Bir insanın bakışından, duruşundan, uzaklara dalıp gidişinden bir hikâye yazarım diye düşünürüm.
Bu haller nice farklı mesajlar göndererek hikâyeme malzeme olur. O iletileri okuma zevki hâl-i hâzırda memnuniyet verse de bazen çekilmez olur. İçimde gittikçe büyüyen bir gerginlik meydana gelir.
Bir ay önce yine böyle yağmurun çiselediği saatlerde durakta ilk kez onu görmüştüm. Bana nedense enteresan gelmiş, ilgi odağımın tam merkezine oturmuştu.
Elimde tuttuğum kitap yere düşmüştü. Kitabı yerden alırken bir tebessümün üzerimde gezdiğini hissettim. Başımı kaldırıp baktığımda bir çift mavi göz bana bakıyordu. Kitabımın yere düşmesine mi tebessüm etmişti, yoksa öylesine mi bilmiyorum. Sormadım da.
Otobüsü beklerken onu seyretmeye başladım. Ara sıra yere bakıyor akabinde bir tebessüm geniş geniş yayılıyordu yüzünde. Çevreye yayacak ne çok parıltısı vardı. Mutluluğun cisimlenmiş halini tepeden tırnağa onda görebiliyordum. Ruhu sevinçle kaynaşmış gibiydi. Niye böyle mutluydu?
Sabah güneşe merhaba demiş, şükretmiş, “bugün ne olursa olsun mutlu olmalıyım” diye kendi kendine söz vermiş gibiydi. Her şey yolunda gitsin diye, güzel görüyor güzel düşünüyor olabilirdi.
Güzel düşünmek, içten içe olumluya yaklaştıran, olumsuzun üzerine bir çizik attıran pozitif enerji.
Bu sabaha kadar bu genç kızı bir daha görmedim. Son görüşümün üzerinden bir ay geçmişti. Hemen cisimlenmiş mutluluğunu onda görmeye çalıştım. Göremiyordum. Ya gözlerim bana bir oyun oynuyordu ya da sevincini, hüznü terk eden başka birine teslim etmişti.
Artık o hüzünlüydü.
Bu hüzün bir annenin evlâdını kaybetmesinin hüznü değildi. Oğlunu askere gönderen bir babanın da değil. İflâs eden bir zenginin, fakirlikten yakınan yoksulun, bedenindeki ağrılara dayanmaya çalışan bir hastanın da değil.
Bu hüzün bir sevdanın, ayrılıkla noktalanmasından hâsıl olmuştu. Evet, bir aşk hikâyesi okuyordum, genç kızın mavi gözlerinde.
Bu aşkın dışındaymış gibi görünsem de bende bir şeyler kaptım. Halim, konuşmam, düşüncelerim, hikâyelerim şimdi bir başka akıyor ellerime. Acının dayanılmaz hükmü altındayım. Şimdi, göçmen kuşların uçuşuna imrendim. Yabancı ülkelere gidip gönlümün yabancısı olsam. Hiç tanımamış gibi seyrân etsem. Evvelinde birikin bu aşk acısı uçup gitse benimle.
Arzum göçmen kuşları gibi uçup gitmekti, ama uçamadım. Onu seyretmeye mecburmuşum gibi başımı başka yönlere çeviremedim. Başladım ya, bu hikâyeyi bitirmek zorundaydım.
Duruşunda ağıt yakan zılgıt, etrafında dönen ümitsizlik, dokunsan yere düşecek bir vücut. Yek vücut, ama parçalara ayrılan duyguların ölümü. Zaten aşkın varlığı çok uzun bir hikâye değil midir? Bir daralan bir açılan. Gevşeyen sonra deli gibi sıkan. Çok sonraları da unutulan.
Onu seyrederken böğründeki iniltileri duyabiliyordum. Çok ince bir sızının bitmeyen inlemesi ciğerime kadar işledi. Bir şey yapamamanın çaresizliği gelip oturdu içime. Orada yankılandı. Gizlice parmaklarımı ısırdım, ellerimi yumruk yaptım. Yanıma kim gelse konuşamayacak duruma geldim.
Bazı insanların hikâyesini okumanın zevk vermediğini anlamıştım. Hem de derinden çok derinden anlamıştım. Bu aşk hikâyesi, gönlümün hiç balta girmeyen ormanlarının ağaçlarına takıldı. Sanırım bana bir balta lâzım. Kesmem gereken çok ağaç var.
Genç kız bir müddet daha beni cezbesine aldıktan sonra kaybolup gitti.