"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hıristiyan öğrenci olmak da zormuş!

İBRAHİM DEMİRKAN
15 Nisan 2012, Pazar
Her şey twitter’da başladı. Agos yazarı Rober Koptaş’dan kopup gelen tweet (scream desek daha doğru) bir başka Hıristiyan vatandaşımızın da retweetıyla twitter hesabımızda gözüktü. “Bu hafta sonu Paskalya, en büyük bayramımız, ama açık öğretim sınavı var. Kurban bayramında sınav olmuyor, bizim bayramımızda neden oluyor?”
“Müslüman bayramlarında bir sınav olmazken, başkalarının bayramları neden dikkate alınmıyor? Tek soru bu.”
“Bizim gibi ülkelerde inançlara saygı denirse salt Müslümanlardan bahsedildiğini anlıyoruz, özgürlük dediklerinde de kimleri kastettiklerini.”
Bizler de yanlış uygulamalarından bıktığımız bu düzenin bir an önce ıslâh edilmesi gerektiğine inanan bir Müslüman olarak; “Olmamalı, bunu lütfen MEB’e bildirin ya da sendika köşemde (Ankara Eğitim-Bir-Sen 1 nolu Şube) dile getiririm isterseniz” deyince, “Mutlaka MEB’e bildirilmiştir, en azından azınlıklara ait gazeteler bunu yazıyor. Siz de dile getirirseniz sevinirim” cümlesi üzerine, biz de bu konuyu gündeme getirelim dedik.
Başta başörtüsü ve mescid sorunu olmak üzere, Ankara Memur-Sen İl Başkanı ve Eğitim-Bir-Sen 1 nolu Şube Başkanımız Mustafa Kır öncülüğünde yaptığımız mücadelelerde—Yeni Asya gazetesi gibi gazetelerin verdikleri destekleri de unutamayız, sağ olsunlar onlar bizim sesimiz oldu—hamdolsun aldığımız neticeler ortadadır. Fakat nedense gayrimüslim nüfusla ilgili, özellikle Ankara’da olmadıkları için sorunlarını gündemimize alamadık, tâ ki twitter’da bu haklı talebi görene kadar.
Konu elbette hassas, çünkü daha çok Batı dünyasının ABD vasıtasıyla Müslümanları ezdiği, özellikle Filistin topraklarındaki işgalci Yahudi güçlerin zulümlerinden dolayı “Bu Batı, özellikle Yahudi ve Hıristiyanlar bizim ezelî ve ebedî düşmanımızdır” yaklaşımı varken, böylesine çetrefilli bir konuda kalem oynatmak kendimiz için riskli, ama hakkın hatırı için elzem bir konu olduğu açık.
Bir İslâm mütefekkiri olan Bosna-Hersek’in kurucusu rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in “Çoğunluğun sınırsız gücüne ise inanmıyorum, çünkü çoğunluk despotizminin başka despotizmlerden farkı yoktur. Özgürlüğün ölçüsü azınlıklara nasıl davranıldığıdır ve insanların farklı düşünebilme özgürlüğünden önce, düşünce özgürlüğüne sahip olması gerekir” sözü bu konuda bize rehber olmalıdır.
Şimdi, bana Ermeniler ya da Rumlar kendilerine yapılan zulümlerden bahsedebilirler ya da Türkler Ermeni mezaliminden, ama bir Müslüman olarak söyleyeceğim tek şey Aliya İzzetbegoviç’in deyimiyle “İslâm en iyisi—bu hakikat—ama biz en iyi değiliz.”
Burada sayfalarca İslâmiyetin hoş görüsü üzerine yazmak isterdim, ama insanlar artık realiteye bakıp “Bana hikâye anlatma” diyor. Ya da “Senin Müslüman olduğunu, bana yapılan zulmü kabul edersen anlarım” diyor. Çünkü insanlar, artık kendisine yapılanları inkâr eden ya da üstünü örten bir üslûba sahip yazarların hiçbir sözünü inandırıcı bulmuyor, hatta hakikatten dem vurmasını utanmazca yapılan bir kara propaganda olarak da görebiliyor.
Şüphesiz, bir insan bile günahsız değilken, hatalardan arınmış değilken, milyonlarca insanın oluşturduğu bir sistemin, devletin hatasız ve günahsız olmasını beklemek, Platon’un ‘İdeal Devleti’ni beklemek gibi bir safdillik olacaktır.
