Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Aydın’ karanlığı

‘Aydın’ sıfatını, mensup oldukları zümrenin jenerik adı olarak kabul edenlerin karakteristik özelliklerinden biri, kendilerini aynı zamanda açık fikirli, hoşgörülü ve demokrat olarak nitelemeleridir. Bunlar kendilerinde vehmettikleri bu gibi hasletleri sıradan insanları -yani, kendileri dışında kalanları- ‘uygarlaştırmak’ ve ‘aydınlatmak’ misyonlarının meşruluk dayanağı olarak görür ve gösterirler.

Ne var ki, ‘aydınlar’ın çoğu kendilerinde var olduğunu vehmettikleri hasletlere sahip olmadığı gibi, belki de ‘aydınlık’a asıl ihtiyacı olan onların kendisidir. Bütün aksi yöndeki iddialarına rağmen bağnazlıkta bu tür aydınlarla pek az kişi yarışabilir. Çünkü nihaî hakikati bulduklarından, daha doğrusu statüleri gereği hakikate zaten sahip olduklarından o kadar emindirler ki, bu onların bakar-kör olmalarına ve yalın olguları bile yanlış görmelerine neden olur.

Geçenlerde bunlardan biri, Türkiye’de üniversite gençliğinin yüzde 60’dan fazlasının Cum’a namazına gidiyor olmasını, Türkiye’nin ‘karanlık’a doğru gittiğini gösteren ‘vahim’ bir olgu olarak takdim eden bir yazı yazdı. Ona göre, üniversiteli bir gencin ‘normal olarak’ yapması gerekenler arasında ‘Cum’a namazı’na gitmek diye bir şey olamazdı.

Peki, üniversite öğrencileri ‘normal olarak’ ne yaparlarmış dersiniz? Cevap şöyle: ‘Ders çalışır, müzikle ilgilenir, sporla uğraşır, zamanını kız ya da erkek arkadaşlarıyla paylaşır, sinemaya, tiyatroya gider, ders kitapları dışında kitaplarla haşir neşir olur, ülke ve dünya siyasetini her yönden kendi arasında tartışır.’

Üniversite öğrencileri için belli bir davranış kalıbını ‘normal’ olarak belirlemedeki dar görüşlülüğü ve özgürlük karşıtlığını bir yana bırakalım; ama yine de bu akıl yürütme tarzına hakim olan bakar-körlük karşısında hayrete düşmemek imkánsız. Yani, şimdi bu ‘ilerici’ ve ‘aydın’ yazar Cum’a namazı kılanların ders çalışmadıklarını, müzikle ilgilenmediklerini, sporla uğraşmadıklarını, arkadaşlarıyla zamanlarını paylaşmadıklarını, sinemaya, tiyatroya gitmediklerini, ders kitapları dışındaki kitaplara dönüp bakmadıklarını, ülke ve dünya meseleleriyle ilgilenmediklerini mi sanıyor?

Aslına bakarsanız, bu algı bozukluğu hiç de tesadüf değil. Siz eğer hayata sadece kendinizinki gibi bakılabileceğine inanır ve sizinki kadar meşru başka hayat görüşlerinin de var olduğunu düşünemezseniz, o zaman zihinsel olarak şartlanmış olduğunuz kalıba uymayan olguları elbette çarpık görürsünüz.

Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede Cum’a namazına gidenlerin oranının yüksek olmasına şaşılmasında, ‘beş vakit namaz’ kılmakla sadece Cum’a namazına gitmenin farklı anlama geldiğini bilmemenin de etkisi olsa gerektir. Oysa düzenli olarak namaz kılmayan Müslümanların bir kısmı, Cum’a namazını ‘kaçırmama’yı tercih eder. Onun içindir ki, sırf Cum’a namazına gitmek dindarlığın yoğun yaşandığının bir kanıtı değildir. O kadar ki, Cum’a namazını ‘kaçırmama’ hassasiyeti taşıyanların önemli bir kısmı, alışılmış bir dindarlığın kabul edemeyeceği başka pek çok şeyi de yapar.

