Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

En yüksek gür sadâ ve şefkat

Şefkat, nur mesleğinin temeli ve muhabbet fedailerinin adeta bir anne ruhu ile tüm insanlığın iki cihan saadeti için çabaları ve duâları elbette Sonsuz Rahmet Sahibi tarafından karşılıksız bırakılmayacaktır. Yeryüzünü ve belki de ötesini kuşatacak sonsuz sevgi, nur zemininde yayılacaktır. Nur kuşatıcıdır ve letafeti nisbetinde engelleri aşar. Katı duvarlar ve duvarlar mânâsındaki siyasî yaklaşımlar, teşkilâtlar nurun yayılmasına ve sirayetine engel olamazlar.

Şu an toplumların ve dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgi olmalı. Bu sevgi de karşılıksız sadece sevmek adına ve sevgideki güzellik ekseninde bir sevgi olduğunda mutlu bir dünya arzusu gerçekleşecek demektir. Bu sevginin ferdin duygu dünyasında karşılığı şefkat. Şefkat Rahman ve Rahim olan Âlemlerin Rabbi’nin bu isimlerinden varlık âlemine Âlemlere Rahmet olan zatın (a.s.m.) nuru ile yansıyan bir mânâ. Şefkatin ise, sosyal düzende en safi temsilcileri anneler ve duygular içinde annelik duygusu bu karşılıksız sevgi mânâsına en yakın hal olmalı.

Sosyal yapının şekillendirilmesi yönünde adımlar atılırken belki de üzerinde durulması gereken en önemli kurum aile ve aile içinde de konum olarak annelik. Anneler Günü, annelerin hiç olmazsa senede bir gün hatırlanması anlamında güzel bir adım. Ancak bu gün sadece çocukların annelerine hediye alıp sevgi dolu duygularını dile getirdikleri faaliyetlerle sınırlı kalmamalı diye düşünüyorum. Sosyolojik ve sosyal psikolojik açıdan anneliğin toplum hayatında arz ettiği önem, bu ve ilgili bilimlerce çalışılmalı, bunların topluma anlatıldığı seminerler, konferanslar, paneller gibi faaliyetler düzenlenmelidir. Anneliğin ve annelerin ifa ettiği vazife yalnızca kendi evlâtları ile bağlantılı olarak ele alınmamalı, toplumun geneli açısından ve sağlıklı bir toplum oluşması anlamında ifade ettikleri anlam ve önem üzerine basılarak vurgulanmalıdır.

Sağlıklı bir sosyal yapı ancak sevgi ile tesis edilmiş ilişkilerin sevgi ile kurulduğu toplumlarda mümkün gözükmektedir. Varlığın ve kâinatın genel âhengini belirleyen uyumlu ritminin arka planındaki beste de güzellikten gözükmeye doğru uzanan ve muhabbet temasının işlendiği tarzda âlemimize uzanmaktadır. Toplumun kaybettiği değerlerin başında belki de sevgi ve varlığın genelini kuşatan muhabbet ritmini kaybetmişlik gelmektedir. Bu noktada toplumun yeniden inşasında ve küreselleşen dünyanın geleceğine yönelik olarak atılan adımlarda şefkat kahramanları olan annelerin ve özellikle annelik konumunun lâyık olduğu yere yükseltilmesine yönelik adımlar büyük önem arz etmektedir.

Toplumun geleceğini şekillendirecek adımlardan olduğu düşünülen eğitim, sağlık gibi konuların da merkezî yerinde anneler yer almaktadır. Beden ve ruh sağlığı açısından toplumun içinde bulunduğu hali şekillendirmede annelerin önemi fark edildiğinde ve o noktaya yönelik etkili adımlar atıldığında ancak istenilen sağlıklı toplum hedefi sağlanabilir gözükmektedir. Annelerin statüsüne yönelik adımlar, onların sosyal ve ekonomik sıkıntılarını giderme yolundaki gayretler toplumun geleceğine yapılan yatırımlar olarak algılanmalı ve üzerinde ciddiyetle durulmalıdır. Bu anlamda annelere ve annelik müessesesine yönelik adımlar toplum içinde doktorlara ve öğretmenlere yönelik adımlardan farklı değildir.

Dünyanın sağlıklı geleceği sevgi toplumlarının inşasında yatmaktadır. Bu teşebbüsün başarısında toplum inşasına yönelik toplum mühendisliğinin merkezine şefkat kahramanı olan annelerin ve annelik kurumunun oturtulması elzemdir. Bu belki de bütün ekonomik ve diplomatik girişimlerin ötesinde bir tesir oluşturacak şeffaf kavramlar olan sevginin, şefkatin geniş kuşatıcılığı ve sınır tanımaz katı maddelere de nüfuz eden letafeti ile dünyayı ve toplumları derinden etkileyecektir. Bu konu çok önemsenmeli yakın gelecekte maddî gücün, siyasî etkinliğin, diplomatik girişimlerin değil, sevginin ve duânın etkilerinin çok daha önemli olduğunun herkes tarafından anlaşılacağı bilinmelidir. Gelecekte temel değerlere ve sevgiye yatırım yapan ve duânın gücüne inanan toplumlar kazanacaktır. Bu anlamda Risâle-i Nur mesleğinin temel prensiplerinden birinin şefkat olduğu unutulmamalıdır.

Artık insanlık sevginin önemini hissetme meylinde bir rotaya girmiş gibidir. Kavgalar ve savaşlarla şu küçük dünyayı zindana çevirmek yerine, kâinatı kuşatan sevgiyi nur-u Muhammedi (a.s.m.) ile hissetmek ve insanlığın beraberliğini tevhid mânâsında arzu edip bu yolda gayret göstermek en büyük sorumluluğumuz olmalı. Şefkat nur mesleğinin temeli ve muhabbet fedailerinin adeta bir anne ruhu ile tüm insanlığın iki cihan saadeti için çabaları ve duâları elbette Sonsuz Rahmet Sahibi tarafından karşılıksız bırakılmayacaktır. Yeryüzünü ve belki de ötesini kuşatacak sonsuz sevgi nur zemininde yayılacaktır. Nur kuşatıcıdır ve letafeti nisbetinde engelleri aşar. Katı duvarlar ve duvarlar mânâsındaki siyasî yaklaşımlar, teşkilâtlar nurun yayılmasına ve sirayetine engel olamazlar. O halde, asıl güç nuranî alandadır. Yani sevgi ve şefkat mânâsını keşfedenler dünyaya yön verecek güçlü duâyı etmiş olacaktır. Para ve silâhın, kuşatılan alanın önünde duramayacağı bu nuranî güç geleceğin dünyasında çok daha net hissedilecek ve insanlık bu atmosferin etkisine daha çok girecek gibidir. İstikbal inkılâpları içinde en yüksek gür sadâ İslâm olacak ve bu sadâ nuranî bir zeminde insanların gönüllerine ulaşacaktır.

08.12.2006


 

Ülke birliği (1)

Allah’ın birliğine inanan insanların, sosyal hayatta birliği bozmadan hürmet ve muhabbetle kardeşlik içinde yaşamaları inançlarının gereğidir. Bu bakımdan aynı Allah’a ve Peygambere inanan Alevîler ve Sünnîlerin arasında niza ve husûmet çıkması, olsa olsa dinsizlik hesabına geçecek menfî davranışların sonucu olabilir ki, hakiki bir Müslüman şiddetle bundan kaçınır.

GİRİŞ

Türklerin Abbasileri müteakiben bin senelik muazzam idareleri ve hilâfet sürmelerinin ardından, Birinci Dünya Savaşı meydana gelmiş, materyalist ve sömürgeci güçler, tevhide dayanan Osmanlı topraklarını istilâ ve hükûmet merkezini işgal etmişlerdir. Osmanlı Devletinin dağılmasıyla İslâmın ebedî düşmanları, Müslümanlığın mahvolduğu kanaatine varmışlardır.

Milletimiz, Allah’ın yardımı ile iman gücü ve Kur’ân’a olan bağlılığı sayesinde Anadolu’dan işgal kuvvetlerini yaptığı Kurtuluş Savaşı ile kovmuştur.

Sömürgeci Batı; yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin mülkî tamamiyetini, yani ülkenin toprağı üzerindeki bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, Türk milletini manevî cepheden vurmak ve mazisindeki ruh ve mukaddesatı, kendi öz adamları eliyle kökünden koparmak için, sinsi planını yapmış ve bu planı uygulama mevkiine koymuştur.

Mutlâkiyet, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Bediüzzaman Said Nursî, çöküş sürecinde yaşanan olayların kendisinde yol açtığı etkiyi; “Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” sözü ile ifade ederek, Osmanlıyı çöküşe götüren sebepleri teşhis etmiş ve zamanın şartlarına uygun çareler sunan görüşlerini açıklamış, bu hususta eserler telif etmiş ve makaleler yayınlamıştır.

İstanbul’u işgal eden İngilizlerin İslâm âlemi ve Türkler aleyhindeki sömürgecilik siyasetini ve tarihî düşmanlığını etrafa duyurarak Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, İstanbul’daki bu çok önemli hizmetinden dolayı Ankara hükûmetinin, kendisini takdir ederek Ankara’ya dâvet etmesi üzerine Bediüzzaman, milletin idaresinin başına geçen yeni hükûmette, doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanan bir medeniyeti meydana getirecek gayeyi aşılamak üzere 1922 sonlarına doğru Ankara’ya gelmiştir. Mecliste Batılılaşmak bahanesi altında Türk milletinin övünç kaynağı kutsal değerlerine karşı soğukluk olduğunu görmüş, ibadetin ve özellikle namaz kılmanın önemine ve gerekliliğine ilişkin bir beyanname yayımlayarak, mebuslara dağıtmıştır. 19 Ocak 1923 tarihli bu beyannamede; eğer bir inkılâp yapmak gerekiyorsa bunun, milletin manevî değerlerine uygun olması gerektiğini, aksi takdirde ileride çaresi bulunamayacak problemlere yol açılacağını belirterek, çok önemli gördüğü temel hususlara dikkat çekmiştir. Ayrıca, İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, İslâmî şeairleri tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslâm âlemine büyük zarar vereceğini hatırlatmıştır.

Yine bu dönemde Bediüzzaman, düşmana kaşı elde edilen galibiyetin sevinci içindeki milletin fikirleri arasında, müthiş bir gizli dinsizlik fikrinin aldatıcı bir şekilde çalıştığını fark etmiştir. İmanın esaslarına ilişip cemiyeti tahrip edecek bu fikrin izalesi için Allah’ın varlığını ve birliğini ispat sadedinde “Tabiat Risalesi” isimli Arapça bir eser telif ve neşretmiş, ancak Arapça bilen ve meselenin önemini kavrayan az olunca bu da maksada yeterli olmamıştır. Böylece, İslâm âlemini ilgilendiren, bin üç yüz yıldır ümmetin tehlikesinden Allah’a sığındığı dehşetli bir zamanda olduğunu anlayan Bediüzzaman için artık çok zorlu bir dönem başlamıştır.

Bütün gizli fesat şebekelerinin ve dinsizlik komitelerinin İslâmiyet aleyhinde ittifak ederek, hem Türkiye’de, hem İslâm âleminde müthiş faaliyetler yapmakta olduğu ve taraftarlarının onları desteklediği ve İslâmî şeairlerin birer birer kaldırılıp İslâm rûhunun yok edildiği ve Kur’ân’ı toplatıp imha etmenin planlarının yapıldığı görülmektedir. Bu emellerine ulaşmanın fevkalade zorluğunu da düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini netice verecek bir planı da yaparak” uygulamaya koymuşlardır. İslâmiyeti yok etmek için tarihte görülmemiş bir tecavüz ve tahribat hüküm sürmektedir. Yeni nesillere milletin bin senelik parlak mazisi ve ecdadı unutturulmaya çalışılmakta, geçmişle bağı koparılarak komünizme zemin hazırlanmaktadır.

İslâm’ın özünde mevcut olan maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet ilkeleri yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve felsefecilerin fikir ve ideolojileri gizli dinsizler tarafından telkin edilmekte ve çok geniş bir çapta tedrîs ve talime çalışılmaktadır. Bu olay öyle küçük değil, milyonlarca insanın, özellikle gençlerin kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının îman ve inançlarına dünyevî ve uhrevî felaketlerine taallûk eden, ebedî hayatlarıyla alakadar çok büyük bir olaydır.

Bediüzzaman Said Nursî, milletimizin birlik ve beraberliğinin mayasını oluşturan manevî değerlerin yok edilmesine yönelen böylesine büyük bir olay karşısında, kendisini de alet etmek için yapılan reddedilmesi zor teklifleri reddederek, her şeyini fedâ edip her türlü zahmet ve meşakkate katlanarak, alem-i İslâm ve insanlığı aydınlatacak Kur’ân’dan gelen îman hakîkatlerini telif ve neşretmiştir. “Risale-i Nur” adı verilen ve Kur’ân’ın zamanımıza bakan manalarının keşfedildiği bu eserlerin verdiği iman şuuru, toplumda müspet tesir icra etmiş, toplumun imanı ve selâmeti için çalışan, bugün sayısı milyonları bulan mensup ve taraftarları ile Risale-i Nur cereyanı; asırlardır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu millet içerisinde yerleştirilmek istenen ve her türlü bela ve musibetin kaynağını teşkil eden dinsizlik, îmansızlık ideolojilerini parçalamış ve dinsizliğin istilasını durdurmuştur. Milletin maddî manevî felâket ve tehlikelerden muhafazasına vesîle olmuş, ülkenin birliğine en büyük hizmeti yapmıştır.

“Ülke Birliği”ni sağlamada temel faktörler olan dil, din, vatan, millet ve milliyetçilik kavramları Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında tahlil edilecektir.

DİL FAKTÖRÜ

Dil, insanların birbirleriyle anlaşma ve iletişim kurmalarının; karışıp kaynaşmalarının en önemli araçlarından biridir. Aynı zamanda geçmişin miras ve ortak değerlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasında da köprü görevi görür. Bu sebeple dil, insan topluluklarını birbirine bağlayan ortak bir değerdir. Böylesine önemli bir fonksiyonu bulunan dil, ülke birliğine yönelen yıkıcı hareket ve düşüncelerin hedefleri arasında yer almıştır.

Bu bağlamda; harf inkılâbı ve sonrasında öz Türkçeleştirme adı altındaki birtakım uygulamalar, dilde tahrifata yol açmıştır. Arapça kökenli olduğu gerekçesiyle birçok kelimenin yerine ya yeni kelimeler türetilmiş ya da onların yerine yabancı dillerden kelimeler ikame edilmiştir. Böylece dilin toplumda bireyler arası iletişimi sağlamada etkisi zayıfladığı gibi, bugünkü nesillerle ecdat arasındaki bağ da bir ölçüde kopmaya başlamıştır. Bu da milletin ulvî ve manevî değerlerinin yeni nesillere aktarılmasında önemli sorunların doğmasına yol açmıştır. Ecdadımızın yazdığı milyonlarla kıymetli kitap okunamaz hale gelmiş, kültür ve bilgi birikimi gelecek nesillere aktarılamamıştır.

İnsanların farklı dillere sahip olmaları kendi tercihleri değil, yaradılışlarının bir sonucudur. Bu bakımdan dil faktörü bir etnik gurubun başka bir etnik gruba karşı üstünlük kurması anlamında algılanmamalıdır. Ancak dillerin arasında, konumları itibariyle bir takım farklılıklar veya öncelikler de yok değildir. Genel kabul görmüş bir durum olarak, İngilizce’nin uluslar arası bir dil olması; Arapça’nın Kur’ân dili olması, Latince’nin tıp bilim dili olması bu bağlamda örnekler olarak gösterilebilir.

Bir milletin içerisinde yaradılıştan gelen özelliklerine bağlı olarak ana dili farklı insanlar elbette olabilir. Ülkemizde ana dili Türkçe, Kürtçe, Arapça ve diğer dillerde olan insanlarımız vardır. Millet, aynı ana dili konuşan insanların oluşturduğu bir topluluk olarak kabul edildiği takdirde, farklı diller milletin bütünlüğünü sağlamada önemli bir sorun olarak karşımıza çıkar. Böyle bir anlayış bölünmeyi doğurur.

Bediüzzaman Said Nursî hayatının önemli gayeleri arasında saydığı ve Medresetü’z Zehra ismini verdiği üniversitede, aklı aydınlatan fen bilimleri ile vicdanı aydınlatan din bilimlerinin birlikte okutulmasını, bunun için de Arapça’nın zorunlu; Türkçe’nin gerekli ve mahalli lisan olan Kürtçe’nin de konuşulmasının serbest olmasını öngörmüştür.

Yine Said Nursî, görünüşte Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması adına yapılan ancak temelinde Kur’ân’a karşı bir sûikast yatan, Kur’ân tercümesi konusundaki teşebbüslere şiddetle karşı çıkmıştır. Kur’ân’ın hakîki tercümesinin kàbil olmadığını, âyetlerin engin mânâlarının ancak buna en uygun dil olan Arapça ile ifade edebileceğini, gerekçeleriyle ve örnekler vererek açıklamıştır.1 Ezan ve kamet dili gibi şeairlerin, Arapça’dan başka dillerde okunmasını gerektirecek haklı bir sebep bulunmadığı gibi, bu türden teşebbüslerin ülke birliğinin sürdürülmesinde olumsuz bir etkiye sahip olacağı unutulmamalıdır.

Millet, aynı dili konuşan insanların oluşturduğu topluluktan ibaret görüldüğü takdirde bu tarif, milletin tamamını kapsayıcı olmayacağından, ülke birliğini de sağlayıcı olmaz. Onun için Bediüzzaman’a göre ülke birliği, hakikî unsuriyete göre değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılmalıdır. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet vardır. Biri noksan olsa bile yine milliyet dairesine dahildir.

DİN FAKTÖRÜ

Din, milletimizin birlik ve beraberliğini sağlayan önemli etkenlerden birisidir. Milletimizin neredeyse tamamına yakını Müslümandır. Esasen cihanşumul bir din olan İslâmiyet, tüm dünya Müslümanları ile ve hatta tüm insanlarla müsbet bir ilişkiler kurmayı temin eder. “İnneme’l-mü’minine ihvetün.” ayetinin ifadesi ile bütün Müslümanlar kardeştir. “Dinde zorlama yoktur.” Âyetiyle din ve vicdan hürriyetini getiren İslâmiyet, selâmet/barış dini olmakla da tüm insanlığın huzur ve barışını temin eder.

Bediüzzaman; Müslümanlıktan çıkan Türklerin, Türklüklerini de kaybettikleri sosyolojik gerçeğine dikkat çekerek, Türk milletinin milliyetinin İslâmiyetle iç içe geçmiş olduğunu ve birbirinden ayrılamayacağını söylemiştir. Bunları birbirinden ayrıştırmaya kalkışmak, onun özünü ve benliğini kaybetmesine yol açacak bir tahribat hareketinden başka bir şey değildir.2

Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, Avrupa’nın kalkınmasının temelinde Hıristiyanlık dininden uzaklaşmasının yattığını, ülkemizin de ilerlemesi için İslâmiyet’ten uzaklaşılması gerektiğini kabul eden siyâsî güç, laiklik adı altında milletin İslâmiyet’le olan bağlarını koparacak icraatlara girişmiştir. Bediüzzaman ise, İslâmiyet’i; tahrif edilmiş bir din olan Hıristiyanlıkla mukayese etmenin yanlış olduğunu, Müslümanların ne vakit dine ciddî sarılmışlarsa ilerlediklerini, İslâma ilgisiz kaldıkları zaman da geriye gittiklerini, tarihi buna şahit göstererek savunmuştur.3

Allah’ın birliğine inanan insanların, sosyal hayatta birliği bozmadan hürmet ve muhabbetle kardeşlik içinde yaşamaları inançlarının gereğidir. Bu bakımdan aynı Allah’a ve Peygambere inanan Alevîler ve Sünnîlerin arasında niza ve husûmet çıkması, olsa olsa dinsizlik hesabına geçecek menfî davranışların sonucu olabilir ki, hakikî bir Müslüman şiddetle bundan kaçınır.4

Dipnotlar:

1- Mektûbat, s. 379, 381, 496-497; Sözler, s. 425: “… her bir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.”

2- Mektubat, s. 312.

3- Mektubat, s. 313.

4- Lemalar, s. 32.

08.12.2006


 

Rahip Bahira

Gerçek adı Sergius’tur. Altıncı asırda yaşamış Hıristiyan din âlimlerinden olan Sergius, Aramî lisanında ‘seçilmiş’ anlamına gelen ‘Behira’ kelimesini unvan olarak kullanmıştır ve Rahip Bahira olarak tanınıp meşhur olmuştur. Hayatı, hakkında ayrıntılı bir bilgi bulunmamaktadır. Cahiliye döneminde yaşamış, semavî kitaplar konusunda bilgi sahibi olan, İncil’i çok iyi bilen bir Hıristiyan âlimidir. Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimizin risaletinden önceki olağanüstü olaylar anlatılırken Suriye taraflarına ticarî maksatla giden Ebu Talib ile Rahip Bahira arasında geçen görüşmeye de yer verilmiş ve bu vesile ile ismi zikredilmiştir.

Bahira’nın ismi, Peygamber Efendimizin hayatını aktaran İslâm kaynaklarının çoğunda geçmekte ve sözü edilen olay aktarılmaktadır. Rivayetlere göre, henüz küçük yaşta olan Peygamber Efendimiz, amcası Ebu Talip tarafından, ticaret için Şam’a giden kafileye dahil edilmiştir. Ticaret kervanı, Busra’ya varınca her zaman konakladıkları yerde yine konaklamışlardır. Burada Bahira’nın yetiştiği ve yaşadığı küçük bir manastır bulunmaktadır. Bu manastır, önemli din âlimleri yetiştirdiği için Hıristiyanlık açısından önemli bir yere sahiptir

Kureyşlilerin kafileleri daha önceleri de buraya gelip konaklamış olmalarına rağmen Bahira bunlarla hiç ilgilenmemiş ve konuşmamıştır. Ancak, bu kez tavrı değişmiştir. Manastırın penceresinden dışarıya baktığında, kervanın içinde bulunan Peygamber Efendimizi bir bulutun gölgelediğini görmüş ve bu durum dikkatinden kaçmamıştır. Ayrıca, Peygamber Efendimizin ağaç altında oturduğu esnada, dalların üzerine doğru eğildiklerini de görmüştür.

Bahira, Kureyş kervanında bu değişikliği fark ettikten sonra, tüm kafile mensuplarını yemeğe dâvet etmiş ve bu dâvet Kureyşlileri şaşırtmıştır. Çünkü, şimdiye kadar kendileriyle ilgilenmeyen, konuşmayan bir kişi tarafından dâvet edilmekteydiler. Kervan mensupları, Peygamber Efendimiz küçük olduğu için götürmemişlerdi. Rahip, gelenler içinde aradığını bulamadı. Kureyşlilere geride kimseyi bırakıp bırakmadıklarını sordu. Onlar da bir çocuğu geride nöbetçi olarak bıraktıklarını söylediler. Bu cevap üzerine Bahira hemen Onun da getirilmesini istemiştir. Hazret-i Muhammed’in gelişinden sonra Bahira kendisiyle yakından ilgilenmiş ve amcası Ebu Talib’e bazı sorular sormuştur. Bu hadise Risâle-i Nurda da şöyle aktarılmaktadır:

“Meşhur Bahîra-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ve bir kısım Kureyşî ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahîra-i Rahibin kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilât etmeyen münzevî Bahîra-i Rahip birden çıkageldi. Kafile içinde Muhammedü’l-Emin’i (a.s.m.) gördü. Kafileye dedi: “Şu Seyyidü’l-Âlemîndir ve peygamber olacaktır.” Kureyşîler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübarek rahip dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emin (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebîlere yapılır.”

Peygamber Efendimizin babasının kim olduğunu ve o sıralarda yetim bulunduğunu öğrenen Bahira, peygamberlik mührünü de gördükten sonra Ebu Talib’e bazı nasihatlerde bulunmuştur; Yeğenini özellikle Yahudilerden korumasını ve hemen Mekke’ye geri götürmesini tembihlemiştir. Çünkü, kendi gördüklerinin başkaları tarafından görülmesi halinde Hazret-i Muhammed’e bir kötülük yapmalarından çekinmiştir.

Küçük yaşta ve henüz nübüvvet vazifesi gelmeden Peygamber Efendimizi gören Bahira’nın sahabe olduğunu kabul edip ileri sürenler olduğu gibi buna karşı çıkanlar da olmuştur. Diğer taraftan, Bahira’nın Peygamber Efendimizi nübüvvetten evvel gördüğünü ve bu yüzden sahabe sayılamayacağını belirtenler de olmuştur. Diğer bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz Hazret-i Hatice’nin ticaret kervanıyla bir kez daha Suriye’ye seyahatte bulunmuştur. O sıralarda yirmi beş yaşlarında bulunan Peygamber Efendimiz, bir kez daha Rahip Bahira ile görüşmüştür. Bu görüşmeyi aktaranlar olduğu gibi, söz konusu seyahat sırasında Peygamber Efendimizin yanında Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Bilal’ın da bulunduğunu, bu görüşmenin Bahira ile değil de, kendisinden sonra yerine gelen kişi ile yapıldığını aktaran araştırmacılar da vardır.

Bahira ismi çok sayıdaki İslâm kaynaklarında geçtiği gibi, önemli sayıda Hıristiyan kaynaklarında da geçmektedir. Ancak, Bahira’dan söz eden bu kaynaklar, hakkında bilgi vermekten çok, İslâm aleyhinde kullanmaya yönelik bilgiler ihtiva etmektedir. Arapça ve Süryanice yazılmış bazı eserlerde, tarihi hadise çarpıtıldığı gibi, rivayetler de İslâm dinini karalamak için kullanılmış ve düşmanca hislerle çarpıtılarak yazılmıştır.

Bahira ile ilgili Hıristiyan kaynaklarında geçen ifadeler, İslâmı karalama eğilimleri ve gerçeklerin saptırılması, bazı İslâm âlimleri üzerinde de olumsuz etki yapmıştır. Bu etkinin en önemli neticesi, tartışma konusu olan rivayetlerin sahih olmadığını yazmaya başlamaları olmuştur. Bu araştırmacılar, hadiseyi nakledenlerin olayı görmediklerini ileri sürerek zayıf nakiller olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa ki, Bahira ile ilgili hadiseyi aktaranlardan biri de ünlü sahabe Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Bazı araştırmacılar ise daha da ileri giderek olayı inkâra kadar götürmüşlerdir.

Bahira ile ilgili bilgiler çok sınırlı ve yetersizdir. Ne zaman ve nerede doğduğu bilinmediği gibi, nerede vefat ettiği de bilinmemektedir. Dolayısıyla, nübüvvetten sonra kendisi ile ilgili ne gibi gelişmelerin olduğu, hayatta olup olmadığı bilinmemektedir.

08.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004