Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ham ve övgü, şükür ve minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Sâffât Sûresi: 182

26.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Misafir ağırlamayan kimsede hayır yoktur.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3876

26.01.2007


Dil ve vatan aynıysa, yine millet birdir

Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.”

Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz.

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetü’z-zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü’z-zahrı menfî milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli.

Mektubat, 3. Mebhas, Altıncı Mesele, s. 313-14

Lügatçe:

menfi milliyet: Olumsuz, zararlı milliyetçilik.

unsuriyet: Irkçılık.

ifrat etmek: Aşırı gitmek, ölçüyü aşmak.

muhaceret: Göç etme.

tebeddülât: Değişiklikler.

merkez-i hükûmet-i İslâmiye: İslami hükümet merkezi.

akvâm-ı sâire: Diğer milletler.

tavattun: Vatan edinme.

Levh-i Mahfuz: Kader defteri.

tefrik: ayırma.

hamiyet: Mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti.

unsuriyetperver: Irkçı, ırkçılığı seven.

neferât: Neferler, askerler.

müstemlekât: Sömürgeler.

istisgar etmek: Küçümsemek.

kuvvetü’z-zahr: Yardımcı kuvvet, yedek kuvvet.

istiğnâkârâne: İhtiyaç duymaksızın.

Bediüzzaman Said NURSÎ

26.01.2007


İnancın tedavideki rolü ve Hastalar Risâlesi

Günümüzde dünya çapında her alanda ve her türlü ilimde önemli gelişmeler kaydedilmektedir. Yapılan çalışmalar insanlığın maddî ve manevî gelişimine hayli katkı sağlamaktadır. Astronomi, genetik, fizik, kimya, biyoloji, astroloji, tıp v.s. alanlarda güzel ve verimli çalışmalar icrâ edilmektedir. Bu faaliyetlerin bazıları sadece zamanımız insanlarının ancak bir kısmını ilgilendirirken, bazı alanlarda yapılan buluşlar, zamanları ve insanları ilgilendirmektedir.

Bu çalışmaların başında hiç şüphesiz tıbbî ve sağlığa dayalı çalışmalar gelmektedir. Sağlık alanında yapılan ve daha ispatı tam olarak ortaya konamayan yeni bir tedavi yaklaşımından çokça bahsedilmektedir: “Ruh-beden ilişkisi ve inancın tedavideki rolü”.

Hastalık ve sağlık hususunda, vehimli ve vesveseli olan kişilerin hastalıklara daha kolay yakalandıkları, fakat güçlü iradeye ve tevekküle sahip insanların hastalıklara daha dirençli olduklarını yapılan araştırmalar ortaya koymaktadır. İnançlı ve huzurlu olanların tedaviye daha yatkın, inançsız ve stresli kişilerin ise tedaviye daha geç cevap verdikleri de bilinmektedir. Çünkü, insanın bağışıklık (immün) sisteminin güçlenmesinde kimyevî ve maddî ilaçların yanında manevî telkinler, hastalığa bakış açısı ve hayat görüşü de önemli bir yer tutar. Bir insanın manevî telkin ve tevekküle yakınlığı ölçüsünde, insanın bağışıklık sistemi güçlenmekte ve hastalıklara dayanıklılığı da artmaktadır.

Düşüncelerimizin, ruhî ve kalbî hayatımızın ve duygularımızın sağlıklı olması bedenimizin sıhhat ve afiyeti üzerinde olumlu tesir yaptığı muhakkaktır. Meselâ, bizi derin yaralayan hadiseler yaşadığımızda, aşırı yorulduğumuzda hastalıklara karşı direncimiz zayıflar ve daha kolay hastalanabiliriz. Nitekim, zihnen, ruhen ve kalben iyi durumda olduğumuzda, bedene olumlu sinyaller gönderilir. Böylece grip ve soğuk algınlığına karşı daha sağlam dururuz. Tersi bir durum söz konusu olduğunda hastalığa daha yatkın hale geliriz. Aile içinde veya işyerindeki bazı olumsuzluklar ne kadar artarsa, tansiyonumuz da ve yatağa düşme ihtimalimiz de o nispette artar. Depresyona girdiğimizde veya ruhen bitkin ve yorgun olduğumuzda hastalık da mukadder olur. (Henry Dreher (1995). The Immune Power Personality, Reprinted by Arrangement with Dutton Signet, A Division of Penguin Books USA, Inc. Çeviren: Dr. Selim Aydın)

Zamanımızda tam olmasa da “modern tıp” artık bu gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Yakın bir gelecekte de, bunu büyük bir buluş olarak önümüze getireceğini ve bu buluş ile övüneceğini şimdiden görür ve duyar gibi oluyoruz. Böylece ruh ve beden münasebetlerinden meydana gelen hastalıklarda, psikolojik faktörlere daha çok pay biçilecek ve iman olgusu biraz daha ön plana çıkacaktır. Çünkü modern tıbbın ulaşmaya çalıştığı nihaî noktayı, semavî dinler insanlığın tâ başlangıcında halletmişlerdir. Özellikle İslâm dini ve Kur’ân-ı Kerim, bu konuda en son noktayı ortaya koymuştur.

Nitekim: Kur’ân-ı Kerim’de “O (Kur’ân), inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).” (Fussilet Sûresi, 44) ve “Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.” (İsra Sûresi, 82) buyurulmakla, Kur’ân’ın başlı başına bir ilâç ve şifa olduğu belirtilmektedir. Çünkü, Kur’ân insanın ruh, kalb, his ve lâtifelerini tedavi etmekle, bedenin de sağlığa kavuşmasını temin etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Kur’ân’dan istifade ederek yazdığı ve “Hastalar Risâlesi” ismini verdiği küçük kitap, ruh beden ilişkisine dayalı yardımcı, iyileştirici teknikleri içermektedir. Bu eser yan etkisi olmamakla beraber, faydası kesin olan önemli bir eserdir. Hastalar, bu kitapçığı okuduklarında, dinlediklerinde veya kendi aralarında hastalıkların nimet olan yönlerinden bahseden sohbetler yaptıklarında, bağışıklık sistemleri ve hastalıklara dayanma güçleri müsbet yönde aktive edilmekte ve kullanılan ilâçların ve tedavi yöntemlerinin tesirleri artmakta, kısa sürede ciddî neticeler alınmaktadır. Bu konu ile ilgili açıklayıcı ve çarpıcı birkaç misâl vermeye çalışalım:

1- Prof. Dr. Mustafa Nutku anlatıyor:

Rahmetli babam Dr. Sadullah Nutku ve psikiyatri uzmanı rahmetli Prof. Dr. Ayhan Songar bir uçak seyahatinde yan yana oturuyorlarmış.

Daha önce tanışmadıklarından dolayı aralarında da herhangi bir sohbet olmamıştı. Rahmetli babam cebinden “Hastalar Risâlesi”ni çıkarıp kendi kendine, sessizce okumaya başlamış. Yanında oturan Prof. Dr. Ayhan Songar göz ucuyla bu kitabı epey bir süzmüş, ardından tanışmışlar. Babam, Hastalar Risâlesini, sesli okumaya başlamış. Prof. Dr. Ayhan Songar da dikkatle dinlemiş ve o zamana kadar dinlemediği Risâle-i Nur Külliyatının, psikiyatri uzmanı bir profesör olarak da kendisini çok ilgilendiren devâlarını dinlerken, bir ara kendini tutamayarak:

“İnsan bu manevî devaları dinlerken, hasta olmayı temennî edeceği geliyor!” demiş.

Prof. Dr. Ayhan Songar, daha sonra uzmanlık alanı ile ilgili olarak, kendisine muayene ve tedavi için gelen hastalarına çoğunlukla “Hastalar Risâlesi”ni tavsiye etmiş.

Prof. Dr. Ayhan Songar, ömrünün sonlarına doğru kanser hastalığına yakalanmış. Ecelle randevusuna doğru geri sayımının son günlerinde, vücuduna yayılmış olan kanser hastalığı ile hastahanede yatarken yanından hiç ayırmadan okuduğu ve vefatında da yatağının yanı başında duran kitap, manevî devalar hazinesi “Hastalar Risâlesi” idi.

2- Moral Dünyası Dergisi’nden Zeynep Türkoğlu’nun bir yazısından:

Fatma Şahin… Radyo programcısı, engelliler rehabilitasyon merkezi aile danışmanı, idealist, dört kardeşin üçüncüsü. Yani en önemlisi “Engelleri Aşan” bir engelli. Ama güçlü bir iradenin sahibi… Açık Öğretim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü mezunu. Bir Belediye’nin de Rehabilitasyon Merkezinde aile danışmanlığı yapıyor. Moral FM’de de “Engelleri Aşanlar” isminde bir programı var.

Çok rahat bir tavrı ve duruşu var hayata karşı. Halbuki bir rahatsızlığı olan kişiden, bundan daha farklı bir hal beklenir. Onun hastalığı, genetik bir sebebe bağlı olan bir kas hastalığıdır.

Bundan sonrasını Fatma Şahin’den dinleyelim:

“Teşhisin konulması çok uzun sürdü, neredeyse 13-14 yılı aldı. Tamam hastayım. Ama hayatıma nasıl devam edeceğim. Burada biri çıkıyor ve diyor ki, sen artık bir şey yapamazsın. Öyle otur bir kenarda. Yani hayatını bitmiş hissediyorsun, hem de daha yirmi beşinde ve bunu diyen kim biliyor musunuz; doktor!. Tam tersi olması gerekirken, bilgilendirecek ve teşvik edecekken…

“Evet, maalesef doktor bizi böyle yönlendirmişti. Yani insanın bakışı da daha farklı oluyor. Ben bir ara çok hastalanırdım. Çünkü bunalıyorsun, bir şeyle ilgilenmiyorsun, bir işe yaramadığını hissediyorsun. Sanki süreni doldurmuşsun, her şey bitmiş. Sürekli bir yerlerim ağrıyordu. Doktora gidiyoruz, tabiî ki hastalık çıkmıyor, çünkü stresten bunlar. Adeta hastalık hastası olmuştum. Ama doktordan her seferinde kendimce eli boş dönmekten o kadar yorulmuştum ki. Kızıyordum da. Keşke bir hastalığım çıksa diye bekliyordum. Yani ciddî bir hastalığım olsun, ben de çok yaşamadan gideyim. Bu hale gelmiştim.

“Evde bir şey yapmadan oturunca çok boş vakti oluyor insanın. Ben de o boşluğu okuyarak değerlendirmeye çalıştım. Çok okudum. Cidden çok okudum. Hastalar Risâlesi’ni okudum. Bir de benim gibi hasta olanlarla ilgili Hadis-i Şerifler çok ilgimi çekiyordu. Çok büyük moral oluyordu bana onlar. Aslında bu da başka bir süreçti. Yani hastalığımı kabullendikten sonra ilk olarak şöyle düşündüm. Bu belki de bana verilmiş bir cezadır. Ya da belki de aileme verilmiş bir cezadır. Sonra şöyle bir dönem başladı; iyi ki hastalanmışım, yoksa kim bilir o sağlığı nasıl yanlış şeylerde heba edecektim. “Ve yine okumaya sarıldım. Bilmezsiniz siz, bir ara uçacaktım neredeyse!”

Bu misâller, ilk olmadığı gibi son da değildir. Çünkü, ruh-beden etkileşimi muhakkaktır. Ruhun manevî olarak beslenmesi ve tedavi edilmesi, bedeni de maddî olarak rahatlatacak ve stresten, tevekkülsüzlükten kaynaklanan hastalıkları da ortadan kaldıracaktır. Maddî ve bedenî hastalıkların altındaki İlâhî rahmeti göstermesi sırrı ile de, hastalığı sevdirecek ve isyan yerine şükür edecektir.

Hastalar Risâlesi:

• Hastalıkların da namaz, oruç ve diğer ibadetler gibi ibadete vesile olduğunu ve ondan istifade etmemiz gerektiğini,

• Hastalık vasıtasıyla, Şafî ismine mazhar olunduğunu,

• Hastalıkların insanın yüzünü asıl hayat olan ebedî hayata çevirmesi lüzumunu,

• Sıhhatin ehemmiyetini hissettirmekle, Allah’ın bize verdiği nimetleri hatırlatıp şükrümüzü artırmamız hususunu,

• Ölümü hatırlatmakla, bu dünyanın fani olduğunu ve ona aldanmamızın büyük bir helâket ve felâket olduğunu,

• Hastalıkların, insanlar arasında ki hürmet, merhamet ve sevgi tohumlarını yeşerttiğini, ayrıca eski dostluk ve muhabbetleri tazelediğini,

• Hastalığı artıran ve ikileştiren merakı kaldırmakla, hastalığı hafifletmenin yollarından önemli bir ipucunu da bizlere ders verir.

(Tefekkür Dergisi,

Ocak-2007 sayısından alınmıştır)

Dr. Burhan SABAZ

26.01.2007


Muahhir

Allah (c.c.), Muahhir’dir. Yani istediğini istediği kadar geride bırakır, dilediği işi tehir eder. Dilediği kulunun işlerini ecel, nimet, ikram ve bereket açısından erteler. Bazen kulunun umut kapılarını kapatır, işlerini geciktirir. Bazen kullarının lehine azabı erteler; bazen kullarının lehine mükâfâtı erteler.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Muahhir ismi Kur’ân’da fiil sîgasıyla gelmiştir. Cenâb-ı Muahhir-i Hakîm şöyle buyurmuştur: “And olsun ki, onların azabını bir süre ertelersek, ‘Onu ne alıkoydu?’ derler. Bilin ki, onlara azap geldiği gün artık geri çevrilmez. Alaya aldıkları şeyler onları mahvedecektir.”2 Bir diğer âyette ise, “Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah’ı habersiz sanma! Onları, gözlerin dışarıya fırlayacağı bir güne kadar ertelemektedir”3 buyurulmuştur.

Zalimin izzetinde, mazlumun da zilletinde kalarak bu dünyadan göçüp gittikleri nazara alındığında, amellerine bakılmadığının değil; amellerine verilecek cezâ ve mükâfâtın tehir edildiğinin anlaşılacağını vurgulayan Bedîüzzaman, mahkeme-i kübrâda İlâhî adâletin eksiksiz hükmedeceğini ve haklıyı haksızı ayıracağını beyan eder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, mü’minlerin gerçek mânâda taltif edilmesi küfür, tuğyan ve isyan eden edepsizlerin de te’dib edilmesi, genellikle mahkeme-i kübrâ için tehir edilmektedir.5 Çünkü hem kâfirin ve zâlimin büyük hatalarından ve cinâyetlerinden kaynaklanan cezâlarının tehir edilerek büyük merkez olan mahkeme-i kübrâda görülmesi, hem de mü’minin büyük mükâfâtının tehir edilerek büyük merkez olan ebediyet yurduna bırakılması Allah’ın irâdesinin ve hikmetinin gereğidir.6 İnsanın küfür ve isyanına rağmen dünyada bir süre yaşamasına izin verilmesi ve azabı tehir edilerek, dünyada muvaffakiyet verilmesi, Sâni-i Âlemin mu’cizeli san’atlarını gayet güzel teşhir ve tanzim etmekteki mahareti sebebiyledir.7

Bedîüzzaman’a göre kezâ, âlemde görünen İlâhî tasarruflardan anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin pek yüksek celâlli ve izzetli bir haysiyeti vardır. Celâl ve izzet sahibi Cenâb-ı Hak, îman, ibâdet ve itaat etmemekle berâber inkâr edenlerin edeplendirilmelerini bazen tehir eder, geri bırakır ve kendilerine mühlet verir, fakat aslâ ihmal etmez.8

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsna,

Süleyman Kösmene)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 86

2- Hûd Sûresi: 8.

3- İbrahim Sûresi: 42

4- Sözler, s. 66

5- A.g.e., s. 67

6- A.g.e., s. 158

7- A.g.e., s. 97

8- Mesnevî-i Nuriye, s. 36

26.01.2007


SATIR ARASI

Bir televizyon alternatifi

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi de olan Gökçay, günümüzde çocukları aşırı televizyon izlemeye iten sebeplerin başında bir “alternatif” sunamamak geldiğini kaydetmiş.

Gökçay, “Büyük şehirlerde yeşil alanlar yok ediliyor. Artık hafta sonu gezileri bile alış veriş merkezlerine yapılıyor. Çocuklara televizyon yerine başka alternatifler sunmak lâzım” demiş. (aa)

Gerçekten de şehirlerin betonlaşarak yeşil alanların daraltıldığı, gezmenin artık bir “alışveriş/tüketim çılgınlığı”na dönüştürüldüğü günümüzde Gökçay’ın bu sözleri, bize Bediüzzaman’ın şu “alternatif”ini hatırlattı:

“Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.” (Lem'alar, 24. Lem'a, 3. Nükte, s. 205)

Evet, Bediüzzaman, bir unutulmuşu hatırlatıyor, anne ve babalara, çocuklarıyla sohbet etmelerini, onları olanca masumiyetleriyle ‘dinleme’lerini, onların karşısında adeta ‘çocuk’ olmalarını tavsiye ediyordu bu sözleriyle.

İnternet ve televizyon sayesinde, maalesef ‘yüz yüze sohbet’i unutmuş bizler, Bediüzzaman’ın bu tavsiyesine ne kadar da muhtacız, değil mi?

26.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004