Ayrıca bu olgu neden Türkiye’nin karanlığa doğru gittiğinin bir göstergesi olsun ki? Çünkü o mantık açısından ‘aydınlık,’ toplum hayatının dinsel olan veya dini çağrıştıran her şeyden arındırılmasını gerektiriyor. Uygar dünyada artık terkedilmiş olan bu görüş

Star, 2.11.2006

Mustafa ERDOĞAN

03.11.2006


 

Büyük hatalar

Yeni komuta kadememiz işe başlar başlamaz büyük hatalarla başladılar.

1- Konuşmak için çok ama çok “acele” ettiler.

2- İrtica nutukları atmak için “Ramazan ayını seçtiler.”

3- Özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanı, konuşmasında geçen “Karşı devrim” “Ezan’ın Türkçe okunması” gibi Türkiye’de pek de kabul görmeyecek sözlerle konuya girdi...

4- Başbakan yurt dışında önemli bir ülkenin devlet başkanı ile görüşürken ülkede asker-sivil gerilimine yol açacak konuşmalar yaptılar.

5- Bu konuşmaların içeriği hakkında Amerikan Büyükelçisi Wilson’un “kakafoni” sözlerini sineye çektiler.

6- Hükümet Başkanı, Meclis Başkanı hakkında aleyhte konuşan askerler, Amerikan elçisine cevap vermeyerek kendilerini zor duruma düşürdüler.

7- Özellikle Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın konuşmasında TESEV’i hedef alması ve hakkında kapsamlı araştırma başlatıldığına dair sözler Türkiye’deki güç odaklarını rahatsız etti. TESEV deyince akla gelen kurum ve kişiler dikkate alındığında... TÜSİAD, Can Paker, Eczacıbaşı vs...

8- DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın PKK terörünün önlenmesine dair yaptığı bir konuşmaya gazetecileri karargâha çağırıp cevap verdiler. Böylece iktidardan başka muhalefete de tahammül etmeyen ve onlara da cevap yetiştiren bir konuma düştüler.

9- Avrupa Birliği temsilcilerinden isimler vererek söz ettiler ve onları kınadılar. Onlar da bunun üzerine “Türkiye’de asker AB reformlarını engelliyor” açıklamaları yaptılar ve ordunun Türkiye’de siyasete nasıl yön verdiğini ve nasıl etkilediğini ortaya koydular.

10- Bütün bunlardan sonra “Biz konuşunca ülke geriliyor” diyerek 29 Ekim resepsiyonunda konuşmayarak hatalarını kabul durumuna düştüler. Daha... Daha ne olsun, bunlar yetmez mi? Bunlar sizce hata değilse nedir?

Bugün, 2.11.2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

03.11.2006


 

Silâhlı kuvvetler ve demokrasi

Batı ülkelerinde Genelkurmay Başkanlığı deniz, hava ve kara kuvvetleri arasında koordinatör rol oynarken, bizde “emir-komuta mekanizması” etrafında tüm orduların komutanıdır.

Örneğin Fransa’da Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri kendi ordu yapılarına ilişkin tüm yetkiyi taşırlar ve bu yetkiden dolayı Savunma Bakanlığı’na ayrı kanallardan sorumludurlar. Genelkurmay Başkanı kuvvetler arasındaki kopukluğu engellemek üzere bunlar arasında koordinatörlük yapar, emir-komutayı sadece yurt dışında yapılan, birden çok kuvvetin devreye girdiği operasyonlarda alır.

Benzer şekilde ABD’de de Genelkurmay Başkanı’na Silahlı Kuvvetler açısından verilen görev emir-komuta değil, askeri birimler arasında koordinatörlüktür.

Askeri güç Atlantik Donanması, Pasifik Donaması gibi değişik birimler arasında dağıtılmış, her biri ayrı ayrı kanallardan sivil otoriteye bağlanmış, sivil otorite ise yetkileri tek elde toplamıştır.

Batı demokrasilerinde ordu teşkilatlarının “dağıtılmış yetki ve koordinatör genelkurmay” mantığı üzerine kurulmasının temel bir nedeni vardır.

Bu neden savaş sonrası ortaya çıkan yeni savunma anlayışının, sadece askeri değil aynı zamanda sivil kaynakları, sadece savaş sırasında değil barış zamanında da sürekli seferber etmek mantığı üzerine kurulmasıdır.

Böyle olduğu oranda silahlı kuvvetlerin, siyasi karar yapıları ve organlarıyla teması doğal olarak artmıştır.

Ancak bu gelişmenin bir ağır riski de olmuştur. Topyekûn savunma stratejisi adı verilen bu yeni anlayışın varlığı, askeri yetkinin tek askeri elde toplanması halinde siyaset ve ekonominin de asker kontrolüne geçmesi ve askeri mantığa tabi olması tehlikesini beraberinde getirmiştir.

Batı ülkeleri, silahlı kuvvetleri sivil kaynak takip ve seferber etme alanına sokan bu stratejiyle birlikte, “askeri kurumların elinde yetki toplanmasını ve sistemlerin askerileşmesini engellemek” için çeşitli “önlemler” almışlardır.

Bu önlemlerin en önde gideni yazının girişinde sorduğumuz sorudaki Genelkurmay Başkanlıklarına ilişkin düzenlemelerdir. Yani bizden farklı ordu teşkilatlanma yapılarıdır.

Önlem çerçevesinde özellikle silahlı kuvvetlerin idari açıdan, hatta komuta açısından “merkezi yapıları esnetilmiş”, genelkurmay başkanları sadece koordinasyonla görevlendirilmiş, ordu birimleri ayrı ayrı “savunma bakanlıkları”na ya da ABD’de olduğu gibi, başkana bağlanmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri ise, NATO içinde topyekûn savunma stratejisini bu denli aşırı merkezileşmiş bir ordu geleneği ve yapısıyla uygulayan tek ülkedir

Ve silahlı kuvvetler devlet yapısı içinde bu denli geniş bir özerkliğe sahipse, bunun temel nedenlerinden birisi aşırı merkezi bir yapıya sahip olmasıdır…

Bu yapı değişmeden bu ülkede sivilleşme yaşanamaz..

Ve ülkenin bu yapının değişmesini sağlayacak ve taşıyacak noktaya gelmesi için alması gereken bir hayli yol bulunmaktadır.

Yeni Şafak, 2.11.2006

Ali BAYRAMOĞLU

03.11.2006


 

Abartılı değişim mide bulandırır

BAŞBAKAN Erdoğan ‘Ulusa Sesleniş’ programında milletimizin laik Cumhuriyet’e bağlı olduğunu, birtakım uç örneklerin bu gerçeği değiştirmeyeceğini söylerken yerden göğe kadar haklı...

Ne var ki bu tür ifadelerin, irtica-savar cepheyi ikna ve tatmin ettiğini söyleyebilmemiz pek mümkün değil.

Erdoğan ne yapsa inandıramaz.

Hele partisindeki bazı yetkililer, yaşadıkları samimi veya sahte değişimi abarttıkları sürece bu açıdan işi hayli zor.

Peki, Başbakan ne yapmalı ki, bu irtica vaveylası, ulus toplum kıvamını yakalamamamıza engel başlıca fitne aracı olarak kullanılmasın?

Hanımının başını mı açmalı?

Arada bir rakı mı içmeli?

Adım gibi eminim ki Erdoğan bir an hayalinden bile geçiremeyeceği bu işleri yapsa dahi, kendisini Başbakanlık makamında görmeyi hazmedemeyen çevreler yine de irtica sopasını kullanmaktan vazgeçecek değillerdir.

Bir örnek olarak hanımının başındaki peruk ile resmi törene katılan vali beyin halini mütalaa edelim:

Oradaki ‘irtica-savar’ çevre mensupları manzaraya bakarak ne düşündüler?

1) Güzel, sayın valinin hanımı cumhuriyetimizin laik resmini lekeleyen başörtüsünü çıkardı. Demek ki valimiz laiklik konusunda doğru yolu buldu. Bundan böyle valimizin irtica ile ilişkisi kalmamıştır.

2) Bakın şu adama... Bize yaranmak için türban-üstü peruk taktırarak karısını ve kendi kendisini maskara edebiliyor. Sanki yutuyoruz bu numarayı... Böyle kıvrak yobazlardansa tavizcileri tercih ederim. Bunlar akılları sıra hem bizi idare ediyorlar, hem kökten-dinci yandaşlarını...

Tanıdığım hiçbir ‘irtica-savar’ zat, sözde laiklik hassasiyeti adına bu tür davranışları hayra yormamaktadır. Tam aksine bu çevre, kendilerine şirin görünmek için vaktiyle hiç yapmadıkları işlere kalkışan İslamcı kişi ve kuruluşları daha da aşağılamaktadır.

Yine tanıdığım bütün İslamcı zatlar da bu gözlem ve izlenimlerimin benzerlerini yaşar ve yakınır.

Böyle iken, devlette veya özel sektörde çalışmakta olan nice dindar kişi şimdilerde ‘kraldan fazla kralcı’ görünmeye çalışmakta, Cumhuriyet’e bağlılık konusunu utanç verici biçimde abartmaktadır.

Örneğe bakın:

- Cumhuriyet’i korumak en kutsal görevimizdir.

Bu, bir büyük belediyemizin dünkü İslamcı kadrolarının marifetidir.

Yol üzerindeki köprülerden birinin alnına yapıştırılan bu söz samimiyet bahsinde azıcık duyarlılığı olan herkesin midesini bulandırmaz mı?

Hangi samimi Müslüman, Cumhuriyet’i korumayı ‘en kutsal görev’ olarak benimsemiş olabilir?

Ne demek en kutsal görev? Neden sadece ‘kutsal’ değil de, ‘en kutsal’ görev?

Müslüman kişi için en kutsal görev, Allah’ın Allahlığını bütün hakikati ile benimsemek olabilir ancak... Zira ‘en kutsal’ dediğiniz zaman, kastettiğiniz şeyi, her türlü mukaddesatınızın üstüne aldığınızı söylemiş oluyorsunuz. Bir Müslüman nasıl bu kadar kolayca dünyevi kutsallık üretebilir ve onu yüceltebilir?

Böylesine samimiyetsiz abartılar mide bulandırıyor.

‘Atatürkçülük’ bahsinde taşkınlık sergilenince nasıl ‘Gene birileri hortumunu maskelemek istiyor olabilir’ diye kuşkulanıyorsak, eski İslamcılar’ın de böyle abartıları ile karşılaştıkça kirli çıkarın kokusunu alıyoruz.

Erdoğan’ın dediği gibi, milletimizin laik Cumhuriyet’le herhangi bir meselesi yoktur. Kendisinin laikliği samimiyetle ‘değişik inançtaki insanların bir arada yaşayabilirliğinin teminatı’ olarak gördüğünden de eminim... Fakat irtica-savar kesimin buna inanması kolay değil. Partinin çeşitli kademelerindeki abartılı değişimciler, ülkenin irtica fitnesini aşabilmesini -sandıklarının aksine- zorlaştırıyor.

Tercüman, 2.11.2006

Ömer Lütfi METE

03.11.2006


 

Dağda mı, ovada mı?

Mehmet Ağar’ın “Dağda silah tutacaklarına ovada siyaset yapsınlar” sözü harareti yüksek tartışmalara neden oldu. Son dönemde Ağar bunu sıkça yapıyor. “Benim dönemimde asker konuşmaz”, “Kodu mu oturtan paşa cephede lazım” gibi sözleriyle de büyük bir yankı uyandırmıştı.

“Ovada siyaset” sözüne şiddetle karşı çıkanların en temel tezi PKK’nın siyasallaşması. İşte tam bu noktada ilginç bir soru çıkıyor karşımıza: PKK, belli bir oranda da olsa, zaten siyasallaşmış durumda değil mi ki?

Belli bölgelerde bir hayli etkin rol üstlenen ve yerel seçimlerde başarı elde eden parti ile PKK arasında ciddi bir yakınlığın olduğu ortada. Bu partiye yapılan “Terör örgütünü lanetleyin” çağrıları, o yüzden hep sonuçsuz kalıyor. PKK, siyasi sistemde kendine bir yer bulmuşsa, PKK’nın siyasallaşması diyebileceğimiz yepyeni bir olgudan bahsedilemez. Tartışmanın odağında “örtülü siyaset” mi yoksa “doğrudan siyaset” mi sorusu varsa, onu da tekrar düşünmek, enine boyuna tartışmak gerekiyor. Yapılan genellemeler ve takınılan bazı sert tavırlar, Kürt seçmenini tek blok haline getirip PKK’ya altın tepsi içinde sunulabiliyor. Konuya soğukkanlılıkla yaklaşıldığında cevaplanması gereken sorular olduğu gözüküyor.

Mesela farz edelim ki, Kürt seçmeni “ovada siyaset” önerisiyle karşı karşıya geldi; acaba topyekûn bir partiye mi destek verecek? Ovaya iniş, halen PKK sözcüsü gibi çalışan partiyi nasıl etkileyecek? PKK ile özdeşleşen siyasi parti bütün Kürtleri temsil edemeyeceğine göre yeni yeni partiler mi kurulacak?

Şu çok açık ki Kürt seçmen, tek bir partinin şemsiyesi altında toplanamayacak kadar değişik siyasi görüşlerden geliyor. Sağdaki bazı partilerin Güneydoğu’da zaman zaman elde ettikleri başarı, bu çoğulculuğun en bariz örneğidir. Bazı dönemlerde sol partiler de bölgede etkili oldu.

“Kürt seçmen kimlerden oluşuyor?” sorusunu tekrar sormak gerekiyor belki de. İçlerinde sağcı, solcu, sosyalist, liberal, demokrat vs. yok mu? Bu bölgede bölücülük yapmak isteyenler, bölge halkının tek tip insandan oluştuğu imajını veriyor. Oysa, bazı taleplerdeki kesişmelere rağmen, bölgedeki insanların siyasi öncelikleri arasında farklar bulunuyor. Sosyalist kökenden gelip silahlı eyleme sıcak bakan zümre, halkın genel temayülünü aksettirmiyor mesela. Bölgenin geri kalmışlığına, izlenen yanlış politikalara karşı çıkmakla beraber, bölücü terörün global emperyalizmin bir parçası olduğuna inananlar var. Dini hassasiyetle meseleye yaklaşanlardan sosyal reform bekleyenlere, ekonomik tedbir alınmasını talep edenlerden Türkiye’nin AB sürecine katkı sağlamak isteyenlere kadar geniş bir yelpaze ile karşı karşıyayız. Bu yelpaze, Kürt kökenli siyasetçilere de değişik alternatifler sunuyor. Ne var ki siyasetteki keskin çerçeve insanları tek bir yöne doğru itiyor. O zaman da ortaya ne liberal parti çıkıyor ne demokrat oluşum; sağcı solcuya karışıyor, ırkçı ile sosyal demokrat arasında çizgi kalmıyor. Siyasi platformdaki sıkışıklık, bölücü örgütün yelkenine rüzgâr taşıyor maalesef.

Türkiye’yi siyaset bölmez; çünkü siyasetin er meydanı çok renkli, çok sesli bir rekabeti gerektirir. Bu rekabet içinde aklıselimden uzaklaşan, marjinalleşir ve kendi hezimetini hazırlar. Türkiye’deki siyasi renkliliğin Güneydoğu’ya yeterince yansımaması hem siyaseti Ankara’ya hapsedenlerin suçudur; hem de bölgeden yetişen aydınların profil düşüklüğünün göstergesidir. Bölgeyi PKK istismarından kurtarmanın pek çok yolu var. Çözümün kültürel faktörlerden eğitime, ekonomik adımlardan sosyal projelere kadar uzanan geniş bir yolda aranması gerekiyor. Siyasetteki renkliliğin bölgeye taşınması ve bölgedeki renkliliğin kendi içinde ifade edilebilmesi de çok önemli. Doğru Yol gibi, Türkiye’nin tarım bölgelerinde başarılı olan bir partinin Güneydoğu’daki seçmeni de hedeflemesi az-buz bir şey değil. CHP’nin, MHP’nin ve tabii ki diğer partilerin de böyle bir hedefi olmalı. Bölgedeki insanlar da örgüt korkusundan silkinip kendi siyasi çeşitliliğini yansıtabilmeli. Asıl “Kürt gerçeği” o zaman çıkar karşımıza ve asıl o zaman anlaşılır demokrasi sınavının sonucu...

Zaman, 2.11.2006

Ekrem DUMANLI

03.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004