Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Birey ve toplum

—GEÇEN HAFTADAN DEVAM—

2.4.5- Sivil toplum kuruluşları

Bireyin toplumda iyi bir yer edinebilmesi için kabiliyetlerine uygun herhangi bir meslekte uzmanlaşması gereklidir. Aynı meslekte olanların veya ortak özelliklere sahip olanların çeşitli amaçlarla bir araya gelerek dayanışma içerisine girdikleri ve amaçları uğruna mesai sarf ettikleri öteden beri bilinen bir gerçektir. Sivil Toplum kuruluşları, toplumun demokratik süreçlerde ihtiyaçlarına göre şekillenir ve gönüllülerin topluma vermek istediği insanî hizmetleri ifade eder. Bu yönüyle Bediüzzaman da birçok sivil toplum kuruluşunda görev almış ve kurucusu olmuştur. Yeşilay da bunlardan biridir.

Vakıflar, dernekler, sendikalar ve siyasî partiler birer sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu kuruluşların birbirleriyle mücadele etmeleri toplumun zararınadır. Bunun yerine kendi varlıklarını geliştirme ve yüceltme çabası içerisinde olmalıdırlar. Toplum içindeki farklılıkları kabullenme ve onlarla diyalog zemininde ikna metodunu esas almalıdırlar. Bediüzzaman, özellikle Avrupa Birliği sürecinde yeni ve farklı toplumlarla ortak siyasî ve ekonomik birliğe girmeye hazırlandığımız bir döneme; "Gayr-i Müslime karşı hareketimiz iknadır", "Medenilere galebe çalmak ikna iledir" diyerek ışık tutar. Medenî dünyanın iletişim ve diyalog pratiği, "iknaya dayalı pozitif ve ilmî müzakere zeminleri" şeklinde olacaktır.

2.4.6- Tanışma ve yardımlaşma

Toplumun en önemli iki dinamiği, tanışma ve yardımlaşmadır. Risâle-i Nur'da, bunlar teârüf ve teâvün kavramları ile ifade edilmektedir. Bediüzzaman, bu iki önemli kavramın üzerinde ısrarla durur. İslâmın beş şartından biri olan "hacc"ın en önemli hikmet ve gayesinin teârüf ve teâvün olduğunu söyler.

Teârüf dediğimiz tanışma, insanların birbirini bilme, yeteneklerini fark etme, karşılıklı diyalog zeminini doğru kurma ve ihtiyaçlarını karşılamada birbirine olan gerekliliğinin boyutunu ve sınırlarını anlama imkânı vermektedir. "Sizleri, kabile kabile, taife taife yarattım ki, birbirinizi tanıyasınız" âyeti de buna işaret etmektedir.

Teârüfün iyi işlemesi halinde, fikir alış verişi ve doğru iletişim sonucunda fikir birliği ve düşünce uyumunu sağlamak mümkün olacaktır. İnsanlar gerçek anlamda birbirlerini tanıdıkça ve farklılıklarını ve potansiyelini keşfettikçe, mutabakata dayalı fikir birliği ve ortak amaç içinde düşünme tarzları artacaktır.

Fikir birliğine dönüşmüş tanışma ve beraber neler yapılabileceği kanaatini veren ortak görüşler, beraberinde yüksek stratejileri belirleme ve İslâm âleminde Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Siyaset-i âliye-i İslâmiye”yi netice verecektir.

Yani İslâmın yüksek siyaseti, fikir birliğine ve onun da tesisi teârüfe bağlıdır. Kendini tanıma ve bilmekle başlayan bu süreç, aynı zamanda; "Kendini bilen Rabbini de bilir" hükmü ile kıymet kazanmaktadır. Böylece kendini tanıma irfanı ve Rabbine karşı acz ve fakr sûretinde "tevazukârâne hayat-ı içtimâiyeye karışma" şeklinde topluma bakışını ve toplumu teşkil edecek bir perspektifin ana noktasını yakalamış olur. Buna bağlı olarak İslâmın yüksek siyaseti olan sevk ve idareden, toplum taleplerinin karşılanması ve ortak değerler haritası içinde neyin nasıl yapılabileceğine kadar kapsamlı bir hayat nizamının âleme ve topluma mal edilmesi temel prensip olmalıdır.