Bu coğrafyanın çocuklarından birisi olarak, ortalama her vatan evlâdı gibi lise yıllarımda Yunan’a, oradan da Rum’a, çevrenin ve eğitimin etkisiyle de Ermeni’ye düşman olarak yetişmiş birisiydim. (Bizde ders kitapları ÇERKEZ Ethem’den başlayıp KÜRTLER’e kadar farklı ırkların tamamının hain olduğunu çok güzel vurgular). İlginçtir, bu bağnazlığın belki dinden ve dindar çevrelerden kaynaklandığını düşünenler çıkabilir, ama tam tersi laik eğitim dünyasının verdiği bu zihniyeti almış olduğum dinî eğitim, özellikle de Bediüzzaman Said Nursî’nin yazdığı Risâle-i Nurlar sayesinde aşabildim.
‘Gâvur’a bakışta ilk şoku “zımmîlik” ve “cizye” kavramlarında yaşamıştım.
İlâhiyatta öğrendiğim bu kavram, şimdiki vatandaşlık kavramına da kısmen tekabül ediyor aslında.
İslâm hukukunda bir ülkenin işgali ya da egemenliğinin Müslümanların eline geçmesinden sonra üç şart vardır.
İslâmın kabulü, cizye ya da savaş.
Kısaca savaşmayan için iki şık konulur önüne; ya Müslüman olacaksın, ya da kendi dininde kalıp cizye vererek zımmî statüsüne geçeceksin.
“Cizye” ise insanların can, mal, namus gibi güvenliklerini sağlamak üzere alınan bir tür vergidir.
Cizye vermeyi kabul eden Hıristiyan ve Yahudiler günlük hayatlarında, iş ve dinî ibadetlerini devletin himayesinde gerçekleştirebilirlerdi.
Halbuki sokağın bana öğrettiği dil, gâvuru her fırsatta sıkıştırıp ona hayatı zindan etmenin sevap olduğuydu.
“Cizye” denilen ve yaşlı, sakat, çocuk, din adamları ve kadınlardan alınmayan bu vergiyle ilgili Prof. Dr. Ahmet Özel’in ‘Darülislâm, Darülharb-İslâm Hukukunda Ülke Kavramı’ adlı kitabında anlattığı şu olayı da unutamamışımdır: Moğol istilâsı karşısında bir kaleyi terk eden Müslümanlar orada cizyelerini aldıkları ahaliye “Biz sizlerin can, mal, namusunuzu korumak için bu parayı alıyorduk, ama artık sizleri koruyamayacağız. Bu yüzden paralarınızı geri veriyoruz” diyerek topladıkları paraları ahaliye geri verip kaleyi terk ederler.
Özellikle İslâm hukukunda zımmî birisinin malına, canına zarar vermeyi bırakın, zımmîlere ait domuzunu öldürmenin, şarabını dökmenin bile caiz olmadığı ve bunu yapanın verdiği zararı ödemek zorunda olduğuna dair hükümleri görünce de şaşırmıştım. Allah’ın yasak ettiği bir şey, bir de farklı dinden insanlara aitse niye verilen zarar ödetiliyordu ki?
Velhâsılıkelâm, “Hıristiyanla bir Müslüman nasıl eşit olabilir?” sorusuna Osmanlı’daki gibi aynı sokakta yaşayamadığımız için, kabul etmekte zorlanıyorduk. Halbuki, âyet-i kerimede denildiği gibi, Allah dileseydi insanları ‘tek bir ümmet’ kılardı. (Hud Sûresi, 118. âyet) (Emperyal güç olmanın en temel ve bariz vasfı, çok dilli ve çok kültürlü toplumları bünyede uzun süre taşıyabilmektir. Osmanlı ve Roma İmparatorluğu gibi. Ama kendi vatandaşının ana dilinde eğitim yapmasına engel olan bir Türkiye, ne dünyada lider olabilir, ne de başka ülkelere model…)
Zekât ve hac nasıl İlâhî bir emirse ve bunu çiğnemek günahsa, gayri müslim bir zımmîye de eziyet ve haksızlık günahtı, hatta Hz. Muhammed Efendimiz (asm), “Kim bir zımmîye eziyet ederse, ben onun dâvâcısıyım. Ben kime (bu dünyada) dâvâcı olursam, kıyamet gününde de dâvâcı olurum” (Acluni, Keşfu’l-Hafa’ II, 218) diyerek son noktayı koymuştur.
Dikkat edilirse, meseleye İslâm hukuku zaviyesinden baktık. Peki, laik düzende insanlarımızın kendi dinleri ve hakları gibi, gayri müslimlerin de hakları olduğunu nasıl kabul ettireceğiz?
