Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Millî şairi sürgüne giden ülke…

Resmî Türkiye hâlâ Mehmet Akif’le tam olarak barışmış sayılmaz. Onun gönüllü sürgünlüğü bir bakıma sürüyor.

Bundan tam 70 yıl önce Beyazıt Camii’ne getirilen Mehmet Akif’in naaşı karşısında takınılan iki farklı tutum Türkiye’yi yönetenlerle yönetilenler arasındaki yazılı olmayan ama derinden derine varlığını hissettiren fay hattını açığa çıkardı. Bu cenazenin karşısında saf tutup, mezar taşını aralarında topladıkları parayla yaptıran o zamanki üniversiteli gençlerin sahiplenişi ile cenazeye bigane kalan resmi Türkiye arasındaki tutum farkı temelde kriz anlarında tetiklenen bir sosyal- kültürel fay hattını aşikar ediyordu.

27 Aralık 1936 yılında vefat eden Mehmet Akif’in 28 Aralık’ta Beyazıt Camii’nde kılınan cenaze namazında resmi Türkiye’nin temsilcilerini görmeye çalışmak boşunaydı. Zira Mehmet Akif sağlığında kendi sürgününü gerçekleştirerek, İstiklal Marşı’nı yazdığı ülkesinden tam 10 yıl uzakta kalarak Ankara ile arasında kapatılması zor bir mesafe koymuştu. Akif’in gönüllü sürgünüyle resmi Türkiye arasındaki mesafeyi kapatmak için cenazesi vesile edilerek çaba gösterilmemiş olması İstiklal Marşı şairiyle cumhuriyetin seçkinci yöneticileri arasında bir uzlaşmanın gerçekleşmediğinin işareti sayılmalı. O gün bu gündür Akif’in temsil ettiği Anadolu ruhu ile batıcı elit kesim arasındaki mesafe kapanmak bir yana zaman zaman çatlak oluşturacak bir şekilde kriz üretmeyi sürdürüyor.

Çoğu kez, resmi söylemde üstü kapalı geçiştirilen Mehmet Akif ile Ankara arasındaki bu tuhaf ilişki/sizlik; aslında kriz gelinceye kadar ertelenen, gizlenen derin fay hattının varlığına tekabül ettiği hatırlanmak istenmemiştir.

Yazdığı İstiklal Marşı, resmi Türkiye’nin sahiplendiği, üstünde tartışma bile kabul etmediği her anlamda bir devlet oluşun sembolü sayıldığı halde şair, hatta milli şair olarak Mehmet Akif’in varlığı hissedilmez. Mehmet Akif Milli Mücadele döneminde Meclis’te ayakta alkışlanarak kabul edilen İstiklal Marşı’ndan sonra adeta Türkiye’nin ufkundan kaybolmuş, gündemden uzaklaştırılmıştır. Şair ve insan olarak Mehmet Akif adeta milli bir kişilik olarak kabullenilmek istenmemiştir.

Görünüşte cebri bir sınır dışı ediş yoktur. Ancak yeni dönemin siyasi havasının kendisi için gittikçe ağırlaştığını hissedecektir. Susturulan her türden muhalefetten Mehmet Akif de nasibini alacaktır. Mehmet Akif 1908’den beri çıkardığı Sebilürreşat mecmuasının Bakanlar Kurulu kararıyla (Mart 1925) kapatılmasını Ankara’ya hakim havanın beklentileriyle uyuşmayacağının açık işareti sayar. Bu, “enginlere sığmam taşarım” diyen fikir öfkesi sahibi şairin sıla hasretiyle dolu yılların başlamasına yetecektir.

Sonuçta istiklalini kazanan bir ülkenin istiklal şairinin ‘sürgün’ü tercih ettiği bir tablo ile karşı karşıyayız. 1925’te terk ettiği yurduna vefatından az önce Haziran 1936’da hastalığının ağırlaşması sonucu vatan hasreti ile dönecektir; yani tam 10 yıllık bir ayrılık. İman ve hürriyet aşkıyla dolu Mehmet Akif gibi bir şahsiyet için vatan hasretinin anlamını ancak mısralarındaki ruhu kavrayanlar anlayabilir.

Dönemin siyasi çalkantılarının tartışmalarını bir kenara bırakırsak önümüzde şöyle bir görüntü var. Milli şairinin sürgüne gittiği bir ülke/yiz. Yazdığı İstiklal Marşı her gün memleketinin ufkunu doldururken kendisinin ülkesini uzaklardan seyrettiği bir ilişki biçimi…

Mehmet Akif, resmî Türkiye’nin paradoksudur…

Resmi Türkiye hâlâ Mehmet Akif’le tam olarak barışmış sayılmaz. Onun gönüllü sürgünlüğü bir bakıma sürüyor.

Mehmet Akif’le barışmayan bir Türkiye’nin sosyal ve kültürel fay hattındaki çatlağı kapatması mümkün değildir; bu fay hattının her toplumsal ve siyasal krizde büyük sarsıntı olarak gündeme oturmasının nedeni Mehmet Akif’in temsil ettiği ruhla yönetici seçkinlerin barışık olmamasıdır. Türkiye, batıcı seçkinlerin tarihten, kültürden ve medeniyet şartlarından kopuk tutumu sürdükçe milli şairinin sürgüne gitmesinin çelişkisi altında sarsılmaktadır. Bu çelişkiyi gidermek aslında Türkiye’nin medeniyet krizini çözmek demektir..

Türkiye, verdiği kurtuluş mücadelesi ile sömürge altındaki ulusların özgürlük mücadelesine örnek olmak gibi bir iddiayı dillendirmekten çok hoşlanır. Oysa aynı Türkiye’nin kültürel alanda kendi kendini sömürge haline getirmek gibi benzeri zor bulunur bir örneklik teşkil ettiği gerçeği ise görmezlikten gelinir. Kendi kendini kültürel kolonyalizme tâbi tutan bir ülkenin milli şairiyle barışmadan, bu anlamda özgürleşmesi mümkün değil.

Tıpkı resmi söylem düzeyinde de olsa Osmanlı ile barışmayı ancak 700. yılında hatırlayan bir ülkenin kültürel kolonyalizmden kurtulmanın ilk adım olarak sembolik düzeyde de olsa atması gereken adımlar var.

Milli şairini sürgüne giden ülke izlenimini silebilmek bu ülkenin yarınlara ilişkin iddiasını sürdürmesi demektir. Mehmet Akif’le barışmak bu ülkenin tarihi, kültürü,medeniyeti ile barışması demektir. Resmi Türkiye ile asli Türkiye arasındaki fay hattının ortadan kaldırılması demektir..

Yeni Şafak, 26.12.2006

Akif EMRE

27.12.2006


 

Mehmet Âkif’i anmak

“İstiklâl”in de marşını yazmış bir şaire bu kadar vefasızdan da öteye saygısız davranışları dünyanın neresinde görmek mümkündür?

26 Aralık 1930’dayız, Beyazıt Camii’nin musalla taşında bir tabut, üstünde ne bir bayrak var, ne de bir örtü. Cami avlusunda cenazeyi bekleyen şair Mithat Cemal, “Bir fıkara cenazesi olmalı” diye düşünüyor. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koşuyor. Sonra yüzlerce genç peyda oluyor, çıplak tabutunu üniversitenin büyük bayrağına sarıyorlar.

Defnedileceği Edirnekapı Şehitliği’ne kadar omuzlarda taşınıyor.

Kör ve sağır yetkililerin görmediği, duymadığı, tınmadığı büyük Âkif’in cenazesi bu şekilde ‘millet töreni’ ile kaldırılıyor.

Ertesi gün gazetelerde, bir iki sütuna, sıradan birkaç haber.

Bir süre sonra, “Kimseler yüzüne bakmadı, bitler içinde öldü” türünden yalan ve aşağılayıcı yazılar...

Büyük bir şaire, hele de “Çanakkale”nin destanını, “İstiklal”in de marşını yazmış bir şaire bu kadar vefasızdan da öteye saygısız davranışları dünyanın neresinde görmek mümkündür?

Âkif’e suçlamalar

Mehmet Âkif’i “mürteci” ve “Arnavut” diye suçlayanlar oldu. Ama bu, suçlayanların dar kafalılığını yansıtmaktan başka değer taşımaz. Maalesef, yakın bir zamanda bile, hem de sırtında asker üniforması taşıyan bir doktor, Âkif’i “Arnavut...” diye suçlayabildi! Akif’in Çanakkale şehitlerini “Bedr’in aslanları” diye yüceltmesinin ümmetçi bir aşağılama olduğu hezeyanından da kendini alamadı.

Bilgisizlik ve fanatizm!

Evet, Âkif’in bir şiiri şöyle biter: “Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavud’um / Başka bir şey diyemem, işte perişan yurdum!”

Bu şiirin yazılma tarihi 1913’tür ve Âkif Balkanlar’ı kaybedişimize ağlamakta ve bunda önemli olan etnik milliyetçiliği, bu arada ayrılıkçı Arnavut milliyetçiliğini eleştirmektedir! Safahat’ın aynı kitabında, aynı tarihlerde “Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez” diye şiir yazan da Âkif’tir!

Arnavutluk’un kaybının İstanbul’un işgaline kadar uzanacağını gören de Âkif’tir: “Arnavutluk’ta gürleyen toplar / Geliyor işte bak pâyitahta kadar!”

Çanakkale şehitlerinin kendileri için “Bedr’in aslanları” en büyük manevi mertebe idi. Bu benzetmede Âkif ‘askeri taktik’ mukayesesi yapmıyor, Çanakkale şehitlerini manen Peygamber’in arkadaşı olma rütbesinde görüyor ki, haklıdır elbette!

Etnik milliyetçilik

Mehmet Âkif’i “Türk değildi...” diye eleştiren kafa, Tarih Kurultayı’nda “Türkler brakisefal Alpin ırktır” diye konuşmalar yapan kafadır. Bugün çağdaş Türkiye’nin ihtiyacı, bu kafaya değil, Âkif’in etnik milletçiliği reddeden vatanseverliğinedir.

Âkif’in İstiklal Savaşı sırasında yazdığı “Ordunun Duası” şiirini 1921’te Ali Rifat Bey bestelemiş ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın Genelkurmay’ı tarafından genelgeyle bütün askeri birliklere dağıtılmıştır:

“Türk eriyiz, silsilemiz kahraman / Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman”

İstiklal Marşı’nı Âkif’in yazabilmesinin sebebi, yarışmaya katılanlar arasında Milli Mücadele ruhunu en iyi Âkif’in yazabilmesidir.

Akif’e saldıranın, ona “Arnavut, gerici...” diyen kafanın bir İstiklal Marşı yazması mümkün değildi, yazamadılar zaten.

Muhteşem kültür mirasımızı, bir siyasi görüşe göre tasfiye edin; geriye ne kalır!

Bin yılımızın hepsi bizimdir ve merhum Mehmet Âkif bu büyük mirasın pırlantalarından biridir.

Milliyet, 26.12.2006

Taha AKYOL

27.12.2006


 

Türkmenbaşı ve de Atatürk...

Türkmenbaşı aynasından kendi içimizdeki tuhaflıkları görsek, kendimizi gülünç duruma düşürmekten kurtuluruz belki.

Türkmenbaşı’nın icraatlarına gülerken kendimize gülüyor olmayalım! Saparmurat Atayeviç Niyazov, nam-ı diğer Türkmenbaşı bu dünyadan göçtü.

Artık hesabını bundan sonra sonsuz alemde Yaratıcısına verecek. Onun bu dünyada yaptıkları ise çok tartışıldı. Türkmenbaşı ölür ölmez bazı gazeteler büyük sevinç çığlıkları içinde haberi, “Bir diktatörün sonu, Demir yumrukla ülkesini 20 yıl yönetti” gibi klişe başlıklarla verdi. Türkmenbaşı’nın son dönemde tuhaf icraatlara imza attığı bir gerçek. Ama onu eleştirmek yerine Türkmenbaşı aynasından kendi içimizdeki tuhaflıkları görsek, kendimizi gülünç duruma düşürmekten kurtuluruz belki.

Şimdi bu sayacağım icraatları objektif bir gözle değerlendirin. Emin olun, hepimize çok tanıdık gelecekler. Türkmenbaşı’nın ilk icraatı paraların üstüne kendi resmini bastırmak, okullara, sokaklara, her yere kendi portresini yaptırıp, heykellerini diktirmek olmuştu. Türkmenbaşı, “Ben istemiyorum, halkım beni her yerde görmek istiyor” diyerek kendini savundu. Atatürk öldükten sonra İnönü de aynısını yapmamış mıydı? 2004 yılında genç Türkmenler’in daha modern görünmeleri için uzun saç ve sakal uzatmalarını yasakladı. Bugün şapka inkılabını uygulamak mümkün mü?

Kiril alfabesini kullanan ülkesinin Batı’yla daha iyi entegre olmasını sağlamak için Latin alfabesine geçti. Harf devrimi hangi ülkede yapılmıştı? Ülkesini “Tarafsız ülke” olarak ilan etti. Böylece hiçbir uluslararası örgüte ve elbette BM’ye üye olmayacaklarını ve hiçbir anlaşmazlığa taraf olmayacaklarını deklare etti.

2005 yılında şiddet içerdiği ve Türkmen çocukların ahlakını bozduğu gerekçesiyle bilgisayar oyunlarını yasakladı. Çok değil 20 yıl önce Türkiye’ye döviz sokmak bile yasak değil miydi? Liste uzayıp gidiyor. (...)

Latin alfabesine geçişi, ülkesini uluslararası dağdağalardan korumak için tarafsız kalmayı tercih etmesi ve daha birçok icraatı, hatta soyadını Türkmenbaşı olarak değiştirmiş olması bile onun Atatürk’ü kendine örnek aldığını gösteriyor.

Bugün kimse, cumhuriyetin ilk yıllarında ve İnönü döneminde çok samimi atılımların yanı sıra, 2000’li yıllardan bakıldığında gülünç uygulamalara imza atıldığını inkar edemez. Bu yüzden, Türkmenistan’ı doğru bir bakış açısıyla okumakta fayda var. Türkiye Cumhuriyeti 83. yaşını idrak ettiği halde hâlâ demokrasisinde, bürokrasisinde, eğitim sisteminde türlü türlü garipliklerden, tuhaflıklardan muzdaripken henüz 15 yaşında olan genç bir Türkmen cumhuriyetine haksızlık yapmamak lazım. Yoksa başkalarıyla dalga geçeceğiz derken, kendimizi dünyaya maskara ederiz.

Bugün, 26.12.2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

27.12.2006


 

Tuncay Özkan ve derin devlet

Mahir Kaynak’a sordum: ‘Tuncay Özkan’ı tanır mısınız? MİT ile irtibatı var mıdır?’

Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru, ne anlama geldiği pek anlaşılmayan ve kaynağı belli olmayan bir ‘ulusalcılık bilinci’ oluşturulmaya çalışıyor. Yapay bir oluşum. Hareketin sözcüsü konumundaki isim ise Tuncay Özkan. Bu tür örgütlenmelere Türk siyasi tarihi aşinadır. Sağda veya solda bu tür yapay oluşumlarla siyaset alanını biçimlendirme girişimlerine hep tanık olmadık mı?

Hatırlayın yakın tarihi. 2 Mayıs 2005 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’ndeki ‘Mücadeleciler ve Derin Devlet’ başlıklı yazımda ayrıntılı olarak yazmıştım. Sol örgütlerin güçlendiği 1960’lı yıllarda ‘milliyetçi-dini’ eksende kurulan Mücadele Birliği’nin misyonu neydi? MHP ve MSP’nin 1970’li yılların ortasından itibaren güçlenmesiyle tasfiye oldu ama derin devletle organik bağı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

Hareketin kurucularından İrfan Küçükköy’ün geçen yıl piyasaya çıkan ‘Mücadele Birliği’ isimli kitabındaki şu ifadeler dikkat çekici değil mi: ‘Nitekim rahmetli bir arkadaşımızın Hiram Abas ve Mehmet Eymür ile yakın ilişkisini öğrendim. Bu durumu öğrendiğimde hayli şaşırmıştım. MİT eski yöneticisi Mehmet Eymür, ‘Beni Abdullah Çatlı ile falan kişi, 1976’da tanıştırdı’ diyormuş. Bunu işitince çok ürperdim.’

Gelelim mevzua. Yeni siyasi hareketin sözcüsü konumundaki Tuncay Özkan’ın da geçmişte istihbarat örgütleriyle bir şekilde ilişkisi olduğu iddia edildi ama sürekli yalanladı. Doğru mudur değil midir, bu konuda en önemli ayıraç, zamandır.

Gazetemiz Yazarı, eski MİT mensubu Mahir Kaynak’a sordum: ‘Tuncay Özkan’ı tanır mısınız? MİT ile irtibatı var mıdır?’ Çok açık konuştu: ‘Yel Üfürdü Sel Götürdü kitabımda çok yüzeysel olarak anılarımı yazdım. MİT hemen bana dava açtı. Tuncay Özkan MİT’in Tarihi’ni yazdı, üstelik o kitapta çok gizli belgeler de vardı. Dava açan olmadı. O gizli belgeleri kim verdi? Demek ki MİT’in sponsorluğunda yazılmış bir kitaptı. Bu kurumla ilişkisi olmuş mudur? Bir iddiada bulunamam ama ancak değerlendirme yapabilirim, evet, ilişkidedirler. Ön plana çıkışı da böyle olmuştur. Bana muhalif kanadın desteklediği biriydi.’

Buyrun burdan yakın!

Star, 26.12.2006

Şamil TAYYAR

27.12.2006


 

Mister No

“Anayasa fırlatarak” ekonomik kriz tetiklemek dışında anımsanacak fazla bir olayı yok.

Cumhurbaşkanı Sezer, Köşk’te son 4 ayına giriyor. Daha önce de yazdım, “iz bırakmadan” gelip giden bir cumhurbaşkanı olacak.

Geçen meclis döneminin bunalımlı günlerinde, Irak Savaşı öncesi ve sırasında hiçbir müdahalesi olmadı. Hiçbir kritik olayda ağırlığını hissettirmedi.

“Anayasa fırlatarak” ekonomik kriz tetiklemek dışında anımsanacak fazla bir olayı yok.

Tabii bir de, cumhurbaşkanı olmadan önce “Cumhurbaşkanının yetkileri fazla” deyip, cumhurbaşkanı olduktan sonra o yetkileri “sonuna kadar kullanması” unutulmayacak.

Bizim bu yazdıklarımızı doğrulayan rakamlar da ortaya çıktı.

Sezer “yasa veto etme” konusunda ciddi bir rekora imza atmış ve sadece son 4 yılında 54 yasayı veto etmiş.

Yine son 4 yılda TBMM Başkanı ile sadece “1 kez” görüşmüş. 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in Meclis Başkanı ile yaptığı görüşme sayısı 146.

Demirel, Refahyol iktidar dönemi dahil 10 bin 150 kararnameden 362’sini iade ederken, Sezer 5 bin 982 kararnamenin 703’ünü geri göndermiş.

Sezer’in Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı iptal başvurularının sayısı ise 16.

Demirel’de bu sayı 4.

Sezer’in karnesi bu.

İsterseniz notunu siz verin. Çünkü bazılarına göre “kanaat” notuyla sınıf geçebilir.

Sabah, 26.12.2006

Fatih ALTAYLI

27.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004