Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

2017 ve mortgage



Bir mortgage’li, kira öder gibi evsahibi olduğu evinin kiralarını bitirmiş, rahat bir nefes almıştır. Evde bayram havası esmektedir. “Madem artık taksit ödemeyeceğiz, o halde başka masraflar yapalım” denmeye başlanmış ve ailece alış verişe çıkılmıştır. Sonuç: Ev taksitlerinden fazla taksitle eve yeni mobilyalar alınmıştır.

Bir başka mortgage’li, kira öder gibi ödeyemediği için, —ki muhtemelen kiralarını bile kira öder gibi ödeyemiyordu—evini bankaya kaptırdı. Şimdi yine kirada ve kira öder gibi kira ödememeye devam ediyor. Evine gelen misafirler, “Yahu ev senin değil miydi?” diye her sorduklarında uzun uzun anlatmak yerine başını biraz mahzun, biraz kızgın, biraz mahcup sallamayı tercih etmektedir.

Başka bir mortgage’li ise ev taksitlerini 20 yıla yaymak gibi bir gaflete düşmüştür. Yani onun on yıl daha kira öder gibi taksit ödemesi gerekmektedir. (Onun için “2027 ve mortgage” diye bir yazı yazılmamıştır ve kendisi de bunu umursamamaktadır) Evi elinden gitmesin diye patronlarının/amirlerinin her dediğine eyvallah demekte, sallayıp başını maaşını almaktadır. Her kriz döneminde diken üstündedir. Her eleman çıkarma söylentilerinde soğuk soğuk terlemektedir. Taksitleri bittiğinde uzun bir seyahate çıkmak istemekte, ama 20 yıl boyunca borcunu ödediği evinden ayrılmayı bir türlü kabullenememektedir.

Bir diğer mortgage’li depreme dayanıklı evini depremde kaybetmiş, ama hâlâ borç ödemektedir. Bir başka deyişle hem kira öder gibi taksit, hem de kira öder gibi kira ödemektedir. Ödemelerinden arta kalan parayla nasıl geçineceğini hesaplamaktan kaç hesap makinesi eskitmiştir, hesaplayamamaktadır.

Bir mortgage’li ise “Evi mortgage’le mi aldın?” diyene, “O ne?” diyerek soru dolu gözlerle bakmış ve sonra anlayamadığı bu kelimenin anlamını öğrenmek için bir çaba içine girmemiş, hatta unutmuştur bile.

Bir diğer mortgage’li, evine giderken gördüğü bilbordda, mortgage usûlüyle kredi dağıtan bankanın milyonlarca doları bulan net kârını görmüş ve su birikintisinden geçerken üstüne çamur sıçratacak arabadan kaçmak için yaptığı hamleyle evine üstü başı temiz olarak girmeyi başarmıştır.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nedir dünya?



Okula gidip de okulun anlam ve hedefini bilmeyen insan var mıdır? Okulu oyun ve eğlence yeri olarak kim görür?

Ticaretle uğraşan bir insanın işiyle ilgilenmemesi, dükkânını kapatıp kumar masasında vakit geçirmesi ticaretten istenen sonucu almasını sağlayabilir mi?

Dünya da bir okuldur; hem de Cennete adam yetiştiren bir okul.

Dünya da bir ticarethanedir. Hem de Cennet gibi güzellikler diyarı ebedî bir âlemi kazandıran bir ticarethane.

Lem’alar’da yer alan, “Nur-u iman ile gördüm ki; hem benim, hem herkes için şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve hergün dolar boşalır bir misafirhane ve gelip geçenlerin alış-verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar…”1 şeklindeki ifadeler de bunu anlatıyor.

Dünyada niçin bulunduğunu bilmeden yaşayan bir insan ne kazanırsa kazansın hiç hükmündedir.

Evet, “Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan ‘Darüsselâm’ menziline dâvetlisi olan mahlûkàtın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.”2

Selâmet ve mutluluk diyarının yolcusu olan insanın ömür defterini zararla kapatmaması için gerek Kur’ân-ı Kerim ve gerekse hadis-i şeriflerde yer alan uyarılar şu geçici bekleme salonu, misafirhane ve ticarethaneyi gerektiği gibi değerlendirmeye yöneliktir. Bizi sevip bize merhamet ettiğini hiçbir yaratığa vermediği en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatarak gösteren Rabbimiz yine sevgi ve merhameti gereği dünyamızın olduği gibi ebedî hayatımızın da Cennete dönmesini istiyor. Tâ ki ilerde ah vah etmeyelim.

Bu gerçeği anlayabilmek için çok zeki, akıllı olmaya da gerek yok. Aklı azıcık çalıştırmak yeter. En akılsız adam dahi anlar ki şu misafirhane boşu boşuna kurulmamış. İnsana verilen onca emek de boşu boşuna değil. En basit işlerinde bile fayda gözeten insanoğlu nasıl şu koca kâinatın ve onun bir özeti olan insanın nasıl başıboş yaratıldığını düşünüp keyfine estiğince bir hayat sürmek isteyebilir?

Söz Kur’ân’ın: “Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık.”3

“Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?”4

Öyleyse, “Şu fanî dünyada, şu muvakkat misafirhanede, kısa bir ömürde, az bir lezzet için; ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil.”5

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 291. 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 39. 3-Sâd Suresi: 227. 4-Mü’minûn Sûresi: 115. 5. Şuâlar, s. 404.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İnsanın bozulması



İnsanın bozulması kadar, bu dünyaya ve dünya içindeki canlı ve cansız varlıklara zarar verebilecek başka bir bozulma hâleti yoktur herhalde. En mükemmel olanın bozulması her zaman daha çok zarar verici oluyor. Tıpkı yağın bozulunca zehir gibi olduğu ve kullanılmaması gerektiği gibi. Oysa yoğurt bozulunca da ayran yapılarak içilebilir. Çünkü yağ, süt ürünlerinin en özü, yani hulâsasıdır.

İnsan da, değil bu dünyada, kâinatta bile yaratılan bütün mahlûkatın en mükemmelidir. Kâinat onun için yaratılmıştır. Kâinatın en önemli meyvesi insandır. Bundandır ki insanın tahribatı, yeryüzündeki bütün mahlukatınkinden çok daha fazla olmaktadır. En canavar olan hayvanın bile zararı sınırlı kalmaktadır. Meselâ hayvan bile bile, yani şuurlu olarak başka bir canlıya zarar vermemektedir.

İnsan ile hayvanın şu dünyada yaptıklarını bir mukayese edelim isterseniz. Vahşi diye vasıflandırdığımız hangi hayvan gözünü kırpmadan yüzlerce insanın bir anda ölümüne sebep olabilmektedir? Hangi hayvan kin, garaz ve intikam duygularını taşımaktadır?

Soruları çoğaltabiliriz. Neticede hayvanların çok masum, bir kısım insanların ise fazlasıyla zalim olduğunu göreceğiz. Meleklerden bile üstün bir duruma gelebilecek yaratılışa sahip olan insan ne yazık ki bütün mahlûkatın en altına düşebilmektedir. İnsan bozulunca öyle bir düşüşle düşüyor ki, artık hiçbir canlının olmadığı bir çukura düşmeye müstehak hale gelmektedir ki, bu çukura Kur’ânî lisanla “esfel-i safilin” denilmektedir.

Cehennem insanlık cevherini yitirmiş, yüce değerlerden uzaklaşmış insanlar için yaratılmıştır. Çünkü bu durumdaki insan kendinden başlayarak kâinatta var olan her mahlukata zulmetmektedir. Elbette bu zulmün cezasız kalması kendine zulmedilen yaratıklara haksızlık olacaktır. Bu durum da Allah’ın adalet sıfatına aykırıdır. Adil olan Rabbimizin adaleti, iyi insanların mükâfatlandırılmasını, kötü olanların, yani bozulmuş olanların ise ceza görmesini gerektirmektedir.

Bozulmanın en büyüğü insanın Yaratıcısını tanımaması ve bu dünyaya gönderiliş sebebini bilememesidir. Böylece kendini başıboş bilen insanlar nizam ve intizam dinlemeden hareket etmekte ve yaratılıştaki mükemmelliğe gölge düşürecek davranışlarda bulunmaktadırlar.

Kendini imtihana tabi tutulmuş bir kul olarak görmeyen bir insanın bu dünya hayatında yapamayacağı kötülük yoktur. Çünkü böyleleri için dünyada güzel yaşamak için başkalarının sömürülmesi gerekir. Onlar kendi menfaatlerini başkalarının zarar görmesinde arayacaklardır. Onlar dünya hayatının mücadeleden, çarpışmaktan, kuvvetlinin zayıfı ezmesinden ibaret olduğunu düşünmektedirler.

Çevremize baktığımız, meydana gelen olayların sebebini araştırdığımız zaman, zulümlerin temelinde dünyevî menfaatlerin var olduğunu göreceğiz. Dünyayı ateşe verenler, kendi şahıslarının, dolayısıyla ülkelerinin menfaatını başkalarının ezilmesinde, başkalarının yok olmasında görenlerdir. Bunlar canavarlaşmış, mahiyeti bozulmuş, tefessüh etmiş insanlardır. Bunlar mânen insanlıklarını kaybetmiş zavallılardır.

Zannediliyor ki, herkesin yaptığı yanına kâr kalacaktır. Dünyalarımızı mamur edelim derken ebedî saadeti kaybeden insanlar asıl kaybedenlerin kendileri olduğunu bilselerdi şüphesiz daha farklı davranırlardı. Daha iyi insanlardan olmak için gayret ederlerdi.

Oysa hiçbir dünyevî değer, ölümden sonraki hayat için kurtarıcı olamıyor. Dünyanın şan ve şerefine, parası ve puluna sahip olmak için insanî bütün değerleri ayaklar altına alanlar ölümden sonraki hayatta hiç de dünyada iyi bir şey yapmadıklarını anlayacaklardır. Ama oradaki pişmanlık işe yaramayacak, iş işten geçmiş olacaktır.

İnsanlar, zerre kadar iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağını, zerre kadar kötülüğün bile cezasının verileceğini düşünerek yaşayıp, insanî değerleri hayatlarına geçirmiş olsalardı, fani olan dünya hayatı dahi çok güzel olacaktı...

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Muhtelif konular



Aşağıda okuyacağınız beş adet iktibas yazısını beş ayrı gezeteden aldık. Hebâ olmasına, güme gitmesine razı olamadığımız bu yazıları, topluca sizlerin de dikkatine sunmak istedik.

Vatan, Zaman, Akşam, Hürriyet ve Radikal gazetesinden aldığımız bu yazılar, Atatürk, Erbakan, Çerkez Ethem ve Said Nursî ile ilgili olarak enteresan gördüğümüz haber, yorum ve değerlendirmelerden ibarettir.

Bu iktibasların ilk üç şahıs ile ilgili olan kısmını, yorumu kendi içinde olduğundan, herhangi birşey katmadan sizin değerlendirmenize havale ediyoruz.

Radikal'de çıkan ve Said Nursî ile ilgili olanları ise, cidden izaha muhtaç gördük. Zira, yanlışlarla doğrular içiçe harman edilerek sunulmuş. Bunları birbirinden tefrik etmek gerekir.

Şimdi, sırasıyla önce iktibasları aktaralım, sonra da Radikal'deki bazı yanlışları kısa izahlarla doğrultmaya çalışalım.

"Atatürk" soyadı ve imzası

23 Şubat 2007 tarihli Vatan gazetesinin 17. sayfasında çıkan bir habere göre, 1935'te M. Kemal'e özel kànunla verilen "Atatürk" soyadı ile aynı soyadına uygun olarak kullanmış olduğu imza şekli, iki Ermeni asıllı şahıs tarafından tasarlanmış.

Hale Gönültaş'ın "Atatürk ismini bir Ermeni vermiş" başlıklı haberi şöyle: "Fatih Üniversitesi tarihçilerinden Doç. Cafer Ulu, Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyisminin bir Ermeni tarafından verildiğini ortaya koydu. Ulu’nun doktora tezine göre, Kurtuluş Savaşı başlayınca, o dönem 19 yaşında olan Ermeni asıllı Agop Martayan da Türk Ordusunda silâh altına alınmış ve Şam’da Mustafa Kemal’le tanışıp dost olmuştu. Martayan, 1934’te Türk Dil Kurumu (TDK) başuzmanlığına getirildi. 1935’te Mustafa Kemal’in emriyle ona 'Dilaçar' soyadı verildi. Dilaçar, bir TDK toplantısı sırasında Mustafa Kemal için 'Atatürk' soyadını önerdi ve öneri kabul edildi. Ulu’nun tezine göre, Atatürk’ün Latin harflerinden oluşan imzasını da, o dönemde Robert Kolej’de kaligrafi öğretmenliği yapan Hagop Vahram Çerçiyan tasarladı."

Gülerce: 'Atatürk ortak değerdir'

Zaman gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve halen aynı gazetenin köşe yazarı olan Hüseyin Gülerce'nin 8 Şubat 2007 tarihli yazısı, "Atatürk ortak değerdir" başlığıyla yayınlandı.

Türkiye'nin genel anlamdaki dert ve sıkıntılarını sıraladıktan sonra sözü çare noktasına getiren Gülerce, dehâ derecesinde gördüğü "ortak değer"in neden Atatürk olduğunu şu sözlerle izah ediyor:

"...Pekiyi, bütün bunlar için ortak değerlerimizin bulunduğu bir zemin var mı? Var: Dinimiz, öz değerlerimiz, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Eğer bunlarda mutabık isek, vehimleriyle oturup kalkan bir azınlığa değil de, makûl çoğunluğun sesine kulak vereceksek, sağduyunun gösterdiği çözümü mutlaka bulacağız demektir.

"Atatürk'ü, bir laik-dindar kutuplaşması için milletin karşısına dikmeye çalışanlar, bu ülkeye en büyük zararı verirler. Atatürk, bu toplumun ortak değeridir.

"Atatürk, bu milletin evlâdı olarak, mukaddes bildiğimiz bütün değerlere de sahip çıkmış, saygılı olmuştur."

Yazısının bu noktasında "Tarihî bir vesikadan örnek vermek isterim" diyen Gülerce'nin verdiği misâl, 1913 yılına ait. Yani, tıpkı diğer benzerleri gibi, 1924'ten evvelki tarihlerden...

Çerkez Ethem ve rakipleri

Akşam gazetesinin kıdemli yazarı Engin Ardıç, İsmet Paşanın ittire ittire sınır dışı etmeyi başardığı Millî Mücadele kahramanlarından Çerkez Ethem ve karşıtları hakkında mânidar bir yazı yazdı.

Ardıç, 21 Şubat 2007 tarihli yazısında "Ethem kahraman mıydı, hain mi?" diye soruyor ve cevabını da kendice şöyle veriyor: "Bakış açınıza göre değişir. 'İsmetçi'yseniz, tabiî haindir.

"İşin gerçeği şu ki: İsmet’i gönderip onu yok ettirmeseydi, Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadelenin liderliğini Ethem Beye kaptırmak üzereydi! Çeyrek kalmıştı...

"Bu iş biraz da Meksika devriminde merkezi otoritenin 'fazla ileri giden' halk kahramanı Zapata’yı yok etmesine benzer."

Erbakan, kendini tüketti

Kanal 7'nin eski haber sunucusu, Hürriyet'in şimdiki köşe yazarı Ahmet Hakan, bir siyasî şahsın cenaze töreni sebebiyle, eski partidaşları Arınç ve Erdoğan'la aynı fotoğraf karesi içine giren N. Erbakan'la ilgili "dokunaklı" bir yazı yazdı.

Erbakan'ı zincirleme işlediği hatalar sebebiyle kendi kendini tüketme noktasına getirdiğini ifade eden Ahmet Hakan, "Hoca için ağıt" başlığını taşıyan 21 Şubat günkü yazısında şu "keşke"leri sıralıyor:

"Keşke inat etmeseydi, (Erbakan.) Keşke 'İzzet ü ikbal ile babı hükümetten çekilme' vaktinin geldiğini idrak edebilseydi.

"Keşke 'Yıllarca sürdürdüğü siyaset mücadelesini başbakan olarak noktaladı' şeklinde destansı bir öykünün kahramanı olarak kalabilseydi. Keşke hayatında bir kez olsun 'radikal bir jest' yapsaydı da, o 'karikatürize edilmeye elverişli' tarzını hepimize unuttursaydı. Keşke bir kez olsun dost düşman herkese 'Vay be! Hoca büyük adammış' dedirtseydi.

"Ama olmadı... Hoca inat etti ve bayrağı teslim etmekten kaçındı...

Kaçındı da ne oldu? Ne olacak?

Sessizce çekilemediği için. Marjinalin de marjinali oldu, bir açılım getiremedi, ne dediği merak edilir olmaktan çıktı."

* * *

Radikal gazetesinin dizi yazı sayfasında günlerdir tefrika edilen bir dosya var.

Ayşe Hür imzasıyla yayınlanan "Mustafa Kemal ve muhalifleri" ana başlıklı bu dizi yazının 5. bölümü Bediüzzaman Said Nursî ile ilgiliydi.

22 Şubat 2007 tarihinde yayınlanan bu bölümün manşet ifadesi ise, kupürde de görüldüğü gibi "Cumhuriyet'in ebedî sürgünü" şeklindeydi. Bu ifade, bir gerçeği yansıtıyordu, şüphesiz. Ayrıca, yazının muhtevasında da önemli bazı doğruların yer aldığını belirtmek gerek.

Fakat, dizi yazının Said Nursî ile ilgili bu bölümünde, en az doğrular kadar yanlışların da peşpeşe ve içiçe aktarılmış olduğunu esefle görmüş olduk.

Şüphesiz ki, bu yanlışları bertaraf ile doğruları izah etmek gerek. Aşağıda, sırasıyla Ayşe Hür'ün ifadelerine mukabil getirdiğimiz izahları okuyacaksınız.

* * *

A. Hür: "Said–i Nursî, Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilât-ı Mahsusaya katıldı, Sunusileri Osmanlı devletinin ünlü cihat çağrısına katılmaya ikna etmek için Libya'ya gitti. Dönüşünde Bitlis savunmasında Ruslara esir düştü."

İzahlı cevap: Said Nursî'nin Bitlis savunması esnasında, yani 1916 yılı başlarında Ruslara esir düştüğü doğrudur. Ancak, diğer iddialar külliyen yalandır, yanlıştır, uydurmadan ibarettir.

Zira, savaştan evvel zaten Van'da bulunan Horhor Medresesi'nde 90 kadar talebeye ders veren Nursî, savaş esnasında da sadece Kafkas Cephesinde bulunmuş ve başka bir tarafa gitmemiştir.

Doğru olanın belgeleri elimizde mevcuttur. İspata hazırız. Yanlış hususların belgesini ise, bugüne kadar hiç kimse çıkıp gösterememiştir.

Said Nursî'nin Teşkilât-ı Mahsusaya katıldığı ve bu görevle o tarihte Libya'ya gittiği şeklindeki iddia, Cemal Kutay'ın mebzul miktardaki yalan ve uydurmalarından sadece bir tanesidir.

A. Hür: "Ankara'dan ayrılıp Erzurum'a geçen Said-i Nursî, 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Said ayaklanmasına katılmakla suçlandığında... Kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin dinen caiz olmadığını... söylediğini iddia etti, ancak isyancı Kürt liderleriyle birlikte önce Antalya'ya, sonra Burdur ve Isparta'ya sürülmekten kurtulamadı. İleriki yıllarda kendisine 'Said-i Kürdi' denmesi de bu olaydan dolayı oldu."

Cevap: İşte, yanlışlarla doğruların karmakarışık halde sunulduğu bir bölüm.

Bir kere, 1923'ten evvel "Kürdî" lâkabını kullanan ve aynı yıl Ankara'dan ayrılan Said Nursî, Erzurum'a değil Van'a gider.

Ayrıca, 11 Şubat'ta Ergani'nin Pınar (Piran) köyünde patlak veren ve olaydan üç gün sonra haberdar olan Şeyh Said tarafından geniş çaplı bir kıyâma dönüştürülen bu kanlı hadise sebebiyle, Said Nursî herhangi bir suçlamaya mâruz kalmış değildir. Şeyh Said, 12 Nisan'da yakalandıktan sonra Diyarbakır İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Said Nursî hakkında ise, böylesi bir yargılanma söz konusu dahi değil. Hiçbir zaman da olmadı.

Kaldı ki, yazar Hür'ün kendisi de, üstelik aynı yazının bir başka bölümünde, kendi kendini tekzip edercesine, Said Nursî için "Hıyânet-i Vataniye Kànunu ve İstiklâl Mahkemesi gibi organların gadrine uğramaması da ilginçtir" diyor.

Demek ki, "ayaklanma" ile bağlantılı olarak herhangi bir suçlama olmamış; Nursî, sadece "ihtiyat" gerekçesiyle Van'dan alınarak Batı Anadolu'ya sürgün edilmiş.

Ayrıca, sürgün güzergâhı da şöyledir: Said Nursî, Antalya üzerinden değil, Trabzon üzerinden gönderildi. Buna, Şeyh Şâmil'in torunu Said Şâmil şahittir. Hatıralarında Trabzon görüşmesini anlatıyor. Trabzon'dan deniz yoluyla İstanbul'a götürülen Said Nursî, oradan İzmir'e, oradan Burdur'a, bir müddet sonra Isparta'ya ve yine bir müddet sonra oradan da 8.5 sene kalacağı Barla nahiyesine sürgün olarak gönderildi.

Sayın Hür'ün yazısındaki Üstad Bediüzzaman'a ait "Türk milletine kılıç çekilmez; siz de çekmeyin" sözü, mahz–ı hakikat olarak kayıtlarda mevcuttur.

A. Hür: "Said-i Nursî, böyle bir ortamda (Isparta'da), yoksul ve muhafazakâr kesimlerin merkezi devlete yönelik tepkisini yönlendirmeyi gayet iyi başardı."

İzahlı cevap: Said Nursî'ye, "bazı kesimlerin devlete olan tepkilerini yönlendirmeyi başardı" şeklinde bir misyon yüklemek, gayet sığ, basit ve ucuz bir uğraş olur. Bu, aynı zamanda Said Nursî'yi hiç anlamamak mânâsına da gelir.

Said Nursî, o dönemin siyasîleriyle çalışmadığı gibi, onlarla herhangi bir çatışma içine de girmedi. Siyasî olsun, silâhlı olsun, çatışmaya girenleri de tasvip etmedi. Yani, devletle ve hükümetle uğraşmak gibi, organizeli bir çabanın içine girmedi.

Said Nursî, o dönemde bütün mesaisini iman, ahlâk ve fazilet üzerine teksif etti. 35 sene müddetle "şeytandan kaçar gibi" siyasetten kaçındı. Bütün hayatını gençliğin ve milletin, hatta beşeriyetin imanını kurtarmaya, ilmî izahlarla onlara iki cihanın huzur ve saadetini temine çalıştı. Dünyalık ve sırf dünyaya bakan hiçbir şeyle uğraşmadı. Nitekim, dünyadan göçüp giderken de, geride dünyaya ait hiçbir şey bırakmadığı apaçık şekilde anlaşılmış oldu.

Bu meselenin hakkıyla izahı uzundur; şimdilik bu kadarı yeterli.

Hatırlatma:

"Nur ve ateş arasında yüz yıl" başlıklı seri yazılar, yarından itibaren kaldığı yerden devam edecek. MLS

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Naile Hanım: “Bebeği olmayan birisi bebeğinin olması için hangi duâyı okuması gerekiyor?”

İster sözlü olsun, ister davranışlarımızla doğrulanmış biçimde olsun duâ kulun her zaman, her derdinde ve her kapalı kapısını açan tek umut kaynağıdır. En olumsuz hallerde bile duânın açacağı birçok hayır ve güzellik kapısı vardır ve bizi beklemektedir. O kapılara ancak duâ ile ulaşabilmekteyiz. Bu açıdan duâyı dilden ve gönülden düşürmemeye dikkat edelim.

Hazret-i Zekeriya Aleyhisselam ihtiyar idi. Muhtereme eşi de kısır bulunuyordu. Ama onlar Allah’tan ümit kesmediler. Duayı hiçbir zaman bırakmadılar.

Zekeriya Aleyhisselâm şöyle duâ etti: “Rabbi heblî min ledünke zürriyyeten tayyibeten inneke semî’ud-Duâ.” Yani: “Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin.”

Nihayet Cenâb-ı Allah tarafından duası kabul edildi ve kendisine iffetli, efendi ve mübarek bir erkek çocuk müjdelendi. Bu hususu Kur’ân şöyle haber veriyor:

“Orada Zekeriya, Rabbine dua etti: ‘Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duâyı hakkıyla işitensin,’ dedi. Zekeriya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona Şöyle nida ettiler: ‘Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.’ Zekeriya: ‘Rabbim! Dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?’ Allah şöyle buyurdu: ‘İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.’”1

***

Arabistan/Taif’ten Tahiri Türkyılmaz: “Temettü haccında kesmek vacip olan kurbanı nerede kesmek vaciptir? Memlekette de kesilebilir mi? Eğer Mekke sınırları içinde kesilmemiş, memlekette kesilmişse ne lâzım gelir?”

Hac veya umre esnasında, Kâbe’ye ve Harem bölgesine ulaşmış olmanın şükrünü eda etmek niyetiyle, Allah için hediye olarak kesilen kurbana hedy diyoruz ki, hac biçimlerine göre hükümleri ayrı ayrıdır.

İfrad haccı yapanların kurban kesmeleri vacip değil, müstehaptır. Yani isterlerse nafile olarak kesebilirler. Ancak kurban kesme yükümlülükleri yoktur.

Temettü’ veya Kıran haccı yapanların ise, bir seferde umre ve hac olarak iki ayrı ibadeti birleştirerek yapmış olmaları sebebiyle, şükür olarak, Allah rızası için kurban kesmeleri vaciptir. Bu hüküm şu âyet-i celîleye dayanır: “Kim umresini bitirip de, ardından, ondan faydalanarak haccını yapmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban vaciptir.”2

İster vacip, ister nafile olsun, “hedy” kurbanlarının Harem Bölgesi sınırları içinde kesilmesi şarttır. Eğer harem bölgesi sınırları dışında kesilmemişse, harem bölgesinde yeniden kesmesi icap eder. Kurban kesmeye güç yetiremeyen kişi, üçü hac esnasında Zilhiccenin 7. 8. ve 9. günlerinde, yedisi de memleketine döndükten sonra olmak üzere on gün oruç tutar.

***

Ayfer Gürbüz: “Gusül abdesti ile namaz kılınır mı?”

Usûlüne uygun alınan gusül abdesti ile namaz kılınır. Bu abdestle, namaz abdesti ile yapılabilen her şey yapılır.

***

Esma Altun Cevahir: “Sidre’nin anlamı nedir? Bu kelime isim olarak konulabilir mi?”

Sidre, her ne kadar botanikte hünnap ağacı veya Arabistan kirazı olarak bilinse de, dilimize Necm Sûresi 14. âyetinden girmiş olmalıdır. Bu âyette bir son Sidre’den (Sidre-i Münteha) bahsedilir ki, bu Sidre yedinci kat gökte bir ağaçtır, Arşın sağ yanında ve Me’va Cennetinin yanında yer almaktadır ve bu ağaç beşerî ilmin ulaşabileceği son sınırı, yani kâinatın son sınırını, yani ötesini ancak Allah’ın bildiği son noktayı, yani miraçta Peygamber Efendimiz’in (asm) Hazret-i Cebrail’i (as) bırakıp geçtiği son noktayı ifade etmektedir.

Sidre isim olarak konabilir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Suresi: 38, 39, 40,

2- Bakara Sûresi, 2/196

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Zerreler neden titreşir?



Hayat, anlamını yaratılış gayesi ile uyumlu şekilde ele alındığında buluyor. Fert çevresindeki her şeyi Rabbi ile irtibatlandırdığında, varlığa yüklenen anlam o kadar farklı bir hal alıyor ki yaşadığınız her halin ve her saniyenin anlamlı olmasının getirdiği güzellikle yaşanan bir hayat elbette çok daha anlamlı ve yaşanmaya değer bir anlam ifade ediyor.

Varlığın temel yapı taşı olduğu düşünülen zerrelere yüklenen anlam ve onların anlaşılması, gerek bilimin, gerekse insanlığın en önemli problemlerinden biri olagelmiş. Belki de, zerre anlamlı hale geldiğinde bütün varlıkların da anlamlı olacağı düşüncesi ile bu problem insanlığın gündeminde çok farklı bir yerde ve farklı bir önemde gözleniyor.

Tahavvülat-ı Zerrat isimli eserinde Bediüzzaman, zerrelerin titreşimini kudret kaleminin kâinat kitabının yazılması esnasındaki hareketinde, zerre anlamını ifade eden kaleminin ucu şeklinde muhteşem bir tanım yapıyor. Sırf bu tanım çerçevesinde algılanan varlık tablosunda, çevrenizdeki her şeyin kudret kalemi ile çiziliyor olduğunu bilmek şeklindeki varlık algısı, ferdi her an kudret kalemi ve Rabbi ile irtibatlı hale getiriyor. Bu sadece ferdin dünyasının oluşturduğu varlık algısı ve benlik tanımı açısından bakıldığında bile çok güçlü bir hakikat.

Diğer taraftan 24. Mektupta kâinatın Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) kabul edilmiş bir duâsı olduğunu ve kâinatın yaratılış maksadının ya da sebebinin bu güçlü dua ve o duâya amin diyen mü’minler olduğunu ifade ediyor. Bu duâ sonsuz bir mutluluğun duâsı. Bu duâ Rabbi’nin güzel isimlerini hissetme duâsı. Bu anlamda ele alındığında hayatın gerçek güzelliği ve anlamı da bu arayışlarla ortaya çıkıyor olmalı.

Bu iki mânâyı kendi hayal dünyamda birleştirdiğimde, varlık âleminin tanımı ile ilgili olarak beni çok etkileyen bir tanım ortaya çıktı. Bu bir hissedişin paylaşılması olduğundan bir delil ya da mantık, bilim zemininde bir isbat arayışının çok gerekli olmadığını düşünüyorum.

Şimdi Âlemlerin Rabbi ile Âlemlere Rahmet olarak gönderdiği zatı (a.s.m.) Mi’raç’ta kâb-ı kavseyn durumunda hissetmeye çalışalım. Bu iki kavis mânâsının ortasında kâinatı ve bütün varlıkları hayal edelim. Varlığın Hazret-i Muhammed (a.s.m.) tarafından Rabbi’ne yönelik algılanışında sanki zerrelerin titreşimi o mübarek ağızdan çıkan “saadet-i ebediye” ve Âlemlerin Rabbi’nin güzel isimlerine mazhariyet duasının titreşimine dönüşüyor. Kâinat Sultanı’ndan bu âleme doğru yönelen boyutu ile yani melekut âleminden, mülk âlemine yönelen şekli ile kâinat, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve onun duâsına çok gür bir sada ile amin diyenlerin duâsını kabul ettiğini, kâinat şeklinde ya da kâinat sesi ile ifade edişinin titreşimine dönüşüyor. İşte zaman ve mekân sınırlılığının dışına çıkılabilme imkânı olsa ve varlık, Kâinat Sultanının, en seçkin muhatabı (a.s.m.) ile görüşmesi esnasında karşılıklı muhabbetlerin dile getirilişindeki mukaddes mânâların maddî âlemde karşılığı olan seslerin titreşiminin, zerrelerin titreşimi şeklinde algılanan bir kâinat tablosu müthiş bir varlık algısı oluşturuyor.

Bu durumda elinizde tuttuğunuz bir bardak, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Rabbi’ne yönelttiği bir sevgi ifadesine dönüşüyor. Bedeniniz ve çevrenizdeki bütün varlıklar Rabbinizin bu muhabbet ifadesine mukabelesinin ve bunu kulların alanına mülk olanların seviyesine inmiş olarak ifade etmesi esnasında yani kevnî olarak ifade esnasındaki titreşime dönüşüyor. Dokunduğunuz ve algıladığınız her şeyin gerisinde Hazret-i Muhammed’in duâsının sıcaklığını hissetmek ve Rabbiniz’in o duâya mukabelesinin kudsî sesi ile zerrelerin titreştiğini algılamak çok güçlü bir varlık algısı.

Zerrelerin bu mânâda titreştiğini algılayan ve bunu ruhunda gerçekten hisseden ferdin dünyasında hayatın sıkıntılı ve anlamsız olabileceği herhangi bir an ya da varlıkla bağında olumsuz bir yön bulunabilir mi? Varlığı, Rabbi’nin elçisi (a.s.m.) ile görüşmesine şahitlik olarak algılamak, ruhları zerreler gibi titreten ve tarifi imkânsız hayat enerjisi veren bir hal olmalı.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Sevincimiz paylaşıldı



38. yayın yılına giriş sevincimiz okuyucularımız ve dostlarımız tarafından paylaşıldı. Paylaşılan acılar azalır, sevinçler çoğalırmış. Destek ve duâ yüklü satırlar enerjimizi yeniledi, bizlere moral ve şevk aşıladı. Tebrik mesajlarında; ilkeli yayıncılık anlayışımız, yüklendiğimiz misyon, dik duruşumuz, hakkın hatırını âli tutmamız, düşünce ve inanç hürriyeti ile demokratik değerlere verdiğimiz önem bir kere daha vurgulandı.

Sevinçlerin daim olması ve şükrünün eda edilmesi duâsıyla, bize gelen hepsi birbirinden önemli yüzlerce mesajdan örnek bir kaçını sizinle paylaşmak istiyoruz:

*

Başarılı çalışmalarıyla Türk basınında önemli bir yer edinen, tarafsız yayıncılık anlayışıyla da halkın güvenini kazanan Yeni Asya gazetesinin bu istikamette ilerleyişini büyük bir mutlulukla izliyorum.

Özellikle millî ve manevî değerlerimizin yaşatılması adına yaptığınız çalışmalar, bugün toplumumuzun kültürel ve sosyal anlamda gelişmesi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu misyonun korunması ve yaşatılmasında hepimize görevler düşmektedir. Bu duygu ve düşüncelerle gazetenizin 38. kuruluş yıldönümünü kutluyor, başarılarınızın devamını diliyorum.

Mehmet Ağar, DYP Genel Başkanı

*

Gazetenizin 38. kuruluş yıldönümünü kutlar, başarılarınızın devamı dileğiyle selâm ve sevgilerimi sunarım.

Beşir Atalay, Devlet Bakanı

*

38 yıldır sivil, demokrat ve özgürlüklerden yana yayın politikasıyla herkesin takdirini kazanan Yeni Asya gazetesinin nice yıllar yayınlarını devam ettirmesi dileğiyle, gazetenin bugüne gelmesinde emeği geçen herkesi kutluyor ve başarılar diliyorum.

F. Hüsrev Kutlu, AKP Adıyaman Milletvekili

*

Habercilik anlayışı, tarafsızlığı ve fikir gazeteciliği açısından basınımızın önemli kuruluşlarından biri olan Yeni Asya gazetesi, Türk medyasında yeri doldurulamaz bir öneme sahiptir. Başarılı ve güvenilir gazeteciliğinizin bundan sonra da aynı anlayışla devam edeceğine olan inancımla 38. kuruluş yıldönümünüzü kutlarım.

Salih Melek, Basın-Yayın ve

Enformasyon Genel Müdürü

*

Demokrasiye, insan haklarına ve İslâma hizmet etmede gerekli duyarlılığı gösteren Yeni Asya’nın bütün zorlamalara rağmen 38 yıldır ayakta durmayı başarmasının ve objektif, ilkeli, kaliteli yayınını sürdürmesinin başlı başına bir başarı olduğuna inanıyorum. Bu vesile ile başta sayın Mehmet Kutlular’a ve emeği geçen bütün çalışanlara hayırlı hizmetlerinde Yüce Allah’tan başarılar diliyorum.

Mustafa Başoğlu, Sağlık-İş Genel Başkanı

*

Yeni Asya, hak, hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları, din ve vicdan hürriyeti, hukukun üstünlüğü gibi değerleri savunan istikrarlı çizgisi, milletimizin birliği, beraberliği ekseninde müsbet yayıncılığı ilke edinen, ülke demokrasisine zor dönemlerde sahip çıkmaktan geri durmayan takdire şayan bir yayın organıdır. İstikrarlı çizginizi her zaman takdir etmişim, yayınlarınızdan yararlanmışımdır. 38. yılınıza ulaştığınız şu günde nice 38 yıllara der, başarılarınızın devamını dilerim.

A. İlhami Özatağ, DYP Kütahya İl Başkanı

*

Yeni Asya’nın 38. yılında özgürlükçü ve adaleti gözeten yayın çizgisini devam ettirmesini ve toplumsal sorunlar karşısında aktif ve duyarlı habercilik anlayışının güncel örneklerini vermesini temenni ediyor, başarılı ve hayırlı bir çalışma dönemi diliyoruz.

Sakarya Başörtüsü Platformu

*

Yeni Asya gazetesinin 38. yılında hak ve hukuk savunuculuğunda adil ve toplumsal sorunlar karşısında duyarlı habercilik anlayışını sürdürmesini temenni ediyor, başarılarınızın devamını diliyoruz. Allah her daim yardımcınız ola.

Özgür-Der Sakarya Şubesi

*

Yeni Asya okuyucusunun, başta Nur hizmetinin gereklerini taşıma, dünya ve Türkiye’deki gelişmelere bakış açısı, şüphesiz ki siz değerli Yeni Asya yazarlarının etkisiyle oluşmaktadır. 38. yılını geride bıraktığımız bu “yetişme ve yetiştirme” sürecinde emekleri geçen bütün Yeni Asya çalışanlarına teşekkür ediyorum. Aynı kararlılık ve samimiyetle dâvâmızı yayma gayretini nice 38 yıllar sürdürmenizi Rabbimden niyaz ediyorum..

M. Said Çakır, Uludağ Üniversitesi öğrencisi

*

Sevincimizi paylaşan herkese teşekkür ediyor, hayırlı haftalar diliyoruz.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Post sekülarizm



Modernizm dönemi ideolojilerle dinin çatıştığı bir dönemdi, geldi geçti. Bu dönemde ideolojiler, dini geriletmişlerdi. Ama sonunda yine fıtrata, yani derin dine yenildiler. Post modernizm döneminde ideolojiler terk-i mevkii ederek yerlerine hedonizmi, dünyevileşme veya sefahatı bıraktılar. Buna genel anlamda sekülarizm de deniliyor. Bu anlamda post modern dönem, din ile sefahatin çatışması ve mücadelesi şeklinde geçecek. Kimi filozoflar bu dönemi de dinin kazanacağını söylüyor. Zaten aksi olduğunda kıyamet kapıda demektir.

Bu öngörülerden birisini Fransız düşünür ve devlet adamı Andre Malreux yapmıştı. Bize onun sözleri Einstain’ın üçüncü dünya savaşı ile ilgili öngörüsünü hatırlatmaktadır. Hazrete “Üçüncü dünya savaşı çıkarsa dünyanın hali ne olur?” diye soruyorlar. O ise parlak bir beyin olduğunu gösteren bir cevap veriyor: “Üçüncüsünü bilmem, ama dördüncüsü olursa kılıç kalkan savaşına dönülür...” Andre Malreux de dinle ilgili bir soruya buna benzer bir cevap veriyor: “Şayet 21’inci yüzyıl olacaksa din yüzyılı olacaktır.” Artık bunu tanınmış filozoflar da kabul ediyor. Dinî kelâmcılar veya laik filozoflar hiç fark etmez.

Hans Küng modernizmin getirilerine ve kazanımlarına olan güvenin günümüzde berhava olmasa bile sorgulandığına inanıyor. Bu bağlamda Tempo dergisine yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Şu anda İslâm dünyası da post modern dönemi yaşıyor. İnsanlar gelişime, ilerlemeye, demokrasiye modern çağdaki kadar inanmıyor. (Tılsımı bozuldu). Çünkü demokrasinin de yanlış kullanıldığını gördüler. Bilime eskisi kadar inanmıyorlar, negatif etkisini gördüler onun da. Çağımızda insanlar dine daha çok bağlanmaya ve dini özgürleştirici olarak görmeye başladılar. Eskiden daha baskıcı ve geriye götürücü olarak (irtica) görürlerdi... Dine dönüş yerine göre geriye dönüş olduğu gibi, yerine göre de ileriye gidiştir. Sosyal bir fenomen olarak din bir müzik gibidir: İyi amaçlar için de kullanabilirsin, kötü amaçlar için de. Meselâ nefreti körükleyebilir, savaşı haklı çıkarmak için de kullanılabilir. Dini savaş için kullanabilirsiniz bu yolla. Maalesef Saddam Hüseyin de, Başkan Bush da böyle yaptı. Ama post modernizmin bir göstergesi olarak Hıristiyan kiliseleri Irak Savaşına karşı çıktı. Ama Bush, eski solcu olan ve Yahudi kökenli bazı neocon ideologların görüşleri doğrultusunda hareket etmeyi tercih etti....”

Dünyada mutlak bir gelişme yok. Din müsbet kullanılırsa izafi ilerlemeye katkı sağlar.

***

Hıristiyanlığın kalkınmayı engellediği için Avrupa’nın gelişmesinde sekülerleşmenin bir katkı sağladığını kabul etse de Habermas bunun geride kaldığını ve post modern çağın post sekülarizm dönemine girdiğini haber veriyor. Batıda da tek bir kalkınma veya dinsiz kalkınma modeli yok. Yani Batıda bir dönem sekülarizm kalkınmanın motoru iken şimdi frenleyicisi durumuna düşmüş olabilir. Burada linear/mustatil ve düz çizgi yok.

Habermas-Derrida, Avrupa’nın izafi başarısını, kamusal alanın sekülerleştirilmesine bağlıyor ve Avrupa modelinin hem Amerika’dan, hem de diğer tecrübelerden farkının bu olduğunu söylüyor. Habermas’ın bu değerlendirmesinin arkasında Amerika’nın ve hassaten Bush yönetiminin ‘dindar’ kimliğine atıfta bulunduğu açık. Fakat seküler hümanizmin önde gelen bir savunucusu olarak Habermas, burada kamusal alanın tanzimi konusunda daha kapsamlı bir iddiada bulunuyor.

İslâm dünyası başta olmak üzere din temelli geleneksel toplumları sekülerleştirerek modernleştirmeyi öneren Bernard Lewis ve benzeri Batılı yazarların dile getirdiği ve 11 Eylül hadiselerinden sonra tekrar popülarize edilen bu görüşe göre, batı dışı toplumların küresel kamu alanının bir parçası haline gelebilmesi için kendi aydınlanmalarını yaşaması ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinin yaşadığı tecrübeye benzer köklü bir sekülerleşme sürecinden geçmesi gerekiyor.

Bu tezi ana hatlarıyla ‘The Future of Human Nature’ adlı eserinin son bölümünde de tekrar eden Habermas’a göre Avrupa’nın hukuk, insan hakları, vatandaşlık alanlarındaki başarısı, Avrupa kamusal alanını seküler bir felsefî temele dayandırmasından kaynaklanıyor. Fakat Almanya, Fransa ve Hollanda gibi bazı Avrupa ülkeleri için geçerli olan bu gözlem, İngiltere, İspanya ve İtalya gibi ülkeleri izah edemiyor. Zira bu ülkelerdeki laiklik uygulamalarını tek bir modele indirgemek mümkün değil.

Konuya yarın devam edelim...

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

10 yıl süren yanlış



Türkiye, farklı şekillerde isimlendirilmiş olsa da ‘darbe’ olduğu konusunda ihtilâf olmayan bir “28 Şubat süreci” yaşadı. 28 Şubat 1997 günkü MGK’da alınan ve kamuoyuna açıklanan kararların tesirleri bugün de devam ediyor. Üzerinden 10 yıl geçen bu ‘süreç’in Türkiye’ye nelere mal olduğunun çok iyi bir muhasebesinin yapılması gerekiyor.

10. yılına yaklaştığımız “28 Şubat süreci”nin mağdurları arasında toplumun pek çok kesimine mensup kişi ve kuruluş vardır. Ancak en başta, başörtüsü taktıkları için mağdur edilenleri saymak lâzım. Başka sebeplerle mağdur edilenlerin mağduriyeti kısmen sona ermiş olsa da, başörtüsü taktıkları için mağdur edilenlerin çilesi sona ermemiştir.

İnsanoğlu, ‘unutma hastalığı’yla hastalıklı olduğu için, yaşadığımız hadiseleri kolay unutabiliyoruz. Bu sebeple, 10. yılında 28 Şubat’ın ciddî bir muhasebesini yapıp ‘ders’ler ve ‘ibret’ler çıkarmak gerekiyor. Çıkarılması gereken ‘ders’lerden biri de, millete rağmen bir işin yapılamayacağı dersi olmalıdır. Tabiî bu ders de en çok siyasetçiler ve Türkiye’yi ‘idare edenler’e lâzım.

28 Şubat sürecinin en önemli özelliği, baştan sona kadar ‘millete rağmen’ yapılmış bir hareket olmasıdır. Önceki ‘darbe’ler gibi bu ‘postmodern darbe’ de güya millet menfaati için; ancak gerçekte milletin rağmına yapılmıştır. Zaten ihtilâlciler her defasında “ülkeyi uçurumdan kurtarmak için” ihtilâl yaptıklarını söylemişler, ancak hakikat tam tersi olmuştur.

Biraz daha geriye giderek 12 Eylül 1980’deki ihtilâle baktığımızda da ihtilâlcilerin benzer bahaneyi ileri sürdüklerini görebiliriz. İhtilâli yapanlar kendilerini savunurken; “Ülkede kan gövdeyi götürüyordu, millet kurtarıcı arıyordu” derler. Ülkede kanın ‘gövde’yi götürdüğü vakıa olarak doğru idi, ancak bunun sorumluluğu kimin sırtında idi? İhtilâle maruz kalmış siyasetçilerin sorduğu, “11 Eylül’de akan kan, 12 Eylül’de nasıl durdu” sorusunun cevabı aradan çeyrek asır geçtiği halde verilememiştir.

Dolayısı ile 28 Şubat sürecinde de siyasete müdahale edenlerin ileri sürdükleri ‘gerekçe’ler tamamen temelsiz bahanelerden ibarettir. Hele, ‘Millet bizi istiyordu, bekliyordu’ şeklindeki bahaneye gülmek bile mümkün değil! Nasıl oluyor da ‘milletin beklediği’ anlayış, siyaset meydanında destek bulamıyor? İhtilâle imza atanların kendileri siyaset meydanına çıkamasalar da, onların ‘destekçileri’ her zaman halkın karşısına çıkıyorlar. Çıkıyorlar ve her defasında sandıkta boğulup ‘ceza’landırılıyorlar. Bu hal ve bu gidiş, ‘Millet bizi bekliyordu’ diyenleri yalanlamış olmuyor mu?

‘Postmodern darbe’nin aktörleri arasında sayılan bir emekli komutan, 28 Şubat’ı savunurken ‘geçmiş’i de övmüş: “1946 yılına kadar tek partili bir sistem içerisinde devlet yönetildi. Çok güzel kalkınma, değişimler oldu.” (Star, 24 Şubat 2007)

Bu yaklaşım ‘millete rağmen anlayış’a delil olmaz mı? “Çok güzel” denilen ‘tek parti’ devrini millet eline imkân geçtiği ilk seçimde öyle bir tasfiye etti ki, bir daha helâl reylerle o parti iktidar yüzü görmedi. