Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Hani o (İbrahim), babasına ve kavmine demişti ki: “Siz nelere tapıyorsunuz? Allah'tan başka ilahlar uydurmak mı istiyorsunuz?”

Sâffât Sûresi: 85-86

09.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Hz. Peygamber kişinin meyveli bir ağacın altında ve akar su kenarında büyük abdest yapmasını nehyetti.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3826

09.12.2006


İnsanları birbiriyle bağlayan ip uhuvvettir

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Ey aziz kardeşim, bil ki!)

Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir. Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibas edildiği, Lemeat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.

Mesnevî-i Nuriye, s. 77

Lügatçe:

bâtın: İç.

burudet: Soğukluk.

edyân-ı semâviye: Semavi dinler.

hamiyet-i milliye: Milli duygulardan kaynaklanan gayret.

iftirak: Ayrılık.

in’ikâs: Yansıma.

libas: Elbise.

mâkûs: Tersine dönmüş.

me’nus: Dost, ünsiyetli.

mehâsin: Güzellikler.

mehd-i uhuvvet: Kardeşlik beşiği.

muâvenet: Yardımlaşma.

muttasıl: Birleşik.

sîret: İç.

uhuvvet: Kardeşlik.

zahir: Dış.

Bediüzzaman Said NURSÎ

09.12.2006


Rus diyarında bir kahraman (2)

—Dünden devam—

Esirler ise adeta sıraya geçmiş, özür dilemesini istiyorlardı Bediüzzaman’dan.

“Arkadaşlar, ahirete gitmek için bana bir bilet lâzım. Ben dinimin izzetini ayaklar altına almam. Ne yaparsanız yapın özür dilemem, ısrar etmeyin”

Çelikten daha sert bir iradenin tezahürüydü bu sözler. O anda Bediüzzaman’ın yerine yirmi kişi idam edilecek dense koğuş tümden ayağa kalkar, kendilerini feda etmek için sıraya geçerlerdi. Ama ya şimdi? Elleri kolları bağlı, hiçbir şey yapamıyorlardı. Karar verilmişti bile.

Göstermelik karar önüne geldiğinde Nikola Nikolaviç, tereddüt geçirir gibi oldu:

“Ya haklıysa, ya gerçekten dininin emrettiklerini yapıyorsa?”

Ama duyguları, merhametten kaynaklanan bütün tereddütlerine galip geldi.

“Hayır! O Rus Çarına hakaret etti. Cezasını çekmeli!”

Daha fazla düşünmeden onayladı kararı.

“Komutan! İnfaz hemen yerine getirilsin”

“Emredersiniz” diyen kamp komutanı sür’atle işe koyuldu. Vicdanı bu kararı kabul edemiyordu, ama ne yapsın? Başka çaresi yoktu. Emir demiri keserdi.

Kamp komutanı sür’atle infaz hazırlığı için uzaklaşırken, birden Nikolaviç’te garip şeyler olmaya başladı. İçini bir sıkıntı aldı.

Bu sıkıntıdan kurtulmanın bir tek çaresi vardı. O da infaz hazırlıklarını ve infazı yerinde izlemek. Sert adımlarla infaz yerine doğru yürüdü. Koğuşun üst kısımlarındaki gözlem yerinden hadiseyi izlemeye başladı.

“Biraz sonra Bediüzzaman idam edilir, bu iş de biter” diye düşündü.

Kamp komutanı emri Bediüzzaman’a tebliğ ettiğinde infaz resmen başlamış oluyordu. Bu hali uzaktan seyreden Nikolaviç bir an ümitlendi. Hayat güzel, ölüm kolay değildi. Belki de şimdi pişman olacaktı. Özür dileyip, bağışlanma isteyecekti. Fakat bu düşünceleri uzun sürmedi. Bediüzzaman’ın yüzündeki kararlılık, tâ uzaktan fark ediliyordu.

“Demek ölümü tercih ediyor ha. Dini ve inançları uğruna ölmeyi. Nasıl bir inanç bu böyle? Hayatını hiçe sayıyor”

Kamp komutanının askerlere “Hazır olun” işareti vermesiyle yine hafakanlar basmaya başlamıştı Nikolaviç’i. Hükmün kesin olduğunu anlayan esirler ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içinde, üzüntüden yürekleri lapa lapa dökülüyordu. Derin bir üzüntü içine düşmüşlerdi.

Bediüzzaman onları teselli etti.

“Arkadaşlar metanetli olun. Başınız dik durun. Ben zaten Resûlullaha (asm) gitmeyi arzu ediyorum. Bana bir bilet lâzım. Zalim eliyle gidersem iki şehit sevabı kazanırım”

Bu hali uzaktan seyreden Nikolaviç, dillerini bilmese de konuşmanın mahiyetini anlamıştı. Esirlerin bir anda başları dik bir hal almasından tavsiyenin yerini bulduğunu da.

Tam bu sırada Bediüzzaman ile göz göze geldiler. Mesafe uzaktı, fakat karşısındaymış gibi hissetmişti o bakışları. Bir anda sıkıntı bastı kendisini. Kamp komutanı Bediüzzaman’a son arzusunu sorduğunda biraz rahatladı. Şimdi bir çok şey isteyecek, belki bu şeyleri bulmak uzun sürecek, kendisi de çekip giderek bu halden kurtulacaktı.

Beklentileri boşa çıkıyordu. Hiçbir şey istememişti Bediüzzaman. Bir ibrik su istemiş, koğuşun köşesinde abdestini almaya başlamıştı.

“Tamam, durum belli oldu. Şimdi abdest alacak, sonra namaza duracak. Belli ki namaz saatler sürecek, belki de böyle kurtulmayı deneyecek. Son arzusu ya.”

Bediüzzaman namazı normalden kısa tutmuştu. İnfaz yerine doğru ilerlerken zaman durmuştu adeta. Bediüzzaman her adım atışında, Nikolaviç’in sıkıntısı biraz daha artıyordu. Bir an idam olunan kişinin kendisi olduğunu düşündü.

Bediüzzaman idam mangasının önüne gelip durduğunda, kamp kumandanı üzgün bir dille “Gözünüzü bağlayayım mı efendim?” diyebildi ancak.

Bediüzzaman tebessüm etti:

“Hayır, ben gideceğim âlemi seyrederek bu dünyadan ayrılmak istiyorum”

Bu son söz demekti. Artık her şey kesindi. İnfaz uygulanacaktı.

Kamp kumandanı üzgün, dört-beş adım geri çekildi.

“Rahat!.. Hazır ol!..” sesleri duyulduğunda Nikolaviç’in sıkıntısı dayanılmaz bir hal almıştı. Sanki idam edilen kendisi idi. İdam emrini veren de Bediüzzaman.

Kamp komutanının “Tüfek omuza, nişan al!..” emrini duyunca, bağırarak askerlere doğru koşmaya başladı.

“Durun… Durun… Durun…”

Askerler sanki bu emri bekliyorlarmış gibi daha ilk kelimeyi duyunca indirmişlerdi tüfeklerini.

“Durun, indirin tüfekleri!”

Bediüzzaman’ın karşısına geçip;

“Lütfen beni affediniz, bu hareketinizin dininizin emri olduğuna inandım” diyebildi.

İslâmın izzeti, Osmanlının haysiyeti için hayatını feda eden Bediüzzaman’ın bu harika kahramanlığı, günün bütün kötü izlerini silip götürmüştü. O gün, esirler için bir bayram gününe dönmüştü. Allahu ekber sadaları, semanın aktarında dalgalanırken iman küfre bir kez daha galip geliyordu.

İşte Bediüzzaman Hazretlerinin, tahakkümlerine karşı boyun eğmediği ve beş para ehemmiyet vermediği dehşetli dört komutandan birisi bu Nikola Nikolaviç’tir.

—SON—

Halil AKGÜNLER

09.12.2006


Sahabe mesleği

“Risâle-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.”

(Bediüzzaman Said Nursî)

Peygamberimizden (asm) iman dersi alan mü’minlere sahabe denir. Sahabeler de fazilet yarışında farklı derece ve mertebededirler. Henüz daha çocuk yaşta aklını kullanarak Allah’ın birliğine imanı tercih eden Hz. Ali (ra) ve Peygamberimizin (asm) nübüvvet dâvâsını duyar duymaz koşarak iman eden Hz. Ebûbekir (ra) elbette bütün sahabelerden daha faziletlidir. Onları fazilette diğer sahabelere takaddüm ettiren sır, elbette iman ve iman dâvâsındaki gayret ve hizmetleridir.

Mekke döneminde Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) hayatını incelediğimiz zaman şu hususlar dikkatimizi çeker: Öncelikli olarak Kur’ân-ı Kerim’in yazılmasında ve okunmasında ve etraf-ı âleme neşrinde en büyük hizmeti yapanlar Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ali (ra) herkesten daha gayretliydiler. Hz. Ebûbekir (ra) her gece tanıdıklarının ve akrabalarının evlerine gider onlara iman hakikatlerini ders veren Kur’ân âyetlerini okuyarak imana dâvet ederdi. Kabul edenleri evine dâvet eder ve Peygamberimiz (asm) ile onları görüştürür ve anlamadıkları konuları onlara açıklama ve anlatma fırsatları oluştururdu. İlk Müslüman olanların çoğu Hz. Ebûbekir’in (ra) gayretleri ve çalışmaları ile iman etmişlerdir.

Hz. Ali (ra) ise küçük olduğu için sahabeler arasında irtibatı sağlamak ve çevreden gelenleri gizli olarak Peygamberimiz (asm) ile buluşturmak gibi önemli görevleri yapardı. Ayrıca Peygamberimize (asm) gelen iman hakikatlerini öğrenir, yazar ve Müslümanlara ulaştırırdı. Adeta bir nev’î gizli postacılık görevi yapardı. Ayrıca Peygamberimizin (asm) sahabeleri ile irtibatını temin ederdi. Bütün bunları iman hakikatlerini kalplere ve gönüllere ulaştırmak ve bir insanın imanını kurtarmak için yapardı.

“Kâinatta en yüksek hakikat imandır.”1 Hâl böyle olunca en yüksek hakikate hizmet etmek de en önemli ve mühim hizmettir. Sahabeleri o mevkie çıkaran en önemli sır, iman gibi iki cihanın saadetini temin eden en büyük hakikati bize ulaştıracak hizmeti canları ve başları ile deruhte etmeleridir. Diğer tüm hizmetler iman hizmeti yanında ikinci ve üçüncü derecede kalır. Peygamberimizin (asm) sünneti, onun (asm) takip ettiği yoldur. “Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim benim sünnetime yapışırsa yüz şehidin sevabını alır”2 hadisi elbette haktır ve çok önemlidir. Acaba insana yüz şehit sevabı kazandıracak sünnet hangisidir? Elbette “iman hizmeti”dir. İman insana iki cihan saadetini kazandırır. Ümmetin fesadı, imanın zayıflığı; fesadın izalesi de imanın yaygın olmasıyla olur. Bunun için insana ve topluma yapılacak en büyük iyilik ve hizmet, imanın takviyesi ve imandaki şüphelerin giderilmesi için yapılacak çalışmalardır.

Ahir zamanda ümmetin fesada gideceğini ve pek çok fitnelere maruz kalacağını haber veren Peygamberimiz (asm) bu fitnelerin sebebi olan iman zaafına dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “İleride öyle fitneler olacaktır, o fitnelerde kişi mü’min olarak sabahlayacak ama akşama kâfir olarak dönecektir. Ancak Allah’ın ilim ile kalbini ihya ettiği kimseler bundan korunacaklardır.”3

Bu hadiste açıkça ifade edildiği gibi imansızlık fitneyi netice vermektedir. Çaresi de ilim ile kalpleri diriltmektir. Buradaki hastalık imansızlık olunca ilim de “iman ilmidir.” İman ilmi ilimlerin şâhı ve padişahıdır. Sahabeler akılları bozulmuş ve kalpleri ölmüş olan cahiliye Arap toplumunu imanın hidayeti ve Kur’ân’ın iman dersi ile diriltmiştir. Sahabeler de iman hakikatleri için mücadele etmiş ve imanın akıllara, kalplere ve gönüllere yerleşmesi için çalışmışlardır.

Bu hakikatler nazara alınınca sahabe mesleğinin “iman hizmeti” mesleği olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın da “Ben bütün mesaimi iman üzere teksif etmiş bulunuyorum” demesinin hikmeti daha iyi anlaşılmaktadır. Açtığı sahabe mesleğinin, iman hizmeti mesleği olduğu gerçeği de…

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman, Sözler, s. 704

2- Abdurrauf El-Münavi, Feyzu’l Kadir, (Tarihsiz Beyrut) 4:261

3- Sünen-i İbn-i Mâce, 2:1305, 1310 (Hadis No: 3954, 3961)

M. Ali KAYA

09.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004