Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Manşete çıkmayan hayatlar



Ne köşklerde, saraylarda yaşadık; ne de mutfağımızı hizmetçilere teslim ettik. Kendi yağımızla kavrulduk, kendimiz pişirdik, kendimiz yedik. Ne büyük şirketlerimiz vardı, ne su gibi harcadığımız paralar. Ne Dallas’tık eskiden, ne de “Binbir gece”yiz şimdi.

Doğduk, büyüdük, evlendik, çoluk çocuğa karıştık. Akşamları evimizde çaylar demlendi, sohbetler edildi. Ne bir mafya bağlantımız oldu, ne sevdiklerimizi tehdit ederek para koparmaya çalışan fidyeciler. Herkes sınırlarını biliyordu: evdekiler de, dışarıdakiler de. Kimse kimsenin helâline göz koymadı, kimse kimseye yan gözle bakmadı. Canımız sıkılınca biraz köpürür, biraz bağırırdık, ama asla içki şişesine “İhtiyacım var” diye sarılmayı düşünmedik. Üzülsek de, sevinsek de çayımızın şekerini karıştırmaya devam ettik.

Hastalanınca biraz kabullenmiş, biraz isyankâr bir halde tüm bürokratik işlemleri yerine getirip, kuzu kuzu devlet hastahanemizde tedavi olduk. Öyle çok ilgili doktorlar olmadı belki, ama biz de uzaydan gelmemiştik, alışmıştık…

Hayatımızın en aksiyonlu kovalamaca sahnesi belki düğün konvoylarıydı ve gelin arabasının önünü kesmeye çalışan çocuklar bu aksiyonun tuzu biberiydi. Gece duyduğumuz tıkırtılar, ne hayaletti, ne de bir takım gizemli güçler. Belki sıradan bir hırsızlık vak’ası, belki de bir kedi, alt tarafı. Ama gerilimse, gerilimdi işte.

Bir insanı sevdik mi, ömür boyu sürerdi. Bizim için sevgiler doğup büyüyen ve ölen bir şey değildi. Hele hele saatli maarif takvimlerinin yapraklarına hiç benzemezdi.

Geceler uyumak içindi, gezmek, eğlenmek, bir şeyleri kutlamak ve eve sarhoş dönmek değil. Uyku, rahat bir vicdan demekti. Rahat bir vicdan haramla helâl arasına derin bir uçurum açmak ve helâl tarafında kalmak demekti. Sabah huzurlu bir uyanış demekti. Aile demekti, yuva demekti.

Ne “Asmalı Konak”tık, ne de “Bir İstanbul masalı”. Öyle manşetlik bir şey yoktu belki yaşadıklarımızda. Ama huzur var mıydı? Vardı. Mutlu muyduk? Çok şükür. Farkında mıydık? Evet. Bu farkındalık bizi şükre götürüyor muydu? Daima.

İşte buydu hayat, bizim için. Masal ya da değil, bizim biricik gerçek dünyamız işte, önemli olan da bu değil mi?

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Okuyucu mektupları



Uzun müddettir, gelen mesajlara cevap yazamıyordum. Değerli okuyucularımız bizi bağışlasın...

Gönderdiğiniz mesajları ayıklayarak, kısaca bu sütuna aktarmayı bir vazife biliyorum.

Almanya’ya bir iş için giden Mehmet Yağcı şu mesajı göndermiş: “Sevgili Davut Bey, bu gün TK1505, Istanbul-Nürnberg uçağı ile Almanya ya geldim. 5 yıldır Almanya da işlerim var.

“Bak adamların bize yaptığına; Uçaktan iner inmez, Alman polisi, geçen herkesi köpeğine koklatıyor. Biz potansiyel eroinci, kokainci muamelesi görmekteyiz! İnsanlığı ve onurunu ayaklar altına alıyorlar.

“Kendimi Nazi Almanyasında trenden inip kampa sokulan Yahudi gibi hissettim... Sanırım aynı duyguları birçok kişi yaşadı. Bu halk bu kadar ezilir mi?”

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

İsmini vermeyeceğim bir okuyucumuzun mesajı şu: “Merhabalar Davut Bey... Ben sizden cumhurbaşkanlığı seçimi için başbakanın aday olmasını engelleyecek belge olsa bu belgeyle kimler ilgilenir? Böyle bir belge o kişilerin çok işine yararmış, bu konu hakkında detaylı bilgi almak istiyorum. Bana bu konuda değerli vaktinizi ayırıp yardımcı olur musunuz? Şimdiden teşekkür eder saygılar sunuyorum” diye yazmış. Sanıyorum bu konuda yardımcı olamayacağım. Çünkü sahamın dışında bir çalışma...

MEYVE VEREN AĞAÇ...

Bir başka okuyumuz ise;

“Meyve veren ağaç taşlanır demiş atalarımız. Çok da güzel söylemişler. Ancak Ferhan Şensoy ve Tuncay Özkan gibiler adeta taş değil, kaya atma yarışına girişmiş... Allah ıslâh eylesin başka ne diyelim.”

MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU

Bu arada bir duyuru mesajını sizlere aktarayım:

Zile Belediyesi ile Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun adını yaşatmak için her yıl “Uluslararası Tarihî Roman Yarışması” düzenliyor. İlgilenen “genç edebiyatçı”lar için bu bir fırsat.. Haydi kaleme sarılın. Kimbilir belki, “Mustafa Necati Sepetçioğlu Edebiyat Ödülü” sizin olabilir.

BATILI TASVİR...

“Merhaba Davut Ağabey, inşallah iyisinizdir. Hakikati, olaylar eşliğinde yorumlayan yazılarınızı tebrik ederim.

“Ağabey, bazen batılı tasvir ettiğinizi düşünüyorum. Veya rating adı altında yapılan rezaletleri anlattıkça bu da bir nevî reklâm oluyor. Ve o saçma kişi ve olaylar gündemden düşmüyor.

“Aslında ahmak-üs sükuta en elyak olan kimseler... Bizim evde hâlâ TV yok, Elhamdülillah... Bunu bir nimet olarak görüyorum. TV izleyenler kısır bir dünya kurmuşlar kendilerine. Şimdi benim bu TV kültürünü bilmemem mi anormal, yoksa onların her şeyi bilmeleri mi?

“Bu babtan olarak TV’yi kullanmayı abes görüyorum. Belki birkaç nesli kaybetmemize neden olan televizyona bu önem çok...

“Bütün bunları niye yazdım. Geçen Pazarola’da hangi sunucunun daha iyi olduğuna benzer bir bölüm vardı. Şimdi benim bunları bilmem için hayli iyi bir tv izleyicisi olmam gerek. TV’nin yaptığı tahribat ortada. Daimi bir TV izleyicisi olsam—zaten şu zamanda bu halde binlerce günah ve tehlike içerisindeyiz—daha kötü olurdum... Bizim değerlerimiz, bizim ezberimiz farklı olmalı... Çalışmalarınızda başarılar.”

Zübeyir kardeş, o bahsini ettiğiniz bir “mizah” yazısıydı. Zaten bizim “kastımız” şu sizin söylediklerinizi hicvetmekti. Yani televizyon kültürünün aslında o kadar önemli olmadığını anlatabilmekti... Değerli fikirleriniz için teşekkür.

TEOMAN’IN İKİLEMİ

Zübeyde Korkmaz, Şarkıcı Teoman’ın içine düştüğü ikilemi anlatan bir röportaj göndermiş.

Teoman’ın: “Ben baştan diyorum ki Hz. Muhammed’le tanışsaydım onu severdim. Hz. İsa ile tanışsam onu da severdim...

“Benim içimde bir Tanrı kavramı var; ama onu fazla didiklememeye çalışıyorum. İslâm benim için annemin, babamın, dedemin, dostlarımın dinidir. Sevdiklerimin sevdiği bir şeyi ben de sevebilirim. Sevdiklerim önem verip, hayatlarını ona göre inşa ettikleri için, dinin biraz kollanmasının gerekli olduğunu, hiçbir şekilde incitilmemesi, hakaret edilmemesinin gerekli olduğunu düşünüyorum” diyen sözlerinin altını çiziyorum. İnşallah kafasındaki bulutları dağıtır da, gerçeği ve hakikati görür.

Korkmaz’a teşekkür.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İrtica ve “otçu”lar



Kasım’ın son günü yapılan Yüksek Askerî Şûrâ toplantısından sonra yayınlanan açıklamada dikkat çeken birkaç nokta vardı:

Biri: Toplantıdan günler önce basında çıkan bazı haberlerde iddia edildiğinin aksine, “irticaî tutum ve davranışları” sebebiyle ihraç edilen personelin sayısı 2’yle sınırlı kaldı.

İkincisi: Buna karşılık yine aynı açıklamada şöyle bir ifadeye de yer verildiği görüldü:

“İç tehdit değerlendirmesinde, önümüzdeki dönemde bölücü terör ve irtica ile mücadelenin devletin tüm olanakları ile birlikte etkin olarak yürütülmesi gerektiği ve bu süreçte Türk Silâhlı Kuvvetlerinın kararlı mücadelesini taviz vermeden sürdüreceği vurgulanmıştır.”

Bu cümlede bölücü terörün önce zikredilmesinin özel bir mesajı var mı, bilmiyoruz. Ancak gizli anayasanın son halinde terörle irticanın eşdeğer tehditler olarak nitelendiğine ilişkin haberleri hatırladığımızda bunun çok fazla bir önem taşımadığını da düşünüyoruz.

Buna karşılık, TSK’dan yapılan son 37 ihracın sadece 2’sinin irtica gerekçeli olması ile, irticanın “devletin tüm olanakları ile etkin mücadele etmesi gereken” bir iç tehdit olarak nitelenmesi arasında gayet belirgin bir çelişki görüyoruz.

Yine açıklamada devletten “etkin mücadele” beklentisi dile getirildikten hemen sonra TSK’nın “kararlı mücadelesini taviz vermeden sürdüreceği”nin vurgulanmasında ise, TSK'nın kendisini diğer devlet organlarından farklı ve özel bir konumda gören tavır ve yaklaşımının devam ettiğini görüyoruz.

Bu arada, açıklamanın bu şekilde dizaynını Başbakanla Genelkurmay arasında varılan bir uzlaşmanın ürünü olarak yorumlayanlar var. Bu iddia doğru ise, irticaî ihraçların 2’yle sınırlandırılmasına karşılık Başbakanın “irtica ile mücadele” için ne gibi adımlar atacağı sorusu gündeme geliyor.

YAŞ açıklamasında dikkat çeken başka bir noktaya gelince:

Diğer 35 ihracın gerekçesi “TSK’nın itibarını sarsacak şekilde disiplin bozucu hareketlerde bulunmak” olarak ifade edilirken, atılan bu kişilerin esrar içtiği tesbit edilen astsubaylar olduğu söyleniyor.

“Otçu astsubaylar” olayı, irtica iddialarıyla dinî ve manevî duygularda meydana getirilen zayıflamanın hazin sonuçlarından biri.

Hadisenin, yıllar önce çok sayıda dindar ve başarılı astsubayın hizmet verdiği Eskişehir Hava Taktik Kuvvet Komutanlığında patlak vermesi ise, ayrıca ibret dolu bir tecellî.

Bu şehirde dindar hava subaylarının varlığı, tâ Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta olduğu dönemden beri bilinen bir vâkıa idi.

Hattâ Üstadın Eskişehir’de kendisini ziyaret eden “tayyareci, subay ve askerler”e “Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabı kazandırır” dersleri verdiği anlatılır (Tarihçe-i Hayat, s. 405).

Biz de 70’li yıllarda Eskişehir’de çok sayıda dindar astsubayın görev yaptığını yakînen biliyoruz. Ama ne yazık ki, daha sonra esen mâlûm ters rüzgârlar bu durumu değiştirdi.

“Otçular” olayının bunun ardından gelmesi çok düşündürücü...

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Liderlerin mikrofon sınavı



Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hem kongrede, hem de grup toplantılarında, MHP lideri Bahçeli’yi partisinin kurultayında, Deniz Baykal’ın grup toplantısında, Mehmet Ağar’ı Denizli mitinginde izlemek suretiyle bazı izlenimler edindim.

Liderlerin kitlelerle diyaloğu açısından, bu tür gözlemlerin yararlı olduğuna inanıyorum.

Yoksa, kadıdan mülk kalmışçasına kuruldukları köşelerinden, liderlere akıl dağıtan gibi bir pozisyona düşme niyetinde değiliz. Peşinen belirtelim ki, bu tür çok bilmiş tavırlardan da nefret etmişimdir. Ayrıca yanında çalışan ofis boyla dahi doğru düzgün iletişim kuramayan insanların, milyonları peşinde sürükleyen şahıslara, iletişim dersi vermelerinin de ne derece sağlıklı olacağı ortada.

***

Başbakan Erdoğan, kitleleri kendine inandırma konusunda çok başarılı. Ayrıca usta bir hatip. Kitleleri fikirleri doğrultusunda yoğurabiliyor. Özellikle halkla diyaloğunda çok başarılı. Salon hatipliğinden gelme olduğu için, nabzı tutmayı iyi biliyor. Sesinin iniş ve çıkışlarının yanı sıra vücut dili ile de bunu pekiştirmeyi biliyor. Yer yer hamasete kaçsa da ideolojik ağırlıklı konuşmalarda başarılı.

Ancak” “doğal olma” adına, ağzına geleni söylediği zaman, “yan gelip”yatıyor.

Ramazan ayında geçirdiği ani rahatsızlıktan sonra başbakan üslûbunda bariz bir değişiklik gözleniyor. Grup konuşmalarını 25 dakika civarında tutuyor. Hep icraatlarını anlatıyor. Polemik konusu olan şeylerden kaçınmaya çalışıyor. Ancak hükümet icraatlarını anlatmanın getirdiği heyecansızlık onun hitabet gücünü de olumsuz yönde etkiliyor. İktidarların icraatlarını anlatmaları kitleleri heyecanlandırmıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar sorun çıkarmama adına her şeyi rölântiye alan Başbakan, etkileyici üslûbunu da askıya almış görünüyor.

***

Usta bir hatip olan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bu avantajını koruyor. Ancak Baykal’da iki sorun söz konusu. Sunuş çok etkileyici, ancak muhteva demode. Güncel’den kopuk, insanların bugünü ve yarını etkileyen projelerden uzak, yıllardır laiklik ve rejim ana teması dışında kitleleri heyecanlandıracak bir vurgusu yok. Dışı parlak içi boş bir konuşmacı.

Baykal’ı dinlerken az sonra kıyamet kopacağını düşünüp, az sonra her şeyin normal olduğunu görme durumu yaşandığı için, inandırıcılık sorunu söz konusu. Öyle ki, bazen Kurtuluş Savaşını başlatır önemde bulduğu bir konuyu kürsüden inince unuttuğu için, gereğinden fazla abartma durumu ile karşı karşıya kalıyor.

Baykal iyi konuşan ancak inandırıcı olamayan bir lider…

Ecevit de solun en usta hatiplerindendi. Rakiplerini en zayıf yerlerinden vurur, miting meydanındakileri hop oturtup, hop kaldırır, milyonlarla arasında bir elektriklenme oluştururdu.

Benzer şeyleri Demirel için de söylemek mümkündü. Meydanlarda bir mücadele adamıydı. Kitlelerle çok iyi diyalog kurabiliyordu. Meydanlarının nabzını avucunun içine alıp, kendisini dinlemeye gelen binlerce insanın aklını doyurup, duygularını tatmin edip, onları kendine inandırıp, enerji yükleyip, mücadele azmi verip, miting meydanından Demirel için seferber olmak üzere yola çıkan kitleler haline getirmeyi başarıyordu. Ülkeyi ve ülkenin sorunlarını iyi bilmesi, miting meydanlarında halkla, Mecliste milletvekilleri, entelektüel zeminlerde aydınlarla konuşacağı dili ve önceliklerini iyi biliyordu. Türkiye’yi avucunun içi gibi bilmesi, bölgeleri şive farkına kadar tanıması en büyük artılarıydı. Bu yüzden defalarca gittiği halde, “düşün peşime” deyip, her defasında milyonları arkasına takmayı başardı.

Demirel, mücadele yöntemlerindeki ustalığı ve mücadele azmi ile muhalefet liderleri için Dünya Kupasına hazırlanan bir takımın antrenörü kadar önemli bir değer. Partisini her zemin ve zaman da bir maestro gibi yönetiyordu.

***

Buyurgan konuşmaları, emir kipiyle biten sözcükleri ile Devlet Bahçeli, “başbuğ” kültüründen gelen MHP için isabetli bir lider. Tuğrul Türkeş’in bir röportajında fasulye yemeği tarif ettiği için MHP kurultayını kaybettiği unutulmamalı.

Ancak bir sözüyle kitleleri ölüme sürükleyecek kadar, ideolojik konuşmasına karşın kimi zaman geçmişiyle tezada düşebilen bir lider Devlet Bahçeli.

İktidar olduğu dönemlerde grup konuşmalarında bir muğlâklık, anlaşılmazlık ve kafa karışıklığı vardı. Muhalefet döneminde bunu giderip, hedefi açık, net konuşan bir lider olarak izliyoruz. Az konuşuyor, ama öz konuşuyor.

***

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ise, “dediğini yapan adam” imajını koruyor. Bu yüzden tüm strateji de bunun üzerine kurulmuş. “Adam gibi adam” deniliyor.

Bu doğru bir tercih. Miting meydanları ile salon toplantılarında ya da televizyon programlarında aynı ses tonu ile konuşması, sesinin tiz ya da tok değil, pes olması, dile getirdiği görüşler ile eski imajı arasında zıtlıklar bulunması ve meydanlarda takır takır konuşurken, milletin nabzını tutmak ya da halkla karşılıklı diyaloğa girmekte eksikleri gözleniyor…

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İkiliğin kaynağı



Hakikatları hikâye diline aktaran Mevlânâ ikiliğin ve şaşılığın kaynağının ışık değil, yansıtıcılar olduğunu söylüyor. Bazen bu yansıtıcılar nedeniyle hakikatı farklı algılamaktayız. Kavramlar da dilin yansıtıcılarıdır. Onlar da bazen anahtar görüntüsündeki kilitlerdir. Esasen yanlış anlamaların tamamının kaynağı eksikliğimizdir. İnsanın kemalatı eksiktir. Akıl, his, keşf ve duyguları eksiktir ve insanı yanıltabilir. Bundan dolayı, Eflatun insanları mağaradakilere benzetir. Karanlıkta mağaradakilerin veya körlerin fil tarifi hep kısmîdir ve eksiktir. Bu eksiklikten dolayı fili tanımlamakta ve dolayısıyla birbirlerini anlamakta zorluk çekerler.

Hazreti Peygamber (asm) insanın uykuda ve dolayısıyla gaflet denizinde olduğunu söyler. ‘İnsanlar ölünce uyanırlar’ buyurur. Demek ki tam intibah ancak ölümün koynunda oluyor. Zaman, mekân insanı perdeliyor. Ali Şeriati’nin bu mânâda insanın dört zindanı diye bir terimi vardı.

Bazen kullandığınız araç veya kavram hem kilidiniz, hem de anahtarınız olabiliyor. Hem duvarınız, hem de köprünüz. İrfan ve olgunluk mertebesi arttıkça insanın fehmi ve anlayışı da gelişiyor. Bundan dolayı eskiler; “Bazı insanlarda bilgi düzeyi olgunlukla birleşince ondaki bilgi hikmete dönüşür” derler. En azından neden anlamadığını anlamaya başlar. Kavramların ve dilin sınırları da esnek olduğundan dolayı insanlar genellikle birbirlerini anlamakta zorlanırlar. Aynı referansları kullansanız bile durum pek fazla değişmiyor. Referanslara yüklediğiniz anlam da o derecede önemlidir. Bu anlamda yine selef: “Kem min aibin kavlen sahihan, afetuhu el fehmussakim” demişlerdir. Yani: Nice doğru ve isabetli bir söz sadece anlaşılmadığı için rededdilmiştir. Halbuki ifadelerin gramatik ayrımında anlaşabilsek ve muhatabımızla aynı dili kullanabilsek anlaşmazlığın önündeki bütün engeller aşılacaktır. Ama bu imtihan gereği muhabir-i hakiki bu engellerin dünyada tam aşılmasını murad etmemiş.

***

Mevlânâ’nın hakikatları hikâyeleştirerek ve şiir diliyle anlattığını söylemiştik. ‘Kem min aibin’ vecizesini de yine bir üzüm analojisiyle bizlere kavratır. Mevlânâ, üzümü farklı adlarla bilen dört adamın kavgasını hikâye eder bize. Bir adam dört kişiye bir miktar para verir. ‘Bu para ile işinize yarayanı alın!’ der. Dört kişiden biri olan Acem (İranlı), ‘Bu parayı engüre verelim’ der. Öbür arkadaş ise Araptır ve ‘Aksilik etme’ diye atılır. ‘Ben engür istemem, ineb isterim’ diye tutturur. Onlardan birisi de Türk’tür. ‘Ben ineb istemem, üzüm isterim’ diye inat eder. Rum olan bir diğeri ise; ‘Bırakın bu lakırdıları! Bu para ile istafil alalım’ diye söze karışır. Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye, dövüşmeye başlarlar. Çünkü adların aynı anlama veya müsemmaya işaret ettiğinden bihaberdirler. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk savuruyorlardı. Çünkü bilgi ve hikmet kırıntısından bibehre idiler. Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki: “Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna da sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini alır. Bu paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir...”

***

Mevânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra kıssadan hisse bölümüne gelir ve kulağa küpe şu altın öğütlerde bulunur: “Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır, onu ararsa, senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur. Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin. Addan geç, sıfatlarına bak da sıfatlar, seni zâta ulaştırsın. Halkın anlaşmazlığı addan dolayı meydana gelir; fakat anlama ulaşınca anlaşmazlık gider ve rahatlık hasıl olur. Yazık ki; Türk, Fars, Arap ve Rum’un kavgasından üzüm, engür, ineb ve istafil şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe de, bu ikilik ortadan kalkmaz...”

Bu hikâyeyi günümüzdeki ekümeniklik tartışmalarına uygulayacak olursak görürüz ki ihtilafın kaynağı, Süleyman’ın; İskender kılığında bir Fatih’in yokluğundadır. Bundan dolayı üst üste binmiş meseleler bir Gordiom düğümü olarak çözümsüz bekliyor. Bu ve benzeri Gordiom düğümlerini de herhalde çözse çözse bir başka madde ve mana eri Fatih çözer.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Karadeniz'den



Bize yudum yudum muhabbet içiren Anadolu’dayız yine. Sinesinde bir medeniyetin yattığı Anadolu. Her mevsim görmüş, her tahribata maruz kalmış olmasına rağmen kendi diriliğini, farklılığını, folklorunu ve değerlerini bugünlere taşımayı bilmiş, yarınlara taşıyacak olan bir hayat pratiği. Bütün olumsuzluklara rağmen; çalışan, üreten, dokunan, seven ve yaşayan bir kültür.

Yine böyle bir hafta sonu geçirdik Karadeniz’de. Trabzon merkezden bir gün Rize, diğer gün Giresun’a uzanan bir hatta, tarih, hatıra ve sohbet ortamını yaşadık. Öğrenmemize katkı yapan ve bizi düşünce yumağında kendilerine has bir sıcaklıkla karşılayan okuyucularımızla yine beraberdik.

***

Yolculuğun Rize durağındayız. Sabahın erken saatleri. Yağmurlu iklim, ferahlatan yeşillikler sağanağı ile birleşince havanın nefes aldırıcı ve içimizi saran huşusu ile Hasan Beyle buluşuyoruz.

Girişimci, genç, hayat dolu ve güleç bir kararlılığın kendine güven duyan emareleriyle bizi karşılayan Hasan Beyi, üç katlı bir işyerini merkezi caddede açmanın hazırlıkları içinde bulduk. Aynı zamanda temsilcimiz olan Hasan Bey, fonksiyonel bir kültür servisi vermenin heyecanında kitap sarayı kuruyor.

Rize için, “iki başbakan çıkarmış şehir” diyor İntizam Bey. Ancak coğrafî şartlar dikkate alınsa bile gelişmişlik düzeyi siyasî kredisi ile paralel değil. Şehir sürekli göç veriyor. İstihdam imkânı çok sınırlı. Görüştüğümüz işadamı Nuğman Bey de yatırımların sınırlılığına işaret ediyor.

Rize Ticaret ve Sanayi Odası’nın seminer salonundayız. Sistem ve Yenilenme seminerimizin müzakeresini yapıyoruz. Gençlerin geleceğe ait değerlendirmelerini alıyoruz. “Risâle-i Nur’u anlamak ve tanıtmak” üzerine gençlerin talepleri ile karşılaşıyoruz.

Rize, iki sevinci birden yaşıyor. Biri bitmeye hazırlanan sahil yolu, diğeri ise kurulan Rize Üniversitesi. Ancak sanayi yok. İşletmecilik kalitesi itibariyle lüks lokantalar ve tesisler dikkat çekiyor. Sosyal büyüme işaretlerini, YKM mağazasında da müşahede ettik.

***

Memnuniyetle görüyoruz ki, Karadeniz’in bitmeyen çilesi sahil yolu tamamlandıkça, trafik rahatlamakta ve doğu-batı ekseninde açılımlar artmaktadır. Yeni yollar, Trabzon limanından kara taşımacılığına geçit veren rahatlatıcı bir güzergâhta.

Araklı’da yılların sebat markası, emekli eğitimci ve gençlik heyecanını taşıyan temsilcimiz Yusuf Ağabeye uğruyoruz. Yıllar yılı küçük bir ilçe olmasına rağmen gazetemizin tirajını iyi bir çizgide tutuyor. Görevinin şevkinde ve oldukça mutlu.

Trabzon’da gece buluşmamız gençlerleydi. Hayatıma farklı bir boyut katan, oldukça antremanlı ve bir o kadar da geleceğe kement atmış kuşak vardı. Uzay programcılığına çocukluğundan beri kilitlenmiş “Einstein Aydın”dan, geometri okulu açıp Türkiye’de ölçeğinde iddialı düşünen Ömer’e ve Mekatronik okumak isteyen gencimize kadar bir yelpazede otuza yakın gençle istikbali etüt ettik. İş ve hizmet kariyerini konuştuk. Daha doğrusu onlar konuştu, biz anlamaya çalıştık. Büyükler de vardı. Onlar da konuştular. Farklı kuşaklar, tecrübe ile heyecan ve idealizmle realizm bir aradaydı. “2010 Dünya Düşünce Olimpiyatı” projesinde antat kaldık gençlerle... İnşallah geliştirip bizimle paylaşacaklar. Bu geceyi anlatmak iki üç makaleye bile sığmazken kısa geçiyorum.

***

Giresun’a giderken Adem Beyin bölgedeki hizmet tasavvurları, sistemin etkinliğini gösteriyordu. Giresun’da içe kıvrılmış bir kıyı kenti ile karşılaştık. Mütevazı ve kendisiyle yaşayan bir şehir. Onların da yeni avantajı, Giresun Üniversitesi.

Pazarını bizimle paylaşan okuyucularımızla, denizin uçsuz ve bucaksız safiyetini temaşa ettiren bir mekândan müzakereler yaptık. Sistem ve yenilenme projesinin muhtevasını takdim ettik. Değerlendirmelerini aldık. Ev sahibimiz Hüseyin Bey, her seçeneği büyük bir maharetle pratize eden mizacıyla bize moral verdi.

Umarım siz de bir Anadolu yolundasınız. Tavsiye ederim. Pozitiften okuyarak ve geleceği tasarlayarak yapacağınız her sohbet, dinlendiriyor bu topraklarda.

İntizam Beyin organizesinde Karadeniz’deki bütün dostlara gönül dolusu teşekkürler.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Köprü ve Papa



Batı basını, Papa’nın ziyaretinde daha çok “köprü” rolüne dikkat çekti. Öncelikli görevi Ortodoks dünyası ile Katolikler arasında bir köprü kurmak ve bazı konularda ittifak sağlamaktı.

Aslında papa köprü yapıcı demek. Batı basının özellikle kullanmayı tercih ettiği papa için “pontiff” ifadesi Latince’de; Hıristiyanlığın ilk yıllarından itibaren kullanılmakta olan “Allah ile kul arasında bir köprü” mânâsındadır. Anlaşılan eski Roma’daki bâtıl anlayış bir şekilde devam etmiş, Roma kendi elbisesini Hıristiyanlığa bu şekilde giydirmiş.

Vazifesi köprü kurmak olan Papa, Almanya’daki o meşhur konuşmasında, aralarında bin yıldır devam eden husumeti kaldırmak ve ittifak yapmak için

Doğu Roma’ya iltifat ederek köprü kurmaya çalışırken, İslâm dünyası ile köprüleri yıkıyordu. Şimdi bir taraftan yeni köprüler kurmaya çalışırken yıktıklarını da tamir etmeye çalışıyor.

Bilindiği gibi Doğu ile Batı kiliseleri arasındaki mücadele haçlı savaşları ile zirveye çıkmıştı. Zulüm, tabiatı icabı en sonunda âlet olanları, destekleyenleri ve seyirci kalanları da içine almıştı. Haçlılar İslâm dünyasını yağmaladıktan sonra İstanbul ile birlikte Ortadoğu’daki Ortodoks kiliselerini da yağmalamıştı. Daha önceden İslâm hakimiyetinde her türlü hakka sahip olarak yaşayan Hıristiyanlar gördükleri zulüm ile, İslâm’ın değerini hakkıyla takdir etmek durumunda kalmışlar ve büyük çoğunluğu özellikle Arapça konuşanlar İslâmiyet’i seçmişlerdi.

Aralarındaki husumet Doğu Roma yıkıldıktan sonra da devam etti. Doğu Roma’nın yıkılmasından asırlar sonra, eskiden hiç kullanılmayan “Bizans imparatorluğu” tabiri icad edildi. Maksat, Roma ile hiç bir ilişkisi olmayan Yunanlılara hisse çıkarmak bir yandan da eski kavganın devamı olarak farklılığı vurgulamak içindi.

Almanların müttefik olduğunu ihmal ederek son haçlı savaşı denilen Birinci Dünya Savaşı da öncekiler gibi Ortodoks dünyası için felâketle sonuçlanmıştır. Batı, önce doğu Hıristiyanlarını kışkırtarak âlet etmiş daha sonra da, bir taşla iki kuş vurarak dünya hakimiyetinde iki engel olarak gördüğü patrikhane ve hilafeti fiilen yok etme karşılığında yeni ittifaklara girmiştir.

Aslında “hedefi menfaat” olarak bilen Batı medeniyeti açısından bakıldığında burada garipsenecek bir durum yok. Garipsenecek olan durum bunca tecrübeye rağmen hâlâ batıdan bir şeyler ümid eden doğu Hıristiyanlarının durumudur.

Köprü olmak hususunda tarih boyunca bu kadar bariz hatalar yapan bir makamın, dindar Hıristiyanlar ile Yaratıcı arasında nasıl bir köprü kurabildikleri de merak konusu olsa gerek. Gerçekte, bir çok iptidaî ritüelin bulunduğu, teslis gibi akla ve semavî bir dinin tabiatına mugayir, haç gibi idol haline getirilmiş sembollerin bulunduğu bir din için büyük köprüler olmadan hareket etmek mümkün olmasa gerek. Yine ortaçağ gibi, toplumların parasıyla-puluyla akıllarını yöneticilerin ceplerine koyduğu bir dönem için köprü vazifesi bir derece kolay olabilirdi.

Bu gün modern toplum, bürokrasi duvarlarının arkasındaki halkın arzu ve isteklerine kısmen kör ve sağır devlet ile arasındakileri kaldırıp, duvarları yıkıp köprü başındakileri kaldırıp bizzat söz sahibi olduğu bir dönemde diğer şartların da değişmesi kaçınılmaz. Kişinin “kalbi ile arasındakini bilen” bir Allah’a inanan Müslüman bir aracıya ihtiyaç duymuyor. Kişiye şah damarından daha yakın bir Allah’a ibadet etmek için neden aracılara ve vesileye ihtiyaç duysun. Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi “İslâm, imamı kabul; vesileyi reddeder.”

Batı nasıl ortaçağ rejimlerini ayakta tutamadı ise, fertler ile yaratıcısı arasına ruhban sınıfını koyan sistemleri de uzun süre ayakta tutması zor. İnşallah tabiî mecrası olan İslâma inkilab edecektir.

Aslında papaların İslâm dünyasını özellikle Türkiye’yi her ziyareti hem devlet açısından, hem de halk açısından şaşırtıcı olmuştur. Devletin, Müslüman din adamlarına göstermekten kaçındığı hürmet ve itibarı Papa’ya göstermek zorunda kalması devlet açısından üzücü bir durum. Boşluk kabul etmeyen bir hayat ve kaderin garip bir cilvesi.

Halk için şaşırtıcı olanı ise, her ziyarette “Batı dini terk ettiği için kalkındı” ezberinin büyük bir yanlış olduğunun fark edilmesidir. İnşallah bu hadise, devletiyle milletiyle manevî değerlerimize daha çok sahip çıkmamıza vesile olur.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namazla Cennete koşmak



Niçin böyle bir başlığı tercih ettik?

Etraf-ı erbaası ve tabileriyle namaz Cennete götüren güçlü bir araçtır da onun için. Buharî’de yer alan bir hadisten öğrendiğimize göre, cân ü gönülden, isteyerek mescide devam eden kimseye Allah’ın Cennette bir konak hazırlayacağı bildirilir.

Namaz dünyada ruh ve kalbin gıdası, günahların affına vesile, kabirde ışık, Sıratta buraktır.

Kıyamet gününde kişinin ilk hesaba çekileceği şey namazdır. Namazın hesabını kolay verenin diğer hesapları da kolaylaşır, veremeyenin ise diğer hesapları da zorlaşır.

Peygamberimiz (asm) lâyıkıyla namaz kılanın namazının Kıyamet günü nur, delil ve kurtuluş vesilesi olacağını bildirmişlerdir.

Yine kalbi mescidlere bağlı olan insan, hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli Mahşer gününde Arş’ın gölgesinde gölgelendirilecektir.

Namaz mü’minin hayatında o kadar önemlidir ki, Peygamberimiz (asm) yatsı ve sabah namazlarına dikkat çekerek, “Eğer bu iki namazdaki sevabı bilmiş olsaydınız, dizlerinizin üzerinde emekleyerek de olsa, bu namazlara devam ederdiniz” buyurmuşlardır.

Müddessir Sûresinin 42 ve 43. âyetlerinde belirtildiğine göre Cennetlikler Cehennemliklere, “Sizi Cehenneme sokan şey nedir?” diye sorduklarında verdikleri ilk cevap, “Biz namaz kılanlardan değildik” şeklindedir.

İşte geçtiğimiz Pazar Günü Afyon/Dinar’da Güzide Hanımlar Yardımlaşma Derneği’nin daveti üzerine Namaz Gönüllüleri Platformunun bazı üyeleriyle birlikte katıldığımız konferansta konumuz, namazın anlam ve hakikatiydi. İlahiyatçı Ahmet Bulut arkadaşımız, namazın önemini örneklerle anlattı. Bu tip toplantılara katılıp namaza başlayanlardan enteresan misaller sundu.

O güne kadar 53 yerde bu tip toplantıları düzenlemişler. Büyük bir ilgiyle izlenen toplantılar namazın gerçekten diriliş parolası olduğunun bir işareti.

İkinci olarak ilahiyatçı yazar arkadaşımız Veysel Akkaya namaz ve aşk başlığı altında aşk derecesinde namaza sarılan, kendini kaybedercesine namazda fani olan İslâm büyüklerinden örnekler sundu. Konya’ya kadar gelen Moğolların, Mevlânâ’nın namazına çarpıp nasıl geri döndüklerini anlattı.

Biz de Cennetin anahtar ve bileti olan namaza olan ihtiyaç üzerinde durduk. 4., 9. ve 21. Sözlerden örnekler anlattık.

Özetle çoğunluğunu kadınların teşkil ettiği Dinar’daki namazla diriliş toplantısına ilgi büyüktü. Merak ve heyecanla dinlendi.

İhya eden, yeniden dinamizm kazandıran hakikatler manzumesi olan namazın manâ ve önemini her zaman canlı tutmaya çok büyük ihtiyacımız var.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İman zaafı en büyük mesele



İnsanoğlunun en büyük zenginliği, yaratılışına lâyık güzel bir ahlâka sahip olmasıdır. İnsanlığın yaratılışına derc edilen en güzel ve yüce ahlâk, Peygamberlerin şahsında insanların nazarına sunulmuştur Yüce Kudret tarafından…

Âdem’den (as), nebîlerin en mükemmeli Efendimiz’e (asm) kadar gönderilen bütün peygamberler, ahlâkın en güzel örneklerini şahıslarında göstermişlerdir şüphesiz. Bütün bu güzel ahlâk örneklerinin enmûzecini Peygamberimizin (asm) yüce şahsiyetinde görebilmekteyiz.

Her yönüyle mükemmel bir insan olan Resûl-i Kibriya’nın (asm) insanlarla olan münasebetlerinde ahlâka mugayir en küçük bir detaya rastlayamayız. Nefsin hükmünü icra edebileceği hissî hiçbir yaklaşım, bu yüce insanın davranışlarında görülmemektedir. O düşman duygulara haklılık kazandıracak hiçbir yaklaşıma meydan vermemiştir. Ona düşmanlık besleyenlerin hareket noktaları kendi kararmış kalpleri olmasına rağmen, o her zaman bu kalbleri iman nuruyla aydınlatmak için çaba göstermiştir.

Bize gelince ise, bu insanî ahlâk menbaından yeterince istifade edemediğimizi düşünüyorum. Bizi Yaratıp en mükemmel varlık kılan Rabbimizin çizdiği insan profilinin en mükemmel örneğini takip edemedik, peşinden gidemedik. O bizim için kurtuluşun tartışılmaz yolunu gösteriyordu ve göstermeye devam etmektedir.

Gözü önündeki hazineden faydalanamayanların durumuna düştük. Sıradan inananları bir tarafa bırakalım, Peygamberlerin varisi olarak belirtilen bir kısım âlimlerimiz bile nurlu yolu takip etmekten çok uzak kaldılar. Siyaset, dünyaya dalan insanlar gibi dindar görünen insanları da kendine cezb ettirdi ne yazık ki…

Vahyin insânî mesajlarının hüküm sürdüğü Asr-ı Saadet yerine, zamanımızda sadece dünya hayatını ilgilendiren mesajlar hemen herkesi kendine çekti. Bu cazibeye, gaflete daldığımız ölçüde kapıldık. Bilhassa peygamber varislerinin kötü örnek olmaları bizleri derinden yaralamaktadır.

Yeterince ve fazlasıyla dünya işleriyle uğraşanlar varken, dindarların ahirete yönelik görevlerini ihmal etmesinin hiç affedilir tarafı bulunabilir mi? Neden herkes görevini yapma peşine düşmüyor da, insanlar kendi işi olmayan şeylerle uğraşmaktadırlar?

“Din Adamı” profili içinde topluma hizmet verenlerin siyasî arenaya heveslenmesi, toplumun manevî açlığını arttırmaktadır şüphesiz. Bir cami imamının, imanî ve Kur’ânî onca mesele varken çıkıp dünya siyasetinden dem vurması, çıkıp ülke meseleleri hakkında minberde ahkâm kesmesinin kime ne faydası olabilir?

Bırakalım herkes işiyle uğraşsın. Nasıl ki bir din adamı, dinle ilgisi olmayan birisinin dinî meseleler hakkında hüküm vermesini kabullenmeyecekse, aynen bunun gibi din adamlarının hutbelerde veya sair mekânlarda siyasî meseleler hakkında ahkâm kesmesi kabul edilemez. Din adamlarını daha önemli işler beklemektedir.

Milletin iman zaafı vardır. İnsanlarımız yeterince dinî şuura sahip değildir. Kâinattaki en büyük mesele iman meselesi iken ve insanlarımız dinimizi güzel anlatacak kişilere şiddetle muhtaç iken, başka âfâkî meselelerle uğraşan din adamlarının şüphesiz sorumluluğu büyük olacaktır.

Düşünün ki, haftada bir gün camiye gelen ve sair zamanlarda vakit namazlarını kılmayan çok insanımız vardır. Bunlara hutbede İslâm’ın, imanın ve namaz gibi ibadetlerin ehemmiyeti anlatılmalı ve insanların kalbinin imana yönelmesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Öyle bir tatlılıkla anlatılmalı ki, camiden ayrılan Müslümanın gönlü orada kalsın ve bir daha o camiye gelip ibadet etmek için can atsın.

Hâsılı, cami minberleri günlük siyasî meselelerinin konuşulduğu yerler olmamalı. Belki İslâmın yaşandığı asırlarda bu normal karşılanabilirdi. Ancak zamanımızda, bilhassa dünyevîleşmenin, sefahetin son haddine ulaştığını herkes görmektedir. Hususan dini güzel anlatacak, insanlarımızı fitnelerden uzaklaştıracak kavl-i leyyin sahibi din adamlarına fazlasıyla toplumumuzun ihtiyacı bulunmaktadır.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Had bildirme refleksi



Bülent Ecevit bu dünyadan göçüp giderken, anlaşılan o ki beraberinde de bazı şeyleri götürdü. Bunlardan biri, hiç şüphesiz "had bildirme refleksi"dir.

Meclis'te başı örtülü bir kadın milletvekilini gördüğü anda, derhal harekete geçti ve pür hiddet kürsüyü zapt ederek bir "had bildirme refleksi"ni harekete geçirmeyi başardı.

Hatırlarda tazedir; hemen o akşam Ankara'da mukim bazı kokonalar ile ikona sevenler Meclis binasına doğru koşar adım yürüyüşe geçtiler. Meclis'in kapılarını zorlayanlar bile oldu.

Aynı anda, Türkiye'nin muhtelif merkezlerinde de benzer hareketlenmeler yaşandı.

O gergin tablo şu gerçeğin bir ifadesiydi: Bülent Ecevit gibi karizmatik bir lider, dindarlık ve Kemalizm gibi konularda toplumun belli bazı kesimlerini tahrik edebiliyor, hatta "had bildirme" refleksini dahi kolaylıkla uyandırabiliyordu.

Dolayısıyla, kim ne yapacaksa, kim ne diyecekse, Ecevit'in tavrını hesaba katmak durumunda hissediyordu kendini.

Had bildirmenin son temsilcisi olan Ecevit gittikten sonra ise, çoğu kimse serbest konuşma hususunda rahatça bir nefes aldı.

İşte bakın, son haftalarda konuşan konuşana. İsteyen tabulara ilişiyor, isteyen totemlere...

Kimse de çıkıp onları durdurmaya güç kuvvet yetiremiyor.

Zira Ecevit, bu alanda karizmatik son temsilciydi. Geride kalanları ise, hiçkimse takmıyor bile.

Göreceksiniz, birçok Türk aydını, yıllardan beri söyleyemediği bazı gerçekleri, bundan sonra hiç çekinmeden dile getirmeye çalışacak.

N'oldu?

Gurbetçi bedduacı şarkıcıya n'oldu?

"Gurbetçi şarkıcı" olarak bilinen, ama daha çok bedduâ yüklü "Allah belanı versin" isimli şarkısıyla şöhret bulan İsmail YK, yaklaşık iki haftadır tedavi görüyor.

Alınan bilgilere göre, sanatçı "yüz felci" geçirdi.

Allah esirgesin, acaba birileri onun şarkısını ona hitaben mi okudu, ne?

Sanatçı YK, kendi adına açmış olduğu resmî internet sitesinde, sevenlerine seslenerek "Duâlarınızı eksik etmeyin" diyor.

Duâ etmek, elbette ki çok iyi, çok güzel bir meziyettir.

Bedduâ ise—Allah korusun—çok fenâ bir haslettir.

Bedduâyı sevenlerinin dillerine pelesenk ettiren İsmail YK, bakalım onları bu kez duâ etmeye yönlendirebilecek mi?

Günün Tarihi

5 Aralık 1934: Anayasa'da (Teşkilât–ı Esasiye Kànunu) yapılan bir kànun değişikliğiyle, Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Millet Meclisi tarafından 3 Nisan 1930'da kabul edilen bir kànunla, kadınların belediye seçimlerine katılma hakkı, 26 Ekim 1932'de ise kadına muhtar, köy ihtiyar heyeti âzalığına seçilme ve seçme hakkı tanınmış oldu.

Bu yöndeki bir diğer kànun değişikliği de, 8 Ekim günkü Meclis oturumunda kabul edildi. Yeni kànun, 5 Aralık'ta yürürlüğe girdi.

8 Şubat 1935'te ise, milletvekili genel seçimleri yapıldı. (1 Mart'ta toplanan Meclis'te tam 18 kadın milletvekilinin yer aldığı tesbit edildi.)

Bu yılki seçime de, yine tek parti, yani bir tek CHP katıldı. Zaten başka parti yoktu. Çünkü, Türkiye'de demokrasi denen sosyal nimet yoktu.

Buna rağmen, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmiş olması, adeta demokrasiden de üstün bir gelişme imiş gibi lanse edildi.

Evet, kadınların da tıpkı erkekler gibi seçme ve seçilme hakkı kâğıt üzerinde tanınmış oldu.

Ancak, bu tarihlerde (1923–1946) ne kadınların, ne de erkekleri herhangi bir partiyi seçme hakları bulunuyordu.

Evet, bu traji–komik duruma göre, yaşı müsait olan her vatandaşın seçme ve seçilme hakkı vardı güyâ; ancak, hiçbir vatandaşın farklı bir partiyi tercih etme gibi bir hakkı yoktu.

Bu garabet, 1946 seçimlerine kadar devam etti.

Avrupa ülkelerinin zorlamasıyla çok partili hayata geçildiği bu dönemde ise, daha başka garabetlere, tuhaflıklara şahit olundu.

'46 seçimlerine, birden çok parti iştirak etti. Ne var ki, seçim sistemi "Açık oy, gizli tasnif" şeklinde işliyordu.

Yani, vatandaş oyunu hangi partiye vereceğini açıktan açığa beyan etmek durumundaydı. Ardından, oyların sayım ve döküm işlemine geçildiğinde ise, bu iş tamamen gizli yapılıyordu.

Dolayısıyla, 1950'ye kadar da dürüst bir seçim yapılamadı. Diğer partiler üzerinde, özellikle DP'ye yönelik çok şiddetli bir baskı uygulanıyordu.

14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimlerde ise, DP büyük bir zafer kazandı. Bu zafer "Beyaz İhtilâl" şeklinde isimlendirildi.

05.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mahşerden sonra kurtuluş



Gülse Karakaya: “Meryem Sûresi 71. âyette ‘Sizden hiç kimse yoktur ki Cehenneme uğramasın. Bu Rabbin katında kesinleşmiş bir hükümdür’ der. Bütün insanlar yani iyi kötü herkes Cehenneme gidecek, peki salih kullar da mı gidecekler? Peki, Peygamberimiz Muhammed (asm) şefaati nasıl olacak. Yani şefaat edilen kul da Cehenneme gidecek mi? Sıratı geçtikten sonra sağ eline defteri verilenler, doğrudan cennete gitmeyecekler mi? Cehenneme herkes muhakkak gidecek âyet öyle yazıyor. Bu sebeple kafam karışıyor. Bu konuları bana açıklarsanız sevinirim.”

Evet; Kur’ân Meryem Sûresinde, “İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür” buyuruyor. Fakat hemen ardından: “Sonra biz, Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız”1 buyuruyor.

Uzunca bir hadis-i şerifte Resûlullah Efendimiz (asm) mahşer sonrası tecellilerini bildirmek üzere buyurdu ki: “Cehennem üzerine bir köprü kurulur ve şefaate izin verilir. İnsanlar: ‘Allah’ım bizi kurtar! Allah’ım bizi kurtar!’ diye yalvarırlar.”

Ashab (ra): “Yâ Resûlallah! Köprü nedir?” diye soruyor.

Allah Resûlü (asm) devam ediyor: “Köprü kaygandır. Orada kancalar, çengeller ve demirden dikenler vardır. Bunlar Necd’de meydana gelen ve Sa’dan denilen sert dikencikler gibidir. Mü’minler kimi göz kırpacak kadar bir zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi en iyi cins yürek at ve deve gibi sür’atle geçerler. Mü’minlerden kimi sapasağlam olduğu gibi kurtulur. Kimi tırmıklar içinde perişan olmuş olarak salıverilir. Kimi de Cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler.”

“Nihayet, mü’minler ateşten kurtuldukları zaman, ateşte kalan kardeşlerini kurtarmak için Allah’a öyle şiddetli yalvarıp yakarırlar ki, nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha sizden hiçbir kimse, hakkı tamamıyla kurtarmak hususunda dünyada Allah’a böyle yalvarıp yakarmamıştır. (Dünyada bunun benzeri şiddetli bir yakarışı siz görmediniz.)

“Mü’minler: ‘Ey Rabb’imiz! Bu kalanlar bizimle beraber oruç tutarlar ve haccederlerdi’ derler.

“Onlara: ‘Tanıdığınız kimseleri ateşten dışarı çıkarınız. Onların sûretleri ateşe haram edilmiştir!’ denir.

“Bunlar, kimi inciklerine, kimi de dizlerine kadar ateşe gömülmüş olduğu halde pek çok halkı ateşten dışarı çıkarırlar. Sonra:

‘Ey Rabb’imiz! Cehennem’de emrettiklerinden hiçbir kimse kalmadı!’ derler.

Hak Teâlâ: “Geri dönün! Kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve Allah korkusu olan her kimi bulursanız onu da çıkarınız!” buyurur.

Onlar yine pek çok halkı ateşten çıkarırlar. Sonra: “Ey Rabb’imiz! Cehennem içinde, emrettiklerinden hiç kimseyi bırakmadık!” derler.

Hak Teâlâ tekrar: “Dönünüz! Kalbinde yarım dinar ağırlığınca iman bulunan her kimi bulursanız onu da çıkarınız!” buyurur.

Onlar yine pek çok halkı ateşten çıkarırlar. Sonra tekrar: “Ey Rabb’imiz! Bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi Cehennemde bırakmadık” derler.

Hak Teâlâ yine: “Dönünüz! Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimseyi ateşten çıkarınız!” buyurur.

Onlar yine pek çok halkı çıkarırlar. Sonra: “Ey Rabb’imiz! Cehennemde iman ve hayır sahibi hiçbir kimseyi bırakmadık!” derler.

Bundan sonra Aziz ve Celil olan Allah: “Melekler şefaat ettiler. Peygamberler şefaat ettiler, mü’minler şefaat ettiler. Şefaat etmedik bir Erhamü’r-Râhimîn kaldı!” buyurur. Bundan sonra ateşten bir topluluğu toplar ve dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de Cehennemde kömüre dönmüş birçok kimseleri çıkarır. Ve Cennetin yolları üzerinde olup hayat Nehri adı verilen bir nehre onları daldırır. Bunlar selde çıkan yabanî reyhan tohumları gibi birden gürbüzleşirler. Görmez misiniz ki, yabanî reyhan bazan bir taş, yahut bir ağaç dibinde olur. Güneşe doğru olanı sarı olur, yeşil olur; gölgede olanı ise beyaz olur.”

Ashaptan (ra) bazıları: “Yâ Resûlallah! Sanki sahrada çobanlık etmiş gibisiniz!” dediler.

Resûlullah Efendimiz (asm) devamla: “Artık hayat nehrinden boyunlarında halkalar olduğu halde inci gibi güzel olarak çıkarlar. Cennet ahalisi onları o alâmetle tanırlar. İşlenmiş hiçbir amelleri, önden gönderdikleri hiçbir hayırları olmadığı halde Allah’ın Cennete aldığı azatlıkları işte bunlardır.”

Sonra Hak Teâlâ onlara: “Cennete giriniz! Gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir!” buyurur.

Onlar: “Ey Rabb’imiz! Sen âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini bize ihsan ettin!” derler.

Kendilerine: “Size bundan efdal bir hediyem var!” buyurur.

Onlar: “Ey Rabb’imiz! Bundan efdal ne vardır ki?” derler.

Allah Teâlâ: “Benim rızam! Artık bundan sonra ebediyen size gazap etmem!” buyurur.2

Dipnotlar: 1- Meryem Suresi: 72 2- Müslim, Îmân, 301

05.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004