Toplum hayatı, ancak yardımlaşma ile devam edebilir. Menfî Batı medeniyetinin "Hayat bir mücadeledir" anlayışına karşılık, müsbet İslâm medeniyeti; "Hayat bir yardımlaşmadır" anlayışı ile hayatı tanımlar. Gerçekte hayat, yardımlaşma içinde ve biri diğerini desteklemek şeklinde cereyan etmektedir. Organizmalarda ve diğer varlıklarda görülen bu hikmet, beşerin zulümkâr bakışını reddetmektedir. Bu iki anlayıştan birincisi toplumda çatışmayı, haksızlığı ve huzursuzluğu arttırırken, ikincisi yakınlaşma, sorumluluk ve barış ortamını sağlamaktadır. Toplumda zekât ile tesis edilen yardımlaşma, "Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir" hadisi ile pekiştirilerek daha da anlamlı kılınmaktadır.

Yardımlaşma, beraberinde teşrik-i mesai dediğimiz işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Kurumsal bir yardımlaşma, organizasyon ve iş gücü planlanmasını sağlamaktadır. Böylesine sosyal dayanışmasını kurmuş bir toplumun hedeflediği sonuç, Bediüzzaman'ın ifadesiyle "maslahat-ı vâsia-i içtimâiyeyi" temin etmektir. Yani, bireyin beklentilerini karşılayacak ve geniş sosyal faydalar sağlayacak toplumsal dayanışmanın ve birlik ruhunun bir harcı yapmaktır.

"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" hadisinde, başkası ile olan münasebetlerde en önemli vasfın "en hayırlı olmak" olduğu vurgulanmaktadır. Yardımlaşmayı teşvik eden bu hadisin, Bediüzzaman'ın ifadesiyle "maslahat-ı beşer" tanımına uygun olan faaliyetler ve davranışlar olarak anlaşılması gerekir.

Bediüzzaman, topluma kendini adamayı ve fedakârlık yapmayı "Cemiyetin selâmeti uğruna bir Said değil, bin Said feda olsun" düşüncesi ve kararlılığı ile zirveye taşımaktadır. Buradan insanın imanının ve şahsî hayatının tekâmülü nispetinde topluma müsbet mânâda etki yapacağı anlaşılmaktadır.

Risâle-i Nur'da önemsenen diğer bir konu ise diğergamlıktır. Yani bir başkasının problemini dert edinme ve hassasiyet taşımadır. Diğer bir deyişle toplumsal duyarlılık, ortak değerlere ve buna bağlı şuurla ilgilidir. Bireyler arası ilişkileri ve davranış modellerini sistemleştiren toplumda, "en takdir edici yoldaş, en civanmert arkadaş..." çerçevesi, beraberliğin kaliteli sonuçları için, önemli bir bakış açısı kazandıracaktır.

3- BİREY VE TOPLUM

Kâinattaki "âlem" ve âlemlerin insana ait hususi ve umumî dünya ile ilişkilendirildiği istasyon nokta, yine bütünü tanımlayan, maddî ve manevî âlemleri kapsamına alacak mutlak ifadeyi insanla arasındaki diyalog, Risâle-i Nur'da "Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır" cümlesinde vurgulanmaktadır. Buna göre kâinat sisteminin ve varlıkların binlerce âlem olarak ifade edilebilecek merkeziyet kuralı "insanın eline" verilmiştir. "Nefsine takılmıştır" beyanında, âlemle/âlemlerle insanın monte edilmiş kopmaz bağın ana ekseni ortaya çıkmaktadır.

Birey her zaman toplumdan etkilenmeye açıktır. İnsanların üzüntülerinden ve sevinçlerinden pay alır. "Hemcinsinin elemiyle müteellim, lezzeti ile mütelezziz olur."

3.1- Birey içinde toplum

Toplum yapılanmasının merkezine alınması gereken bireydir. Birey, hukuku korunduğu ve çoğunluk içinde kendini hissettiği nispette, bireyin dünyasında toplumun kıymet kazanması ve aidiyet duygusuyla katılımcı olması mümkün olur.

Toplumu bir vücuda benzetirsek, bunun hücreleri insanlardır. Organları ise toplumun organizasyonlarıdır. "Bir vücudun azaları" gibi, ortak işleyişte ortak bünyeye hitap edilebilir. Burada önemli olan cemiyetin bünyesini teşkil eden bireydir.

Kendini topluma ait bilen birey, toplum değerindedir. "Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir" kuralı, kendini toplum değerinde ve ona saygılı gören her bireyi küçük bir toplum örneği yapmaktadır. Tesiri de buna göredir. Toplumu kendi düzeyine indirgemeden, kendisini toplumun yükselen seviyesine göre planlayan ve destek veren birey esastır.

3.2- Toplum içinde birey

Toplum, bireylerin ve ortamların geçmiş birikimlerini ve günümüz ihtiyaçlarını sistemik bir organizasyon veya gönüllü bir yapılanma ile karşılar. Bu ihtiyaçların başında, Bediüzzaman'ın tesbitiyle "cemiyetin iman selâmeti" gelmektedir. "Cemiyetin iman kalesi tehlikededir" uyarısını yapar. "Ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum" derken, İslâm cemiyetinin ana direğine işaret eder. "Bu yıkıldığı gün, cemiyet yoktur" ifadesi, önceliklerimize göre dikkat edeceğimiz noktaların tesbitini ve ona göre yoğunlaşmamızın gereğini ortaya koyar.

"İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa!"

Yukarıdaki satırlardaki adanmışlık, iman kahramanlığı ve İslâm cemiyeti için ıztırap duyma, bizim yol haritamızı ortaya koymaktadır.

Bu tehlikenin kaynağı olarak; "Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne yayılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?" sorusunda teşhis, endişe ve çözüm arayışı yatmaktadır.

Bu şartlarda, "cemiyetin basiret gözü" imanlı bir şuurla toplumu güçlendirecektir.

Toplum, ihtiyaçlar hiyerarşisine göre bireyin önceliğini "iman" olarak belirlemeli ve bunu yerine getirmelidir. Maddî ve mânevî kalkınma, toplumun değerlerine sahip çıkma, ahlâkî çöküntü ve huzursuzluğu tedavi etme buna bağlıdır.

Birey, toplum veya cemaat şeklindeki kurumsal yapılar karşısında, tek başına bir organizasyon değeri ifade etmez. Toplum içindeki varlığı ile etkisini ve değerini koruyabilir. Bediüzzaman bunu; "Fert dâhî de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır" netliğinde ortaya koymaktadır. Mutabakat sağlamış toplum hafızasının ve onun temsil değeri olan şah-ı manevîsi dediğimiz örgütlü toplumun sivil gücü karşısında, fertlerin şahsî duruşlarının fazla bir önemi yoktur.

4- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Nasıl ki, tamamen bireyin hâkimiyetine dayanan bir sistem doğru değilse, tamamen toplumun belirleyici olduğu, hatta bireyi yok sayan, devletleştiren ve kurumsalın etkisiz elemanı yapan bir sistem de doğru değildir. "Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor" tesbitini, geçen yüzyılın başında yapan Bediüzzaman, sınıf kavgalarına ve toplum içindeki kırılmalara dikkat çeker. Bu da görünen devletler arası çatışmaların arka planında, sınıflar arası yaşanan ayrışma ve kavganın olduğunu göstermektedir.

Sınıflar arası kaynaşmanın temininde ve toplumların sağlıklı gelişiminin özünde, bireyin girdi kabul edildiği bir toplum ve toplumun da bireyi özneleştirdiği bir sistem ihtiyacı yatmaktadır

Buna göre birikimlerini bize emanet eden medeniyetimizin diriliş reçetesi bunlardır:

a) Demokratik sistemde, birey-toplum-devlet üçgeninde meşrûtiyetin; "hayatı hak, kalbi marifet, aklı kanun"dur.

b) Müslüman toplumlarda tesis edilecek hürriyet, hem insanlık, hem de İslâm dünyasına rehber ve model olacaktır.

c) Demokratik toplumda, hükümet hâdim ve hizmetkârdır. Benzer şekilde memuriyet de hizmetkârlıktır.

d) Gerek birey ve gerekse toplum hayatında, eşitliği fazilet ve şerefte değil, hukukta tesis etmek şarttır.

e) Toplumda cereyan eden olaylara; "Güzel gören güzel düşünür" kaidesiyle pozitif bakılmalı ve iyileştirici olunmalıdır.

f) Siyaseti, toplumun ve inançların emrine vermeli ve din istismar edilmemelidir.

g) Faziletle donanmış imanlı birey, sivil toplum ve katılımcı demokratik devlet, altın bir üçgendir.

27.10.2006


 

Hızır Bey Çelebi (1407?-1458)

Kesin olmamakla birlikte Hızır Bey’in 1407 yılında Sivrihisar’da doğduğu tahmin edilmektedir. Babası Sivrihisar kadısı Emir Celâleddin Arif’tir. Hızır, ilk eğitimini babasından aldı. Daha sonra Bursa’ya giderek orada Molla Yegân’a talebe oldu. Çalışkanlığı ve kıvrak zekâsıyla verilenleri hemen kavramasıyla dikkat çekti. Talebesini seven ve kendisinden çok şey bekleyen hocası Molla Yegân, kızını onunla evlendirdi.

Çalışkanlığı ve becerisiyle dikkat çeken Hızır Bey, çok genç yaşta önemli görevlere getirilmeye başlandı. Sultan Murad tarafından Sivrihisar Medresesine müderris olarak tayin edildi. Bu tayinin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bu arada Sultan Murad tarafından yaptırılan Ergene Köprüsü üzerine Türkçe ve Farsça mısralarla tarih düştü. Bu sıralarda henüz yirmi yaşlarında bulunuyordu. Hicri 851 (1447-48) yılında da Bursa’da müderrisliğe başladı. Fatih döneminin ünlü âlimlerinden bazılarına hocalık yaptı. Muslihiddin, Hayalî, Hocazade, Kastalanî ders alan talebelerinden bazılarıdır.

Hızır Beyin ismi Fatih Sultan Mehmed zamanında daha çok duyulmaya başlandı. Fatih kendisine çok değer verdi. İstanbul’un fethinden sonra buraya kadı tayin etti. Böylece Hızır Bey İstanbul’un ilk kadısı oldu. İstanbul fatihi Sultan, oğulları Mustafa ve Bayezid için tertiplediği sünnet düğününe Hızır Beyi de davet etti. Değer verdiği konuğunu karşısında oturttu. Onun da yanında tarihçi Şükrullah Efendi bulunmaktaydı.

Hızır Beyin, Fatih tarafından değer görmesi ve iltifata mazhar olması ile ilgili iki rivayet nakledilmektedir. Birincisi; Acem ülkesinden gelip Osmanlı topraklarına geçen bir âlimin ilmî tartışmalarda Türk âlimlerini aciz bırakarak susturduğu nakledilmektedir. İlmî meclislerde âlimleri susturan yabancının karşısına çıkacak ve onu susturacak bir Osmanlı âlimi dört gözle beklenmekteydi. Bu arayış sürerken ilmi meclise sipahi kılığı ile giren Hızır Bey, rakip çıkmayınca ihtihzaya başlayan ve alaycı tavır takınan yabancının yanına gitti. Onu ilmî müzakere ve tartışma sonunda susturdu. Bu teşebbüsüyle Sultan Fatih’in büyük teveccühüne mazhar oldu.

Fatih Sultan Mehmed’in itimadını kazanan ikinci hadise ise, Hızır Bey Çelebi’nin yazdığı Arapça bir manzumeyi padişaha sunması ile başlamıştır. Fatih kendisine sunulan “İcaletü’l-Leyleten” adlı Arapça manzumeyi hocası Molla Güranî’ye göndermiştir. Molla Güranî manzumeyi okuyup inceledikten sonra burada geçen bir ibareye itiraz edip yanlış olduğunu söylemiştir. Hızır Bey Çelebi ise Kur’ân-ı Kerim’in bir âyetinden delil göstererek Arapça ibarenin yanlış değil, doğru olduğunu ispatlamıştır. İşte bu ilmî müzakere ve tartışma da padişahın katında, Hızır Beye olan güveni ve değeri fazlasıyla arttırmıştır.

Hızır Bey Çelebi, İstanbul’un fethinden (1453) vefat yılı olan 1458 yılına kadar İstanbul Kadılığını sürdürmüştür. İsminin İslâm tarihine geçmesine ve büyük bir şöhret sahibi olmasına sebep olan gelişme, Hıristiyan bir mimarın kendisine şikâyette bulunması ve Fatih’i şikâyet etmesiyle başladı. Risâle-i Nur’da da (İşârâtü’l-İ’câz, 1994, s. 272-273) Hızır Beyin ismi zikredilerek atıf yapılan olay şöyle gelişmiştir:

Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya Camii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mimarî özelliklere sahip bir cami yaptırmak istemiş ve bu caminin yapımına da Hıristiyan mimar talip olmuştu. Ancak, bir Hıristiyan olarak, Ayasofya’dan daha üstün bir eserin vücuda gelmesine gönlü pek razı değildi. İnşaat başlamış ve Mısır’dan o zamanın şartlarından dolayı bin bir sıkıntıyla mermer sütunlar getirtilmişti. Ancak, söz konusu sütunların boyları kesilerek kısaltılmış ve böylece yeni eserin Ayasofya’yı geçmesi engellenmişti. Eserin bitimine yakın bir zamanda camiyi görmeye gelen Padişah, gördüğü manzara karşısında çok büyük bir hiddete kapılmış ve mimarın kasıtlı olarak sütunları kısalttığına hükmederek hemen cezalandırılması emrini vermişti. Bunun üzerine mimarın eli kesilmişti. Çünkü, Padişahın isteği hiçe sayılmış ve bin bir güçlükle getirilen sütunlar izinsiz kısaltılmıştı. Bu hareketinin cezası olarak eli kesilmiş, eşi ve çocuklarıyla birlikte büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştı.

Fatih Sultan Mehmed, her ne kadar suçlu da olsa, birini mahkemeye vermeden cezalandırmıştı. O zamanın şartlarında daha fazlası yapılmakta ve böyle bir durumda; sultanların, kralların hareketi muaheze edilmez, yaptıkları hareket (kafa vurdurtma, idam etme bile olsa) gayet normal ve tabiî karşılanırdı. Ancak bunun, bir İslâm ülkesinde ve Osmanlıda böyle olmadığını, mahkemelerin âdil işlediğini bilen Hıristiyan mimar, elinin kesilmesinden dolayı Padişahı mahkemeye verdi.

Mimarı dinleyen Hızır Bey, Fatih’i mahkemeye dâvet etti. Sultan da dâvete uyup mahkemeye gitti. Mahkemeye vardığında şikâyetçi olan mimar ayakta bekliyordu. Ürkek bir şekilde etrafı seyredip merakla gelişmeleri izliyordu. Kendisi sıradan bir vatandaş, şikâyet ettiği kişi ise bir büyük ve güçlü hükümdar idi. Dolayısıyla; kuvvetin mi veya adaletin mi hüküm sürdüğü ya da güçlünün, kanunları istediği gibi yönlendirip yönlendiremediği görülecekti. Fatih mahkeme salonuna girdikten sonra başköşede bir yere oturmak isteğiyle o yöne yöneldi. Ancak, hakim Hızır Bey, oturmasına izin vermeyerek, hasmıyla yüzleşmek için ayakta beklemesini söyledi. Padişah da hakimin dediğini yaptı ve ayakta bekledi.

Hızır Bey Çelebi, önce kimlik bilgisini sorduktan sonra, “Mimarın elini kestirdin mi?” diye sordu. Akabinde, muhakeme edilmeden mimarın elini kestirdiği için, Padişahın elinin kesilmesine hükmetti. Yani Padişaha kısas uygulanacaktı. Şayet dâvâcıyı razı edebilirse, kendisi ve çoluk çocuğunun ömür boyu geçimini sağlamak kaydıyla, elinin kesilmesini önleyebileceği söylendi. Bu karardan sonra herkes şaşkın ve sessizdi. Bu karar karşısında ağlayarak Padişahın ellerine sarılan mimar, maişetinin temin edilmesi kaydıyla, Padişahın elinin kesilmesine rızası olmadığını bildirdi. Böylece taraflar anlaşmış oldu. Kısa bir süre sonra mimar ve aile efradı Müslüman oldular. Mahkemenin bu kararı da İslâm tarihinin şeref levhasında yerini aldı.