Bunu, dini dışlayan bir eğitim sistemiyle sağlayabileceğimizi zannetmiyorum.
Şu an, 12 yıllık kesintili eğitimle ilgili Kur’ân okuyan öğrenciler farklı zamanlarda, farklı şartlara göre bizlere hitap eden âyetler okuyacaklardır. Sonuçta gayrimüslimlerin lehine bir tablo çıkacaktır. Riskler de yok değil. Meselâ, “Din Allah’ın oluncaya kadar savaşın” ya da “Küfrün elebaşlarını öldürün” gibi âyetlerin hemen Müslüman olmayan kişilere değil, Müslümanlarla savaş halinde olan kişilere ait olduğu vurgulanmalıdır.
Arazideki öğretmenler bu anlamda önemli.
Allah’a şükür, İlahiyat camiasının yetiştirdiği insanlar, öğretmen adayları bütün bunların farkında olan insanlar.
Gerek geçmişe bakıldığında, gerekse hâli hazırda eğer her iki tarafın birbirine karşı zulmü varsa, bu dinin hatası değil, kafalardaki cehaletin karanlığındandır.
Bunu kabul etmemiz lâzım.
1800’lerden itibaren başlamış olan karşılıklı kıyım ve tasfiye politikaları ve bulandırılan İslâmî düşünce gibi konulara baktığımızda, yüzyıllık bir yıkıma maruz kalan binanın birden yapılmasını bekleyemeyiz, eğitimle çözülecektir bu iş inşaallah.
Risâle-i Nur’dan, Bediüzzaman’ın sözlerine kulak vermenin zamanıdır:
Ermeni çeteleriyle savaşmış ve Ruslara esir düşmüş bir insandan bahsediyoruz, lütfen dikkat. Bir daha söylemek gerekirse, “Ermeni çeteleriyle savaşmış ve Ruslara esir düşmüş” bir insanın, bir İslâm âliminin cümleleri ışığında Müslümanca düşünmenin yollarını aramalıyız diyorum.
Çünkü ‘nas’ları, âyetleri doğru okumak kadar, olayları ve hadiseleri de doğru okuyup ona göre doğru yorumlarda bulunmalıyız.
Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca tek adam yönetimine karşı mücadele vermiş, İslâm dünyasının kurtuluşunu, her türlü istibdat ve baskıdan kurtulmasının anahtarını meşrûtiyetçi ve hürriyetçi hareketlerde aramış bir âlimdir.
Bu anlamda, 1910’larda Şark aşiretlerine Meşrûtiyet’in önemini anlatmak üzere yaptığı seyahatte karşılaştığı soruları ve cevapları Münâzarât adlı kitabında dile getirmiştir.
Sözü ona verelim, çünkü kavganın içinden gelen, sevdiklerini, en yakınlarını bu savaşlarda kaybettiği halde Müslümanca bir bakış açısıyla “Ermenilerle nasıl dost olacağız?” sorularına cevap veren Bediüzzaman, bakın neler demiş:
İlk önce Kur’ân’da yer alan “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz” âyetine verdiği cevap ile başlayalım.
Suâl— Yahudi, Nasara (Hıristiyan) ile muhabbetten (sevgiden) Kur’ân’da nehy (yasaklama) vardır. “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. (Maide Sûresi: 51)” Bununla beraber, nasıl “Dost olunuz”, dersiniz?
Cevap—(Burada âyetle ilgili usûl-u tefsir ve fıkha ait açıklamaları geçtik) … Demek bu nehy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise, her bir Müslümanın, her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan sıfatı veya bir san’atı istihsan etmekle (beğenmekle) iktibas etmek (almak, alıntı yapmak) neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin!...
(Bediüzzaman’ın cevaplarına döneceğiz, ama konuya uzak olanlar için kısa bir açıklama yapalım. Bilindiği gibi Müslüman bir erkeğin gayr-i müslim bir bayanla evlenmesi caizdir. İşte insan evleneceği insanı sevmediği müddetçe evlenemez, ama “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin” âyetinin zahirine bakınca böyle bir evliliğin olmaması gerekirdi.)
S— Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi (eşit) olacağız?
C— Müsavat (eşitlik) ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda (köle, hizmetçi) birdir. Acaba bir şeriat karıncaya ayak basmayınız dese, tazibinden men’ ederse, nasıl benî-Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ! Biz imtisal etmedik (uymadık). Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) adi (sıradan anlamında kullanılmıştır) bir Yahudi ile muhakemesi ve fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyubînin miskin (fakir, güçsüz anlamında kullanılmıştır) bir Hıristiyan ile mürafaası (duruşması) sizin şu yanlışınızı tashih eder, zannederim.
S— Ermeniler zımmîdirler. Ehl-i zimmet (zımmî hukukuna tabi olan gayri müslimler), zimmettarlarıyla (gayri müslimleri himaye eden Müslümanlar) nasıl müsavî (eşit) olur?
C— Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın (baskıcı rejim) sünnet-i seyyiesiyle (kötü âdetleri, yolu) muhafaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevî zimmî-i muahid (Anlaşma ile İslâm devletinde koruma altında olan gayr-i müslim) nazarıyla bakıyorum.
S— Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?
C— Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat’iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zilletli, düşük bir şekilde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi (millî onuru) muhafaza ederek, musalâha (sulh, barış) elini uzatmaktır.
Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahife-i vücuttan silinsin. Olabilir; yalnız, size husûmetin (düşmanlığın) bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husûmet zarardır. Halbuki, Âdem zamanından, yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevali (yok olması) değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi “Dunehu Hartul Katad”dır. (“Dikenli bir dalı elle soymak” anlamına gelen bu deyim, önünde çok engel bulunan ve imkânsız olan şeyler için kullanılır.) Ömerdılan kabilesi bin senedir yine Ömerdılan’dır. (Abbasiler döneminden beri devamlı saldırıya uğrayan bir kabile ve bu konuşmanın olduğu zaman hâlâ ayaktadır.)
S— Bir kısım Jöntürk der: “Demeyin Hıristiyanlara ‘Hey kâfir!’ Zira ehl-i kitaptırlar” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
(Bu konuyla ilgili küçük yaşlarda milliyetçi-muhafazakâr bir gazeteden okuduğum bir yazıdaki bakış açısından bahsetmek isterim. Gazetenin bir tarih köşesi vardı ve bu soruyla ilgili bir bilgi oradan veriliyordu. O köşede Osmanlı’da Tanzimat ilân edilince davulcuların sokağa çıkarak ‘Bundan sonra gâvurlara gâvur denmeyecek ey ahali’ diye ilânlar verildiğini okumuş ve ben de gülerek “Gâvura gâvur denmez de ne denilir canım?” diyerek hak vermiştim. Şimdi Üstad’a bir kulak verelim de, söylediğimiz sözlerin nereye kadar uzandığını anlayalım.)
C— Kör adama “hey kör!” demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir. Eziyetten nehy var. “Kim bir zımmîye eziyet ederse...” Hadis-i şerifin devamı şöyledir: “Ben onun hasmıyım. Ve kimin hasmı ben olursam, kıyamette onunla hesaplaşırım.” (Kenzü’l-Ummal, 4.cilt, hadis no:10909) ilâ ahir.
Saniyen: Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri (akla gelen ilk şey) dinsiz ve münkir-i Sâni (Allah’ı inkâr eden) demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba (Hıristiyan ve Yahudilere) ıtlak etmeye (isimlendirmeye) hakkımız yoktur.
İkincisi: Peygamberimizi (asm) ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mânânın tebadüründen bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jöntürklerin muradı bu olsun.
'Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?’ gibi soruları ve cevapları Münâzarât adlı kitabına havale ederek son sözlerimize gelelim:
Başta Millî Eğitim, YÖK ve YÖK’e bağlı Anadolu Üniversitesi gibi bütün üniversitelerce Hıristiyanların ve Yahudilerin bayram günlerinin dikkate alınarak bu dine mensup olanlara tatil verilmesi, özellikle sınav tarihlerinin buna göre düzenlenmesi bir insanlık borcudur ve bu ülkede çoğunluğu oluşturan biz Müslümanlara göre de gayet müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Hiçbirimizin itirazı olmaz.
Laiklik bahanesiyle ya da “Bu dinciler kendi emellerine gayrimüslimleri âlet edip sonra bambaşka şeyler gündeme getireceklerdir, aman bu hak verilmesin!” diyenlere de Bediüzzaman’ın ifadesiyle şunu söyleriz:
“Padişah ne vakit Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, zulmedenler, padişah da olsa hayduttur. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz; san’at, marifet (ve ittifak) silâhıyla. Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz (uyanık olma) ve terakkiye (ilerlemeye) sevk eden Ermenilerle kemal-i memnuniyetle (tam bir hoşnutlukla) dost olup elele vereceğiz. Zira husûmette fenalık var. Husûmete vaktimiz yoktur.”
Bizim dâvâmız ve derdimiz budur ve bundan başka da bir derdimiz ve gizli gündemimiz de yoktur.
Okunma Sayısı: 1786
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı