“Hayır, matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfakım!
Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda,
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!
Ne hüsrandır ki: şark’ın ben vefasız kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Selâhaddin Eyyubî’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkus inlesin beyninde Osman’ın,
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun,
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın,
Şenâ’atlerle çinensin muazzam kabri Orhan’ın,
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dinin devrilip taş taş,
Sürünsün imdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde ikenceyle kıvransın,
Serilmiş gövdeler binlerce, yüzbinlerce doğransın,
Dolasın sonra selâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem.”
Osmanlı devletinin ve İslâm âleminin içinde bulunduğu hazin şartları, “Bülbül” şiirinde böyle içli mısralarla tasvir eden Mehmed Akif’in de, Mısır’dan İstanbul’a döndüğü zaman ağır hasta olmasına rağmen iyileşince yazmak istediği ilk eserlerden biri Selâhaddin Eyyubî’nin biyografisi idi.
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında Mustafa Kemal’in ısrarlı davetleri üzerine Ankara’ya gelen Bediüzzaman Said Nursî, onun Napolyon hayranı olduğunu ve Osmanlı devletinde, Fransız İhtilâline benzer bir ihtilâl yapmak istediğini anlayınca ikaz etme ihtiyacı duydu.