Fatih, mahkeme olayından bir süre sonra kadıyı ziyaret etti. Şayet, kendisini suçlu bulmayıp, padişah muamelesi yapmış olsaydı, kılıcıyla kendisini parçalayacağını söyledi. Bu ifadelere muhatap olan Hızır Bey de, eğer padişahlığına güvenip dinimizin emri olan hükme karşı çıksaydın kafanı parçalatırdım, meâlindeki sözlerle karşılık verdi. Böylece hem Padişah, hem kadının tavrı, hem de muhakeme olayı bir Cihan devletine yakışır tarzda son bulmaktaydı. Kadıyı takdir eden Padişah sırtındaki kürkü çıkarıp Hızır Beye giydirdi.

1458 yılına kadar İstanbul kadılığı yapan, bir çok talebe yetiştiren, adaleti en güzel şekilde icra ettiren Hızır Bey bu tarihte vefat etti. Güzel ahlâkı, takva sahibi örnek bir insan olarak hayatını tamamladı. Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde önemli bir birikime sahipti. Aynı zamanda şairdi. Ünlü eseri Kaside-i Nuniyye’yi manzum olarak ele aldı. Bunun dışında da bazı eserleri kaleme aldı. Ancak, yazdıklarından sadece bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Memuriyeti sırasında bugünkü Kadıköy bölgesi kendisine geçimi için tahsis edilmiştir. Bu yüzden buranın adı Kadı Köyü ve zamanla Kadıköy olmuştur.

27.10.2006


 

Mânâ-i harfî seferberliği

Modern dünyanın hayata getirdiği farklılıklar belli ölçüde günlük hayatın işleyişini kolaylaştırırken, insan kavramında da ciddî bir bozulmaya yol açtı. Son zamanlarda hayatın niçin yaşandığından çok nasıl yaşandığına odaklanan bir hayat anlayışı hâkim olmaya başladı. Bu hal hayatı şekillendiren pek çok kavramın muhtevasını boşalttığı gibi dinî muhtevalı kavramların da anlam olarak iyice bozulduğunu gözlüyoruz.

Bu hal varlığın Rabbimizi tanımamızın önünde bir perde oluşunu daha da belirginleştiriyor. Bu hal varlığın anlamını değiştirdiği gibi, insan tanımını da değiştiriyor. Bu perdeler ortasında belki en çok zarar gören kavram, insan kavramı. İnsan tanım olarak aslından uzaklaştıkça hayatın ona yönelik olan anlam boyutu da iyice dejenere oluyor. Mutlak güzelliğin yansıma merkezi olması beklenen insan maddî alana yönelen ve sadece bu alan içinde algılanan tanımı ile anlamın açığa çıkma zemini olmak şöyle dursun, belirgin olan mânâları da gölgeleyen bir hal alıyor.

Aslı ruhlar âlemi ile irtibatını hep koruyan insan ruhu bu tablo içinde ciddî bir yabancılaşma, anlamından uzaklık ve gurbette oluşun sıkıntısını yaşıyor. Çünkü bir zamanlar elest meclisinde Kâinat Sultanı’na muhatap olmuş ve sonsuz güzelliği Rab olarak kabul etmiş bir idrak, maddî âlemin kısır kalıplarına, gölgeleyici yapısına razı olamıyor. Dünyada hiçbir şekilde doymayan ve tatmin olamayan ruhlar, ebede ve ebedî bir âleme namzet olduğunun işaretlerini ortaya koyuyor. Bu yüzden olsa gerek dünyanın doyurduğu ya da madde ile tatmin olmuş hiçbir insan yok.

Ancak insanlık, çılgın bir yaklaşım ile, madde tatmin etmedikçe, daha fazla maddeye yönelerek bir çözüm arayışı içine girebiliyor. Bu sonu gelmez yol, çözüm yerine daha fazla çözümsüzlüğe sürüklüyor ve ciddî bir kısır döngü oluşuyor. Bu hal, asrın belki en ciddî buhranlarından biri olarak önümüze çıkıyor. Hayata ve benliğe doğru bir tanım getiremeyen insanlık Rabb’ini de doğru tanımlayamıyor ve bütün işleyiş asıl anlamından uzaklaşmak, Kâinat Sultanı’nın sonsuz isimlerini gölgelemekle hiçlik ve anlamsızlık noktasına getiriliyor. Bu aslında milyarlarca yıldır hazırlanan kâinat tablosuna muhatap olan bir fert olarak tanımlanan insan için akıl almaz bir cinayet ve tarifi imkânsız bir kıymet bilmezlik.

Bu şartlar ortasında insanoğlu hayatı yeniden tanımlamak ve gözden geçirmek durumunda. Dinî kavramların bile maddî muhtevayla ve sadece eşyanın katı boyutu ile tanımlanan yönündeki anlamlarla doldurulduğu bir hayatta her şeyin aslından uzaklaşması ve anlamsızlaşması süreci kaçınılmaz bir son. Bu ise bir ferdin başına gelebilecek en büyük felâket. Ölüm sadece fizikî bedene yönelik bir tehdit iken bu insanın anlamına ve sonsuzluğa namzet boyutuna yönelik bir tehdittir.

Özellikle Ramazan ikliminin etkilerini hâlâ ruhlarımızda hissettiğimiz şu günlerde mânâ-yı harfî ile şekillenmiş bir kavramlar dünyasına ve hayat algısına çok ciddî bir ihtiyaç var. Bu aslında tüm insanlığı ilgilendiren ve ciddî bir dünya seferberliği yaklaşımı ile ele alınması gereken bir problem. Çünkü direkt hayatın özünü ve anlamını ilgilendiriyor ve bu hayat tüm insanlık tarafından yaşanıyor. Kâinat Sultanı’nın bu âleme yüklediği anlamlara ise herkes muhatap ve herkesin anlamlı olabilmesi, hayatı anlamlandırabilmesi için aynı yaklaşıma ihtiyacı var.

Şu an çok ciddî bir öze dönüş ve varlığı gerçek anlamı ile algılayış sürecine girilmeli. Bu hem ferdî hayatımız hem de sosyal hayat, en azından yeryüzündeki hayat için çok önemli. Ölümümüzün ne zaman olduğunu ve kıyametin ne zaman kopacağını bilmiyoruz. Bu sebeple ne kadar zamanımız olduğunun da farkında değiliz. Bu sebeple çok acele etmemiz gerekiyor olabilir. Bu psikolojiyi belki en çok depremle ilgili tedbirlerin planlandığı zamanlarda hissettik. Belirsizlik içinde ortaya çıkan tehdit insana ciddî endişeler ve gerilimler yaşatıyor. Bu halin tek çözümü varlığın aslı ve Yaratıcısı ile irtibat içinde algılanması ve tanımlanması.

Ozon tabakası, sera etkisi, tabiî kaynakların kuruması gibi dünyayı tehdit eden unsurların ciddî şekilde gündemde tutulduğu şu zeminde ciddî şekilde gündeme taşınması gereken konulardan biri de insanlığın anlamından uzaklaşması, maddî âlemin bütün anlamını yitirmesi. Bütün bunlardan sonra aslını ve arka planı iyice örten kalın bir perde ile yüz yüze yaşanan hayat. Sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edildiği ve o güzelliğe gayr konumunda muhatap olarak yaratılan insanın bu tablo içinde yüz yüze bulunduğu vahameti âcilen görmemiz ve tüm insanlığa göstermek için elimizden geleni yapmamız lâzım. Şefkat duygusunun oluşturduğu zeminde insanlık gerçekten büyük bir yangın içindeki evlât konumundadır. Özellikle diğer insanların hallerinden anlama egzersizi olan oruç ibadetinin ardından diğergamlık duyguları güçlenmişken insanlık için yapılması gerekenlerin bu boyutuna ciddiyetle yönelmemizin tam zamanı. Bu yangıdan kurtuluşumuzun birinci basamağı yangının farkına varmaktır. En önemli yolu ise varlığa ve benliğe mânâ-yı harfî ekseninde yeni tanımlar yükleyip, tüm varlık algısını bu kavramların zemininde yeniden ve Kur’ân ışığında şekillendirmektir. Bu yaklaşım küresel Saadet Asrının da çok ciddî bir duâsı olacaktır.

27.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004