyum neticelerinin kitaplaştırılmasını açıkcası dört gözle bekliyoruz…

Filipinli ve Azerî

şefkat kahramanları…

Sempozyuma iştirak edemememe rağmen Filipinler’den ve Azerbeycan’dan gelen hanım misafirlerle bir sohbet ortamında bulunmam şükrünü hâlâ eda ettiğim bir lütf-u İlâhî.

Havada baharı andıran ihlâs, samimiyet, şevk kokusu baskındı desem inanır mısınız? Evet, insan kendini uyutmadıkça hem kendi nefsinde, hem de etrafında bu hisleri koklayabiliyor, ölçüp tartabiliyor, görüyor, işitiyor…

Filipinli, Azerbeycanlı Nurcu hanımların Risâle-i Nur’u tanıma öykülerini, Türkiye ve Bediüzzaman Said Nursî hakkındaki fikirlerini dinlemek inanın çok keyifliydi!

Aşağıda okuyacaklarınız işte bu mini sohbetten aldığım kısa notlar…

Nurina, Nurkis, Cübeyra, Şahani, Nakiye…

Önce sevimli Türkçesiyle içinde bulunduğumuz hanımlar topluluğuna çevirmenlik yapan Nurina Hanımı tanıyoruz. Filipinlerdeki ailesi Müslüman. Dayısı Risâle-i Nur’u tanıdığında sahibi olduğu adacığı Risâle-i Nur sohbeti için bağışlıyor. Bugün o adaya kayıklarla, sallarla Nur sohbetleri için gidilmekte. O artık bir Türk gelini. Türkiye’de yaşıyor. Türk ailesinin hayat tarzını daha kolay ve çabuk öğrenebilmek, tecrübelerinden istifade edebilmek için kayınvalidesiyle birlikte aynı evde oturuyor.

Nurina Hanım sevimli Türkçesiyle şükrederek anlatıyor… 5-6 yıl önce Filipinlerden Türkiye’ye yine bir Risâle-i Nur Kongresi için geldiklerinde sadece üç kişilerdir. Ama bu yıl sempozyumda Filipinleri temsil eden 12 kişi vardır. Bunlardan beşi de hanımdır.

Cübeyra Hanım: “Şeytandan

ve siyasetten Allah’a sığınırım!”

Nurina Hanımın “Ben geldi buraya sempozyuma, götürdü bir çok Risâle. Hepsini aldı o” sözleriyle tanıttığı Cübeyra Hanım, Filipinlerde 12 yıl boyunca bakan yardımcılığı yapmış eski bir siyasetçi.

Nurina’nın tâbiriyle “Dedelerinin dedesinin bile Müslüman olduğu” bir aileye sahip. Ülkesi siyasî problemlerin yoğun yaşandığı bir coğrafyaya sahip olduğundan siyaset onun zihnini epey meşgul etmiş. Bir organizasyonda tanıştığı Nurina Hanımdan bütün Risâleleri temin ederek okumuş. Bediüzzaman Hazretlerinin siyaset ile ilgili tesbitleri çok ilgisini çekmiş. Risâle-i Nur, onun siyasetin türlü oyunlarıyla zedelenmiş iç dünyasını adeta yeniden inşâ etmiş. Evini talebeler için bağışlamış. Üç oğlunun da Risâle-i Nur ve Kur’ân-ı Kerim ile yetişmesi için çaba sarf etmekte. Şimdilerde bol bol Risâle-i Nur okuyor. Türkiye’de bir müddet kalmak, bu havayı soluklamak istiyor.

Nurkis Hanım: “Risâle-i Nur iman şarjı”

Nurina “O geldi iman şarj için. Pili dolduruyor o. Boş çünkü…” diyerek tanıtıyor Nurkis Hanımı. Hepimiz gülmeye başlıyoruz.

Nurkis Hanım öğretmen. Aynı zamanda ekonomi üzerine master yapmakta. Evli. Risâle-i Nur’u ilk tanıdığı zamanlarda eşi, ondaki değişime büyük tepki gösteriyor. Zaman içinde Risâle-i Nur’u o da tanıyınca aile içi problemler de bitiyor. Hatta inşaat mühendisi olduğundan, çok güzel bir bina inşâ ediyor hizmetler için.

Nurkis Hanım “2004’te hiç Nur dershanemiz yoktu. Geçenlerde 12. dersanemizi açtık” diyor sevinçle.

Anlattığına göre Filipinler, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu ve zor şartların hüküm sürdüğü bir ülke. “Elhamdülillah ağabeyler geldi, bize yardım ettiler, hakikatleri anlattılar” derken Nurkis Hanımın gözleri doluyor. Risâle-i Nur’u tanıma hikâyesini anlatıyor:

Henüz liseye giden bir genç kızken gördüğü rüyayı yıllarca unutmaz. Nur yüzlü bir ihtiyar, iman hakikatleri konusunda ona dersler vermiştir. Aradan dört yıl geçer. Katıldığı toplantıda ilgisini çeken bir kitabı incelemek ister. Hayretle rüyasında gördüğü zatın resmini fark eder. Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nur’u böylelikle tanır. Nurkis, “’Bismillah her hayrın başıdır’ diye anlatmıştı bana rüyamda. Kitabı açtım, aynı sözleri orada gördüm. O kitabı hâlâ saklıyorum” diyor ağlayarak.

Şahani Hanım: “İman varsa her şey kolay”

Nurina, onun “Temiz evler, güzel eşarplar harika, Türk hanımlar şahane…” sözünü aktarınca hepimiz yine gülüyoruz. Evli hanımların nasıl hizmet yaptıklarını görmek için Türkiye’ye gelmeyi çok istiyormuş. Sempozyum vesilesiyle bu isteği gerçekleştiği için çok mutlu.

“Evler tertemiz, eşarplar rengârenk, Türk hanımlar çok hoş” diyor. Filipinler’de Müslüman kadınlar hep siyah örtü taktıklarından, Müslüman olmayan dostları zaman zaman korkularını anlatıyorlarmış. Türk hanımlarının renkli kostümleri içinde çok hoş göründüklerini gülerek anlatıyor. “İman varsa her şey güzel, her şey kolay” diyor.

Türklerin Filipinlerde çok sevildiğini, yardımseverliği ile tanındıklarını aktarıyor: “Halkın çoğu, senede bir kez, Kurban Bayramında et yiyebiliyor. Ülkemizde et az. Türk cemaatleri, Risâle-i Nur Talebeleri kurban etlerini gönderiyor bize. Halkımız çok seviniyor, heyecanlanıyor” diyor.

Nakiye Hanım: “Din en güzel Türkiye’de yaşanıyor”

Onu dinlemek için çevirmene gerek yok. Zira Azerî Türklerinden. Coğrafya üzerine eğitim almış, akademisyen. Evini hem din, hem fen ilimlerinin öğretildiği bir medrese gibi kullandığını anlatıyor. Talebeleri ile samimî, sıkı bir dostluğu var.

Alman siyasetçi ve düşünür Prens Bismarck’ın Kur’ân ve İslâm üzerine sözlerini aktarıyor. Hıristiyanlığın “çarmıha gerilme” üzerine kurulu sisteminin bugün Hıristiyan gençler üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını anlatıyor. Bilimin artık İslâmın 14 asır önce haber verdiği hakikatleri keşfettiğini söylüyor.

CERN deneyinin kâinatın yaradılışı ve Allah’a iman noktasında çok önemli bir bilimsel adım olduğunu belirtiyor.

Rusya’da kadınlar arasında İslâmın hızla yayıldığını öğreniyoruz ondan. Seviniyoruz…

Şeytânî komitelerin Müslümanlar arasında ihtilâflar çıkararak iş gördüklerini anlatıyor. “Belki siz farkında değilsiniz, ama İslâm dini en güzel Türkiye’de yaşanıyor. Sempozyum bir kez daha gösterdi ki ‘İnsan dinsiz kalamaz. İslâm cihanşümuldur’” diyor.

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Risale-i Nur, üflendikçe parlar


A+ | A-

Çoğu zaman müsbet haberlerin geldiği Rusya’dan, bazen de üzücü haberler geliyor. Son günlerde gelen haberlerin birinde Risâle-i Nur Külliyatı’ndan “Haşir Risâlesi”nin bir mahkemece yasaklandığı yönündeydi.

“Haşir Risâlesi” Rusça dilinde yayınlanırken “Haşr Gününe Dair Onuncu Söz” ismiyle yayınlanmış. Rusya’nın Krasnoyarsk şehrinin Jeleznodorojnı mahkemesi, bu risâleyi “aşırıcı” olduğu gerekçesiyle yasaklayıp, toplatılmasına karar vermiş. Karar 21 Eylül tarihinde alınmış. (Cumhuriyet, 6 Ekim 2010)

Rusya Asya Bölgesi Müftülüğü İnsan Hakları Savunma ve Eğitim İşleri Başkanı İlham Mirac ise, Rusya’da bu ve benzer şekilde alınan kararların ‘baskı altında’ alındığını söylüyor.

“Baskı altında karar alınır mı?” demeyin. Çünkü geçmişte benzer kararların ülkemizde de alındığı herkesin bildiği bir konu. İlham Mirac, kararı veren mahkemeyle ilgili izlenimlerini anlatırken şöyle demiş: “Bilirkişiler, kendilerine yönelttiğimiz sorulara kesin ve net cevap veremediler. Raporda verilen cevaplara tamamen ters cevaplar verdiler, hatta verdikleri bazı cevapları da inkâr ettiler. Buna rağmen hâkim, maalesef 10. Söz hakkında menfî karar verdi. Belli ki, hâkim bu kararı baskı altında vermiştir.”

Rusya’da ve ona komşu bazı başka ülkelerde de daha önce benzer kararlar alınmıştı. Burada bir noktaya dikkat etmek lâzım: Kararlar Risâle-i Nur Külliyatının tamamı için değil. Ayrıca, meselâ yasaklanan “Haşir Risâlesi”nin Rusça dışındaki dillerde yayınlanmış olanlarına da yasak yok. Yasak, sadece Rusça basılan eserler için söz konusu. Mahkemede savunma yapanların anlattıklarına göre, kararlar tamamen bilgisizlik ya da yanlış bilgilere dayanıyor. Krasnoyarsk Devlet Pedagoji Üniversitesi’nin öğretim görevlileri bu konuda ‘bilirkişi’ tayin edilmiş. Bu bilirkişilere göre, kitap (Haşir Risâlesi) eğitimsiz insanlara yönelik olarak yazılmış! Mahkeme, Moskova Devlet Üniversitesi’nin öğretim görevlileri tarafından hazırlanan olumlu raporu ise dikkate almamış!

Bakınız, orada da yasaklama konusunda bir uzlaşma yok. Moskova Üniversitesi bilirkişileri ‘olumlu’ rapor verirken, çok daha küçük ve nisbeten ‘taşra’ kabul edilen Krasnoyarsk Devlet Üniversitesi’nin raporu itibar görüyor.

Rus ordusundaki Müslümanlar için ‘mescid’lerin açıldığı bir devirde, iman hakikatlerini anlatan Risâle-i Nurların yasaklanması mümkün olabilir mi? Bu kararların bilgisizliğe dayandığı apaçık. O halde bu kararları verenleri ve Rusya kamuoyunu da bilgilendirmek gerekir. Dünyanın pek çok ülkesinde sempozyumlar düzenlenerek Risâle-i Nurların faydaları anlatılırken, Rusya’nın tersini yapması mümkün mü? Bir hafta önce ülkemize gelen Rus ilim adamları bile bu kararlara şaşıyor. İstanbul’da yaptıkları konuşmalarda “Allah, bu eserleri yazanlardan razı olsun” diye duâ ettiklerine bizzat şahit olduk. O halde bu yanlış kararların ‘Moskova’dan dönmesi mümkündür ve İnşâallah öyle de olacaktır.

Tabiî ki bu hadiseler Risâle-i Nur’un daha çok parlamasına, daha fazla insanların bu iman hakikatlerinden haberdar olmasına vesile olacak. Türkiye’nin yakın tarihi de buna şahittir. Ne zaman ki Risâle-i Nur’u söndürmek için üflenmiş, o nurlar daha fazla parlamış, daha fazla okunmuştur. Aynı gelişmelerin Rusya’da da yaşanacağını tahmin etmek zor değil.

Bununla birlikte Rusya’daki mahkemenin aldığı bu yanlış kararın tashihi için elbirliği ile çalışmak gerektiği de ortaya çıkıyor. Resmî ve sivil makamlar, insan hakları savunucuları ve yayıncılar alınan bu yanlış karara her zaman ve her zeminde itiraz etmelidirler. Bunun bir adımı da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın geçmiş yıllarda Risâle-i Nur eserleri hakkında verdiği 17 müsbet ‘bilirkişi kararı’nın Rus resmî makamlarına ulaştırılması olmalıdır.

Rusya’daki Nur Talebelerine sabırlar dilerken, Üstad Bediüzzaman’ın müjdesine dayanarak; Rusya’nın da ‘dinsiz’ kalamayacağına olan inancımızı hatırlatmak isteriz.

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Erdoğan’ın CHP’ye yardım vaadi!


A+ | A-

İstifa ettiği günü kadar Deniz Baykal’la her konuda polemiğe giren Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP’nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla da polemiklere devam ediyor.

En son polemik konusu da yeni anayasa üzerinden yapılıyor. Kılıçdaroğlu, referandumdan sonra hem başörtüsü, hem de yeni anayasa konusunda uzlaşmacı tavır içinde görünüp, “Gelin anayasayı bir haftada uzlaşma içinde çözelim” teklifini “sululuk” olarak değerlendirdiği yeni yasama yılının ilk grup toplantısında CHP’ye yardım teklifinde bulundu.

Kendisini izleyen milletvekilleri tarafından da gülümsemeyle karşılanan yardım teklifini Erdoğan, “Kendi partisinin tüzüğünü 2011’e kadar değiştiremeyeceğini söyleyenlerin, kalkıp bir haftada, 15 günde, bir ayda değiştireceğiz demesi kadar sululuk olur mu?” sorusunun ardından sundu. “Yani Türkiye’nin Anayasası senin partinin tüzüğünden daha mı basit? Ben hukukçu değilim, gönder ben bir haftada hazırlayıp sana vereyim. Tüzük bu yahu? Anayasa dediğimiz olay farklı. Bunu ana muhalefet partisinin genel başkanına da söyledim…”

İlginç bir teklif… Bakalım CHP Erdoğan’dan böyle bir yardımı kabul edecek mi? Önder Sav bakalım buna ne diyecek? Bakarsınız Sav başka partilere yardım ettiği gibi Erdoğan’ın yardım teklifini kabul edebilir. Siyaset bu, bakarsınız olur!

* * *

Herşeyi biliyormuş!

Başörtüsü yasağının tartışıldığı şu günlerde “herşeyi bilen adam” olarak lanse edilen araştırmacı Tarhan Erdem de bir araştırması ile tartışmalara katıldı.

Bakın ne demiş “bilen kişi”: “Bence 3-4 yıl sonra Türk üniversitelerinin çok önemli bir kısmında başı açık halde üniversiteye gelen kız sayısı çok çok az olacak…”

Ve devam ediyor: “Zaman içinde başı örtülü olanlar başı açık kızlara karşı bir tutum takınacaklar. Erkekler de ‘Niçin örtmüyorsunuz?’ diyecekler. Kanaatime göre böyle bir baskı kendiliğinden oluşacak. Erkek arkadaşlarından, komşularından, ailelerinden. Bu baskıyı önlemek lâzım…”

Merak etmesin Sayın Erdem. Böyle bir şey olmaz. İnandığı için başını örtenler, “Herkes istediği gibi giyinsin. Herkes özgür olsun” diyorlar. Hem yıllardır başörtülülere karşı yapılan baskılara niye sesini çıkarmamış da “mahalle baskısı olacak” diye şimdiden kâhinlik yapıyor.

Bırakın da, herkes inandığı gibi yaşasın, inandığı gibi örtünsün. Özgürlüklerden korkulmasın…

* * *

Erdoğan bir çılgınlık yapacak, ama…

Hayatında ilk defa bir başbakan tarafından arandığını köşesinde anlatan yazar Hıncal Uluç, bu görüşmedeki konuşmaları köşesine taşımış ve Başbakan’ın İstanbul için bir çılgın projesi olduğunu söylemişti. Uluç şimdiye kadar kimseye bu çılgın projeden bahsetmedi.

Gazetelerde, televizyonlarda bu çılgınlık için çılgın tahminlerde bulunuluyor. Bir gazetede ‘İstanbul’a da Selimiye Camii yapılıyor. Erdoğan’ın çılgın projesi bu mu?” diye sorulmasına Erdoğan grup toplantısında alaycı bir şekilde, “Aç gözünü de 360 dereceden bak. Çılgın projeyi açıklayınca herkes ne olduğunu görecek” demişti.

Başbakan’ın çılgın projesini bakalım ne zaman açıklayacak. Açıklayana kadar da yapacağı çılgınlık için tahminler gırla gideceğe benziyor.

Erdoğan’ın çılgın projesinin ne olduğunu kendisinden başka kimse bilmiyor anlaşılan. Yardımcısı Bülent Arınç da bunlardan birisi. Arınç, kendisinin çılgınlıklarla uğraşmadığını söylerken bunu Hıncal Uluç’un dile getirdiğinin hatırlatılması üzerine “Kendisinin ‘Zihni Sinir’ projelerinden bahsetmiyordur umarım…” diyerek cevapladı. (ntv, 8.10.2010)

Bakalım, çılgınlık “zihni sinir” bir proje mi?

* * *

Falan, filan…

Meclis, referandumla değişen anayasa uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin yeni yapısı için yaptığı ilk üye seçimini yaptı. Ama ne seçim? Acemilikten mi, yoksa başka bir sebeple midir, nedir? kimse ne seçimi olduğunu anlamadı.

Sayıştay’ın AYM üyeliği için önerdiği üç isim için geçtiğimiz Çarşamba günü Meclis’te oylama yapıldı ve Hicabi Dursun gizli oylama ile AYM’nin yeni üyesi oldu. Ancak seçim sırasında kimse ne olduğunu anlamadığı ve üç adayında özgeçmişlerini milletvekillerinin bilmediği gerekçeleriyle tartışmalı geçti. Milletvekilleri “kimi seçtiğimizi bilmiyoruz” derken CHP salonu terk etti.

Adaylardan birisinin 276 oya ulaşamaması diğer iki adayında bir oyda kalması kafaları iyice karıştırdı. Çünkü ikinci tura bu “1 oy” alanlardan hangi aday katılacaktı? MHP’li Meclis Başkanvekili Meral Akşener, 10 dakika ara verdi. Ama anlaşmazlık yüzünden ara bir saati geçince, bu sefer pek rastlanmayan bir olay oldu. Akşener kürsüyü AKP’li Meclis Başkanvekili Nevzat Pakdil’e bıraktı. Pakdil kürsüye geldiğinde yerinden sataşan milletvekillerine söylediği ve tutanaklara da yansıyan şu sözleri kafa karışıklığının ispatı oldu. “Filan zaman olduğu zaman, filan Meclis Başkan Vekili arkadaş ayrılır, filan arkadaş olduğu zaman olur, filan zaman olduğu zaman olmaz...”

Tartışma çok uzun sürdü. Başkan itirazlara rağmen oylamayı yaptı. Oylama sonunda Hicabi Dursun 256 oyla AYM’nin yeni üyeliğine seçildi. Ama tartışmada söylenen sözler tutanaklarda yerini aldı.

10.10.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İktidarın stratejisi yok...


A+ | A-

Referandum sürecinde, “anayasal değişiklikler”in “yeni anayasa kilidi olacağı”nın bol bol propagandası yapıldı. Peşinden başörtüsü yasağının kaldırılacağı iddia edildi.

Meclis’te uzlaşmayla kabul edilmeyip âdeta bir genel seçim gibi onca tartışma, gerilim ve yüz trliyonlarca masrafla inadına gidilen referandum meydanlarında Başbakan Erdoğan, “paket”n kabulünün “yeni demokratik sivil anayasa”nın başlangıcı olduğunu söyledi.

13 Eylül günü ve peşinden üç hafta boyunca başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi yöneticileri, bu taahhüdü tekrarlandı.

Ancak ne olduysa oldu, son Bulgaristan’a hareketinden önce Başbakan evvela seçim tarihi açıkladı. Ardından “yeni anayasanın yetişmeyeceğini” ileri sürdü. Meclis’te yeni anayasa için “ulaşma komisyonu” isteyen muhalefeti, “sululuk” ve “blöf” yapmakla suçladı.

Keza referandumdaki “evet” kararının başörtüsüne özgürlük yolunu açacağına dair vaadler verildi. Ancak gelinen noktada “Anayasa değişikliklerinin başörtüsünün yasağını kaldırmaya yönelik bir düzenlemenin iptalini imkânsız hale getireceği” mülâhazasıyla yine “yasağın kaldırılması için yasa çıkarılması gereği” yanlışı sürdürülmekte.

Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı’nın “yasayla ve anayasayla kılık ve kıyafet düzenlenemeyeceğini” açıkça deklâre etmesine rağmen, Erdoğan ve grup başkanvekilleri hâlâ samimiyet sorgulaması yapıp “yasa”dan bahsetmekte…

KAFA KARIŞIKLIĞI…

Kısacası kafa karışıklığı devam ediyor. Anayasaya aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve şaşırtılan AİHM’nin kararlarını gerekçe göstererek hakkında hiçbir yasa olmayan başörtüsü yasağını keyfî dayatan yasakçılara yasağın “yasal olduğu”na dair malzeme veren “öğrenciye tutanak imzalatması” benzeri garâbetler yaşanıyor.

Oysa YÖK Başkanı’nın sonradan arka çıkmayıp “şapka içindi” dediği gereksiz “yazı”nın, meseleyi provoke edilerek işin yaygaraya dönüşmesine bahane edileceği; zaten yumuşama ve çözülme sürecine giren yasağın bir takın fanatik provokatörlerin de tahrikiyle daha da işin içinden çıkılmaz hale getireceği ve başörtüsü yasağının ikmasine gerekçe edilecek bir işgüzârlık olduğu, üniversite câmiasınca ikaz ediliyor.

Ne var ki daha önce işi “anayasaya değişikliği”ne kadar götüren yanlışlıkta ısrar edilmekte…

Başbakan Yardımcısı Arınç, “Türkiye’de kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir yasanın bulunmadığını ve başörtüsünün kanunen yasak olmadığını” ifâde ediyor. Buna karşı Meclis Başkanı, “Bu yasayla mı çözülür, Anayasa ile mi çözülür; bu çalışmalar sonunda ortaya çıkacak bir konudur” diye “yasa”ya atıfta bulunuyor.

AKP sözcüleri de sık sık “Gerekiyorsa yasa çıkaralım” demeçlerini sürdürerek, örtülü bir bilçimde “yasal yasak” uydurmasını onaylıyorlar.

Tıpkı televizyonda yasağın yasallığını “Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi”yle savunan milletvekiline karşı başörtülü yazarın “Yeni değişikliklere göre yine bireysel başvuru ile yine Anayasa Mahkemesi’ne gidip yasağı kaldıracaklarını” belirterek, göz göre göre yasadışı yasağı “yasallaştırma” oyununa gelmesi gibi…

Erdoğan’ın Almanya’ya hareketinden önce havalimanında bir soru üzerine başörtüsü sorunu ile ilgili, “Bu konuda yasal bir zemin gerekiyorsa, yani bu işi sağlama bağlayalım diyorsak, hemen adım atalım. Gerekli olan neyse, üç madde ile hallolacak bir şey. Hemen bu işi bitirelim. Kim samimi kim değil ortaya çıksın” diye konuşması, bunun son örneği…

BAŞKA MECRÂLARA…

Belli ki siyasî iktidar, bu hususta hâlâ bir stratejiye sahip değil. Günübirlik politik polemiklerin ortasında tezatlı “görüşler” serdediyor.

Daha üniversitelerde başörtüsü yasağı aşılmazken Erdoğan’ın son açıklamasında, “Çankaya’ya 7 sene öncesine kadar rahatlıkla herkes giriyordu. 7 sene önce bir kamusal alan literatüre sokuldu. Ondan sonra başörtülüler Çankaya’ya da alınmaz oldu. Aynı şekilde başka alanlara giremez oldu” diyerek, zaten girift hale gelen tartışmalara “kamusal alan” kavramını sokması, bunun en bâriz göstergesi.

Görünen o ki “yeni anayasa” ve “başörtüsü yasağı” için her fırsatta “toplumsal mutâbakat”ın gereğini belirten Başbakan ve iktidar partisi, tam da “demokratik sivil anayasa” ve başörtüsüne dair siyasette geniş bir uzlaşma sağlandığı sırada, meseleyi başka mecrâlara çekerek sürekli siyasî tartışma zemininde örselemekte. İnanç ve eğitim özgürlüğü önündeki perdelerin kalkması gerektiğine dikkat çekerken, yeni perdeler koymakta.

Ve bu arada olan yine inanç ve eğitim özgürlüğüne olmakta. İnancı gereği başını örten öğrencilerin eğitim hakkı gasbedilmekte. YÖK Başkanı, “Başı örtülü kız öğrencilerin üniversiteler girme ve özgürce eğitim görme sorunu hallolmuştur” diyor; ama üniversitelerin çoğunda yasak sürmekte. Öğrenciler, iki hak arasında tercihe; “eğitim hakkı”yla “inanç hakkı”nı takasa zorlanmakta…

Yazık değil mi?

10.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.