Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Nurlu bir dünya

Dünyanın geleceğinde farklı medeniyetler buluşacaklar mı, yoksa çatışacaklar mı? Bu son dönemlerde geliştirilen farklı teoriler ile ortaya konuyor. Ancak sebep-sonuç bağlantıları ile ortaya konan hükümlerin ötesinde asıl hüküm sahibi ilâhî iradedir. İlâhî iradenin varlığı şekillendirişinde de tevhid esastır. Bu da bütünleşme ve birleşme şeklinde bir süreci netice veriyor.

Dünya yeni dönemde bir bütünleşme sürecine giriyor. Bir tohumun çatlaması gibi fıtrî bir süreç olan bu gelişmeye ekonomik ve siyasî güçlerle karşı koyabilmek mümkün değil. Bu dönemde bütünlüğü esas tutan ve tevhid anlayışına dayanan yeni bir medeniyet projesi daha belirgin bir ihtiyaç olarak önümüze çıkıyor. Bu medeniyetin temel yapı taşları Kur’ân merkezli semavi kaynaklarla şekillendirilmeli ve insanlığa madde ve ötesini aydınlatacak çözümler sunmalıdır. Bu yapı içerisinde san’atı, tiyatrosu, müziği ve edebiyatıyla ferdin iç âlemini vahye dayanan güzelliklerle zenginleştirecek bir model esas tutulmalıdır. Yani yeni medeniyetin temel yapı taşı Kur’ân’ın nuruyla aklı aydınlanmış ve hür olan, vicdanı o nur ile ışıklanan, irfan sahibi fert olacaktır. Bu aslında, temel bir insanlık projesidir.

Son dönemlerde iletişim becerileri, başarının sırları, etkili olma, kişisel gelişim gibi konularda pek çok eğitim programı düzenleniyor ve yayınlar yapılıyor. Bu tip konulara ilgi duyan ve eğitimini alan insanların sayısı günden güne artıyor. Bu da önümüzdeki dönemde insanların modern bir nefis terbiyesi aracı geliştirme çabası içine gireceklerine işaret ediyor. Bu anlamda tasavvufu günlük yaşantının bir parçası haline getiren ve modern dünyada Asr-ı Saadet ölçülerini yaşama modeli olan Risâle-i Nur çok önemli bir kaynak olarak önümüze çıkıyor.

İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık âlemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık âleminin içinde şekillenen doğrular hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafî olacaktır. Yani her hüküm elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, “Her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: ‘mesleğim haktır,’ yahut ‘daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veyahut ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturu” herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlâs ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır. Biz, Nur talebeleri Üstadımızdan aldığımız bu dersle, doğru olduğuna inandığımız ve bu inancımıza pek çok dayanak bulduğumuz Risâle-i Nur Külliyatını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu dâvâ içinde yer alan herkesin, en azından çoğunluğun inancı, bu külliyatın geçmişin birikimini Kur’ân ve sünnet ışığında toparlayıp asrın ihtiyaçlarına uygun hâle getiren bir kaynak kitap olduğudur. Bu yönüyle bir muktesebatın sonucu ortaya çıkmış eser külliyatı olmanın ötesinde bir anlam taşıdığına inanıyoruz.

Unutmamak gerekir ki, Yunan ve Roma medeniyetlerinin günümüze uzanan Batı medeniyeti tarzındaki varlık algıları artık kökten sarsılmış, önemini iyice yitirme konumuna gelmiştir. Geçen yıl yapılan bir deneyde ışığın ortama daha girmeden çıktığının gözlenmesi sebep-sonuç ilişkilerini iyice derinden sarsmış ve sonucun sebepten önce gelebileceğine kadar uzanan farklı bir varlık âlemi tablosu ortaya koymuştur. Bu açıdan bakıldığında bir şeyin olabilirliğini veya olamazlığını ortaya koyarken çok dikkatli olunmalı ve hiç bir zaman direk hükümler verilmemelidir.

Günümüzün en temel problemlerinden biri belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı hiçbir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır.

Risâle-i Nur’un, Kur’ân, Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur’ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz.

Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz.

Külliyat ile günümüz insanının ihtiyaçları doğrultusunda Mantık, Belâgat, Usûl ve Kelâm gibi ilimlerin yanında pek çok fen ilimlerinin hazmedilmiş ve süt şeklinde asrın insanlarına sunulmuş olduğunu düşünüyoruz. Bu yeni bir medeniyet projesi çerçevesinde Risâle-i Nur dil kalıpları, temel kavramları ve tüm insanlığı ilgilendiren tezleri ile sistematize edilmeli ve günümüz insanının algı ve anlayışına uygun şekilde sunulmalıdır.

Risâle-i Nur yeni dünya düzeninde birleştirici bir çimento olmak ve oluşacak Kur’ân medeniyetinin dili olmak istidadındadır. Bu anlamda üzerinde ciddî çalışmalar yapılmalı, şerh ve izahları yanında içerdiği kavramlar ve anlamlar manzumesini sinema, tiyatro, müzik gibi günümüzün belâgat alanlarında da ortaya koymak için ciddî bir alt yapı oluşturulmalıdır.

29.09.2006


 

Ümmü Cemil

Ummü Cemil, bilindiği gibi Ebu Leheb’in karısı, Ebu Süfyan’ın da kız kardeşidir. Ebu Leheb ise, Peygamber Efendimizin amcası olmasına rağmen kendisine eziyet eden ve azılı düşmanları arasında yer alanların başta gelenlerinden biri olmuştur. Bu aile ile ilgili diğer bir özellik ise, hemen tüm aile fertlerinin Peygamber Efendimize olan düşmanlıkları ile ön plana çıkmaları olmuştur. İlk yıllarda Kureyşlilerin büyük ekseriyeti Müslümanlara karşı cephe alırken zamanla bu tavır değişmiş hemen hemen tüm ailelerden birer ikişer Müslümanların safına geçmeye başlamışlardır. Ancak, Ebu Leheb başta olmak üzere eşi ve çocukları Peygamber Efendimize ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını giderek arttırmışlardır.

Ümmü Cemil ve kocası Ebu Leheb ile herhangi bir meselesi olmayan Peygamber Efendimiz iki kızını onlara daha önce gelin olarak vermiş ve aralarındaki akrabalığa ilave bir akrabalık bağı daha oluşturmuştu. Ancak, bu durum Peygamber Efendimizin peygamberliğini açıktan ilan etmesinden itibaren tersine döndü. Kendi düşmanlıklarını sürdürdükleri gibi, oğullarının da eşlerini boşamalarını sağladılar. İki oğulları anne babalarının isteğine uyarak Peygamber Efendimizin kızlarını boşadılar.

Peygamber Efendimizin evi, iki azılı müşrik olan Ebu Leheb ve Ukbe bin Ebu Muayt’ın evlerine yakın bulunmaktaydı. Bunlar her fırsatta Kâinatın Efendisine saldırmakta ve eziyet etmekteydiler. Yine bir seferinde eline aldığı deve pisliği ile yola çıkan Ebu Leheb’in amacı, bu pislikleri Peygamber Efendimizin kapısının önüne atmaktı. Ancak, bu sırada çıka gelen Hazret-i Hamza durumu fark etti. Ebu Leheb’in elinde tuttuğu deve pisliğini alıp onun başına döktü.

Kocasından hiç de geri kalmayan Ümmü Cemil, komşusu olan Peygamber Efendimizin evinin çevresini dikenli ağaç dalları ve kaya parçalarıyla doldururdu. Amacı, gece karanlığında gelecek olan ve bunları fark etmeyecek olan Peygamber Efendimize eziyet etmekti. Çünkü, gizlice etrafa serpiştirdiği diken ve taşlar, Peygamber Efendimizin ayağına batacak o da bundan mutlu olacaktı.

Kureyşlilerin gelenek ve anlayışına göre bir kimsenin babası vefat ettiğinde amcası baba yerine sayıldığı gibi, amca da yeğeninin tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır ve evladı gibi bakardı. Peygamber Efendimiz de babası ve dedesinin vefatından sonra amcası Ebu Talib’in büyük yardımını ve desteğini görürken, diğer bir amcası olan Ebu Leheb tam tersi bir tavır sergilemekteydi.

Peygamber Efendimiz amcasını hak dine davet ettikçe daha da azar ve eziyetini daha da arttırırdı. Bu tavrını ölümüne kadar devam ettirdi. Bedir Savaşı’na, bulaşıcı hastalığından dolayı katılamadı. Mağlubiyet haberinin ulaşması üzerine üzüntüsünden öldü. Bulaşıcı hastalığı sebebiyle kimse yanına yanaşmadığından ölümü de kendileri için büyük bir sıkıntı oldu. Ancak, parayla tuttukları adamlar vasıtasıyla ölüsünü defnedebildiler.

Ümmü Cemil, Peygamber Efendimize hakaret ve eziyet için her yola baş vurmaktaydı. Mekke’de, vahyin kesildiği bir dönemde Peygamber Efendimizin yanına giderek alay etmeye kalkıştı. “Sahibini görmüyorum, herhalde seni terk etti.” Küstahlığında bulundu. Bu hareketinden sonra Duha Sûresi nazil oldu. Bu surenin 3-7 ayetlerinde mealen, “Rabbin ne seni terk etti, ne de sana darıldı. Elbette senin için ahiret dünyadan hayırlıdır ve elbette Rabbin sana razı olacağın ihsanlarda bulunacaktır. Sen yetim iken O seni barındırmadı mı? Sen yolunu şaşırmış bir kavmin içinde iken O sana yol göstermedi mi?” buyrulmaktaydı.

Ümmü Cemil ile kocasının yaptıkları çirkinliklerden ve Peygamber Efendimize çektirdikleri sıkıntılardan dolayı haklarında ayet nazil oldu. Tebbet Suresi ile bu ailenin yaptıkları ve haklarında cari olan İlâhî hüküm de böylece açıklanmış oldu. Bir taraftan cennetle müjdelenen sahabelere Peygamber Efendimiz müjdeyi verirken diğer taraftan belki de ilk defa henüz hayatta iken bir insanın cehennemlik olacağı sure ve ayetlerle ilan edilmekteydi.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Kahrolsun Ebu Leheb! Zaten kahrolup gitti. Ne malı, ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda da bükülmüş bir ip olacak.” (Tebbet Suresi) Böylece Ümmü Cemil’in cehennemlik olduğu haber verilmekteydi.

Kendisi ve kocası hakkında sure nazil olduğunu duyan Ümmü Cemil eline bir taş alarak Peygamber Efendimizi aramaya başladı. O sırada Peygamber Efendimiz Kabe’nin yayına oturmuş Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile sohbet etmekteydi. Ümmü Cemil’in hışım ve öfkeyle kendilerine doğru geldiğini gören Hz. Ebu Bekir; “Ya Resulallah! Ümmü Cemil pis ve ahlaksız bir kadındır. Onun gelişi hiç de hayra benzemiyor; sana bir zararının dokunmasından endişe ediyorum. Ona muhatap olmadan buradan uzaklaşınız.” dedi. Kainatın Efendisi ise; “Meraklanma, o beni göremez.” buyurdu.

Ümmü Cemil, oturup sohbet eden iki güzide arkadaşın yanına vardı. Sıddık-ı Ekber’e arkadaşının, yani Peygamber Efendimizin nerede olduğunu sordu. Oysa ki, Peygamber Efendimiz onun karşısında durmakta idi. Peygamber Efendimizin nerede olduğunu soran Ümmü Cemil’e, Hazret-i Ebu Bekir, “Ne yapacaksın onu?” diye sordu. Ümmü Cemil ise; “Duyduğuma göre arkadaşın beni hicvetmiş. O şairse, biz de şairiz. O bizi hicvetmiş, biz de onu hicvediyoruz. Onun anlattıklarına isyan ediyoruz. Biz onun dininden hoşlanmıyoruz. Vallahi onu bulduğumda şu taşı kafasına vuracağım” şeklinde küstahça karşılık verdi. Hz. Ebu Bekir de; arkadaşının şair olmadığını, şiir söylemediğini ve kendisini hicvetmediğini söyledi. Bu cevaptan sonra oradan ayrılıp uzaklaştı. Ümmü Cemil’in ayrılışından sonra Peygamber Efendimize dönen Hazret-i Ebu Bekir, “Ya Resulallah! O seni görmedi.” deyince, Kainatın Efendisi, “Evet. Rabbim onunla benim arama bir perde çekti. Ben olanları gördüm, ama, o beni görmedi.” diye buyurdu.

Risâle-i Nurda, sözü edilen bu hadise anlatılmakta ve Ümmü Cemil’in hareketinden söz edilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu kötü kadın karşısında Peygamber Efendimizi koruduğunu belirten Bediüzzaman, “Yanında iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı görmemiş. Elbette, hıfz-ı İlâhîde olan bir Sultan-ı Levlâk’ı, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş?” (Mektubat, 1994. s. 161) ifadelerine yer vermektedir.

29.09.2006


 

Risâle-i Nur’da eğitimin kişisel gelişim boyutu - 1

Giriş Âlemde mükemmelleşme meyli vardır. Bu yüzden kâinatın yaratılışı “tekâmül kanunu”na tabidir. İnsan ise kâinatın meyvelerinden ve cüzlerinden olduğundan, onda da bu mükemmelleşme meylinden bir “terakkî meyli” vardır. Acaba insanın bu terakkî ve tekâmülü nasıl olmalıdır? Said Nursî’ye göre hayvanların asıl görevi kendilerine verilen kabiliyetlere göre çalışmaktır. Bu da “fiili ubudiyet” olarak isimlendirilmektedir.

Hayvanların dünyaya gönderiliş amacı; öğrenmekle tekemmül etmek, aczini göstermekle meded istemek ve duâ etmek değildir. Ama insanın dünyaya gönderiliş amacı ise öğrenmekle mükemmelleşmek, duâ ile ubudiyettir. Çünkü insan aciz, zayıf, hayat kanunlarına cahil olarak dünyaya gönderiliyor. Aciz ve zayıf olması onu Allah’a duâ edip ona kulluk yapmaya, cahil olarak yaratılması da her zaman öğrenmeye sevk ediyor. Bu yüzden insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gönderilmiştir. O halde insanın gerçek tekâmülünün iki önemli amacı vardır. Bunlar da ilim, duâ ve kulluktur. Bu unsurlar insanın manevî ve ruhsal cephesini tekâmül ettirmekle birlikte, maddî yönünü de geliştirmektedir. Günümüz kişisel gelişim çalışmaları ise sadece insanın maddî yönünü geliştirmeyi hedefleyerek, manevî yönünü ihmal ediyor. Buradan kişisel gelişim çalışmalarının da manevî yönden tekâmüle ihtiyacı olduğu sonucu çıkıyor.

Kişisel gelişim ifadesi Risâle-i Nur’da insanın tekâmül ve terakkîsi olarak yer alıyor. Risâle-i Nur, insanın Rabbine karşı aciz, fakir, zayıf olduğunu nazara veriyor. Buna göre insanın gerçek terakkîsi, tekâmülü, gelişimi acziyetinin, zaafiyetinin, fakrının farkına varmakla mümkündür. Çünkü bu farkına varma, insanı ve bütün varlıkları yaratan, her şeye gücü yeten Allah’a kulluk yapmaya sebep olur. Bu bakış açısı Kur’ân’da bildirilen insanın amaçlarıyla özdeşleşmektedir. Zira Kur’ân-ı Kerim’de insanların ve cinlerin esas yaratılış amacının Allah’a kulluk yapmak olduğu beyan edilmektedir. Said Nursî’ye göre insanın Allah’a kulluk yapması, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak demektir. Bu anlamdaki bir ibadet de insanın hem dünyevî, hem de uhrevî mutluluğunun kaynağıdır. Batıda ortaya çıkan günümüz kişisel gelişim çalışmalarında insanın ruhunu ve kalbini doyuracak tekâmülün bu gerçek boyutuna dikkat çekilmediği için, insanların kendilerinde gerçekten sınırsız bir güç olduğunu vehmetmelerine, bu da kabiliyetlerini sadece geçici dünya lezzetleri ve menfaatleri için kullanmalarına sebep oluyor. İnsanın fiziksel ihtiyaçlarını giderirken ruhunu ve kalbini aç bırakan bu anlayış, insanı mutlu etmeyi hedeflerken mutsuz hale getiriyor. Halbuki insana verilen cihazlar, duygular, lâtifeler hayvanlara verilenlerden çok yüksek değerdedir. İnsan eşref-i mahlûkattır. Bu sebeple sınırlı duygulara sahip olan hayvan gibi sadece dünyevî, maddî bir hedef, fiziksel bir haz ve geçici bir mutluluk için çalışması, bu değerli lâtife, duygu ve cihazlarını yanlış yolda kullanmasına, ruhsal, duygusal bir tatminsizliğe ve mutsuzluğa yol açmaktadır. Nursî’ye göre bu, insanın gerçek tekâmülü, terakkîsi, gelişimi değildir. İnsanın gerçek terakkîsi “insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek; ve zevklerinin her çeşitlerini, hatta en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur.” O halde insanın duygularını, lâtifelerini, cihazlarını ebedî hayata yöneltmesi ile ancak gerçek bir kişisel gelişime, terakkî ve tekâmüle erişilebilir. Buna ulaşabilmek için Risâle-i Nur’daki ifadelere göre “tahkikî bir iman, marifetullah, muhabbetullah” gibi insanın esas yaratılış gayesini oluşturan unsurların bilinmesi ve uygulanması gerekmektedir. Bu esasları elde eden bir insanın kendisine, diğer insanlara, kâinata bakış açısı olumlu yönde değişeceği gibi, gerçek gelişim ve tekâmül yoluna da girilmiş olacaktır.

Bizim masamızın sonuç bildirisinde Risâle-i Nur’da kişisel gelişime etki eden pozitif unsurlar, kişisel gelişimi engelleyen negatif unsurlar ve kişisel gelişimin ortaya çıkardığı insan modeli konusundaki ortak düşüncelerimiz sizlerle paylaşılacaktır.

A. Kişisel gelişime etki eden pozitif unsurlar

1. İman. Risâle-i Nur, İslâmın Kur’ân ve hadis gibi iki temel referansına dayanarak insanı insan edecek birinci unsurun “iman” olduğunu vurguluyor. Allah’a iman etmek, ona teslim olmayı, bu da tevekkülü sonuç veriyor. Bu da hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna sebep olmaktadır. İmanın insana gerçek mutluluk verebilmesi için de taklidi olmaktan çıkıp “tahkiki” hale getirilmesi gerekmektedir. Tahkiki iman da, eşyanın hakikatleri olarak ifade edilen Cenâb-ı Hakkın Esma-i Hüsnasının anlaşılması, insanın ve kâinattaki bütün varlıkların bu isimlerin gözlüğüyle okunmasıyla mümkündür. Cenâb-ı Hakkı isim ve sıfatlarıyla tanıyan bir insan, onun her şeyi en güzel ve en mükemmel şekilde yaptığını da anlayacaktır. Bu anlayış, insanın Allah’ın râzı olduğu, sevdiği Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmasını ve yaptığı işi en güzel şekilde yapmasını temin edecektir. Bu bakış açısı insanın tekâmül ve gelişiminde en önemli bir motivasyon unsurudur.

Çalışmak, işini mükemmel yapmak da insana lezzet, lezzet de mutluluk verecektir. Muhsin olan bir insan, yani hem dünyevî işini, hem de ibadetlerini düzgün yapan bir insan da Allah tarafından sevilecektir. Kalplerin ancak Allah’ı hatırlamakla mutmain olacağını bildiren âyet de bu mânâyı kuvvetlendiriyor.

Allah, Mümit ve Muhyi isimlerine sahiptir. Yani Allah hem canlı varlıkları öldürmekte, hem de diriltmektedir. İnsan ise ebedî bir yaşama duygusuna sahiptir. Allah’ın insanı öldükten sonra diriltecek olması, yani ahireti yaratacak olması insanın da buna inanması onu mutlu edecek, tekâmülünü sağlayacak unsurlardan birisidir. Çünkü insanın duyguları bu dünyada tatmin olmuyor. İnsandaki sevgi ve beka aşkı, şefkat gibi duyguların tatmin edilmesi ancak ahiretin var olması ile mümkündür. Aynı zamanda ahiretin varlığı insanın kendisini ve sevdiklerini yok olmaktan kurtardığı için insana mutluluk veriyor.

Ahiret inancı toplumun her kesimini de mutlu ederek gerçek bir tekâmüle sebep olmaktadır. Çocuklar, yakınlarının ölümü karşısında ancak cennet fikriyle teselli bulabilirler. Bu da onlar için ruhsal tekâmülün, mutluluğun kaynağıdır. Gençler cehennem fikriyle toplumu olumsuz etkileyen duygusal yönlerini bastırırlar ve tecavüzlere yeltenmezler. İhtiyarlar ölümün yüzüne ancak ebedî hayat inancıyla gülebilirler. Diğer taraftan toplumun çekirdeği olan aile de, ahiret inancı sayesinde sevgi, şefkat ve hürmeti yaşar ve yaşatır. Bu inanç aile fertlerinin birbirine değer vermesine sebep olur. Kişisel gelişimin amaçlarından biri olan mutluluğa ancak bu şekilde ulaşılabilir. Bu mutlulukla hayata bağlanan insan, kendisini maddî-manevî tekâmül ettirmek için gayret eder. Bu inançtan mahrum görüşler, insanı geliştirmek yerine, en aşağı dereceye indirmektedir.

2. Sevgi. Kendisini geliştiren, tekâmül ettiren insan, Allah ile, insanlarla ve kendisiyle iletişim içinde bulunan bir insandır. İnsanın bu münasebetlerini en güzel şekilde ayarlayan unsurların başında da sevgi gelir. Kâinat bir ağaç gibidir. İnsan da bu ağacın en mükemmel meyvesidir. Allah insanın kalbine kâinatı istilâ edecek bir sevgi duygusunu yerleştirmiştir. Bunu vermesinin asıl gayesi de, insanın Allah’ın Zatını, sıfat, isim ve bunların kâinattaki tecellîlerini sevmesidir. Sevgiye önem veren kişisel gelişim kitaplarında kişinin Allah sevgisi yer almadığından iletişimde kopukluklar yaşanmakta ve sevgi duygusu yerli yerinde kullanılmamaktadır. Risâle-i Nura göre insan önce Allah’ı sevip sonra O’nun namıyla diğer varlıkları sevmesi gerekirken; bu sevgiyi önce kendisine, sonra diğer insanlara yöneltiyor. Bu, insanın sevgi duygusunun tatminsizliğine sebep oluyor ve onu mutsuzluğa sevk ediyor. Halbuki sevginin sebepleri olan cemal, kemal, hayır ve menfaat gibi hususlar sonsuz ve ebedî olarak Cenâb-ı Hak’ta olduğundan insanın bu sevgi duygusu ancak Allah’a yöneltilmekle tatmin olabilir. Allah’ı seven bir insan, diğer insanları da, mahlûkatı da O’nun hesabına sever. Çünkü Allah Bâkî, Allah sevgisi bâkî, ama insanlar ve diğer sevilen objeler fanidir. Allah için seven bir insanda kin ve düşmanlık duyguları olmaz. Allah için seven bir insanın kendisiyle, diğer insanlarla, ailesiyle, Allah ile olan münasebetleri mükemmel olur. Bu da insanın tekâmül ettiğini gösterir.

3. Nefis terbiyesi. İnsanda Kur’ân’ın ifadesiyle nefs-i emmâre, yani kötülükleri isteyen bir nefis vardır. Bu nefis, insanın tekemmülüne, terakkisine sebep olmak için verilmiştir. İnsanın en büyük cihadı kötülükleri isteyen nefse karşıdır. Mücadele sayesinde nefs-i emmare, nefs-i levvameye ve mutmainneye dönüşmüş olsa dahi, görevlerini asap ve damarlara devreder ve her zaman insanda onun terakkîsine sebep olacak hakikî, ya da mecazi bir nefs-i emmare bulunur. İnsan bazen nefs-i emmaresinin telkinlerine uyarak kötülük işleyebilir. Yaptığı kötülüğü bir daha işlemeyerek ve pişman olup istiğfar ederek bunu da tekâmülüne bir basamak haline getirebilir. Çünkü tekâmülde olumsuzluklardan uzaklaşmanın önemli bir yeri vardır.

4. İbadet. İnsanın kişisel gelişmesine etki eden en önemli unsurlardan birisi de ibadettir. Oysa ki kişisel gelişimin en önemli amacı mutluluktur. İbadet de Said Nursî’nin ifadesine göre, dünya ve ahiret işlerini tanzim etmeye, şahsî ve nevî kemâlâta sebep olduğu gibi, dünya ve ahiret mutluluğuna da sebeptir. Ona göre, ibadet Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır. İnsan ibadet etmek için yaratıldığından, ibadet eden bir insan görevini yapmanın mutluluğunu ruhunun derinliklerinde hisseder. Üstelik bu sayede insanların hakkına hukukuna riayet etmeyi, kötülükleri ortadan kaldırmayı kendisine amaç edindiğinden kendisi mutlu olduğu gibi diğer insanların da mutluluğuna katkıda bulunur. Diğer taraftan ibadet, insanların birbirlerini sevmesini sağlar ve kardeşlik bağlarını oluşturur. Kısaca ibadet eden bir insan, kendini geliştirme yolunda önemli mesafeler kat eden kimsedir.

5. Kanaat. İnsanın kişisel gelişimine pozitif etki eden unsurlardan bir diğeri de kanaattir. Kanaat şükrün ölçülerinden birisidir. İnsan sebepleri yerine getirdikten sonra elde ettiği sonuca razı olmalıdır. Bu insanı mutlu eder. Kâmil bir insan kanaat eden bir insandır. Hırs ise kanaatin zıddıdır. Kanaat rahmete, hırs ise hasarete ve mahrumiyete sebeptir. Kanaat eden bir insanın çalışma azmi, moral ve motivasyonu yükselir. Kısaca kanaat sahibi insan, kendisini tekâmül ettirmiş, geliştirmiş bir insandır.

—Devamı haftaya—

29.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004