Bir sonbahar gecesi verdim Rabbime emanetimi.
Ağaçlardan dökülen sarı yaprakların bile gecenin koyu karanlığında kurşun sesi gibi ağırlaştığı bir sonbahar gecesi, Hakkâri’nin yüksek, oyuklarını yalnızca kuşların görebildiği uçurumlu dağlarında teslim ettim ruhumu.
Yıldızların bile bulutların arkasına saklandığı koyu karanlık bir gecede, ilkin kurşun sesleri geldi uçurumlardan; zannedersiniz ki, bütün uçurumlardaki kayaları bir çuvala dolduruyorlar, öyle bir ses… Sonrası; vücudumda ılık, sıcak bir hissiyat, daha ne olduğunu anlamadan, bacaklarımdan soğuk bir el yere çekti bütün vücudumu. Ne kadar doğrulmaya çalışsam da ne kadar kendimi toparlanmaya çalışsam da yapamadım, içim boşalmıştı artık. Kanım yayılırken bütün bedenime anladım ki, bir şeyler yakın artık bana, bir şeylerin zamanı geldi…
O an anamı, bacımı, nişanlımı düşündüm. Nasıl olacak şimdi? Kim bakar bundan sonra anama, bacıma; köyde ne akraba kaldı ne dost. Kim tutar ellerinden, kim yardımcı olur… Zamanın, algılamamın dışında çıktığı dakikalarda düşündüm, düşündüm, düşündüm…
Kan boşalmaya devam ettikçe bedenimden kaygılarım azalmaya, düşüncelerim; eski, kokmuş, ağırlaşmış elbiselerin yerine giyilen temiz, hafif elbiseler gibi değişmeye, hafiflemeye başladı; artık kaygılanma zamanı değil, ağırlıkları atma vaktiydi… Bu dünyanın bütün dertlerini, tasalarını bırakma vaktiydi…
Ruhuma yayılan bu hafifliğin içinde köyüm aklıma geldi. Bozkır, toprak, ekinler aklıma geldi. Kerpiç evimizi düşündüm. Akşamları köpeğimi de alıp avlusuna oturduğum; anamla, bacımla, tek odasını paylaştığımız evimizi… Sonra odadaki babamın, dedemin, ebemin sararmış fotoğrafları ve onların yanına bıraktığım, askerlik fotoğrafım aklıma geldi… En yeşilin birkaç tepede ekili olan üzüm bağları olduğu köyümüzde, nişanlımla bağlarda dolaştığımız günler aklıma geldi. Güneşin bir başka güzel doğduğu bayram sabahları aklıma geldi… Babamın, dedemin mezarları; ikisinin arasındaki küçük boş yer aklıma geldi… Akşam ezanları aklıma geldi, koyun seslerinin, köpek seslerine karıştığı; davarların çıkardığı tozların akşamın kızıllığına büründüğü vakitler aklıma geldi…
Ruhum gittikçe hafiflerken ortalık büyük sessizliğe büründü; uçurumlar bütün sesleri yuttu, ortalıkta yalnızca ağır bir koku kaldı… Yıldızlar da çıktı bulutların arasından. Hakkâri’nin her gecesinde bana arkadaşlık yapan, hiçbir şey olmamış gibi yerinde duran umarsız yıldızlar…
Bir süre sonra bu dayanılmaz hafifliğin içinde göz kapaklarım kapandı. Kerpiç evimizin küçük odasında, askerlik fotoğrafımın altında bir minderde yatan anamın yüreğine bir acı düştü. Kuyuya düşen taşlar gibi inceden; ama derin… Gece fırtınada kalmış, sabah aydınlık bir güne çıkan gemiler gibi ruhuma başka bir âlemin kapıları açıldı. Üzerimdeki bütün ağırlıkları geride bıraktığım bir âlem… Rahatım artık…
Haberler geliyor şimdilerde, nişanlım evlenmiş başka köye gelin gitmiş, bacım da evlenmiş, evlendirmiş anam güç de olsa. Yalnız kalmış köyde. Bir mezarlık, bir kerpiç ev, iki üç inek koyun arasındaymış anamın hayatı… Şehirdeki teyzemin yanına da gidememiş. Ne parası yetmiş ev almaya, ne de şehirde yaşamaya gücü… Bacımın yanına da gidemiyormuş sık sık, bahane ediyormuş iki üç ineği, koyunu. Damat da olsa öz oğlu değil ya…
Akşamları duvar diplerine çöküp ağlıyormuşsun hâlâ yaşlı anam, dökme artık gözyaşlarını akşamın karanlığına… Kavuşmak yakın… Her şeyin bir bedeli var anam, kavuşmanın bile… O bedeli ödediğimiz gün beraberiz yaşlı anam…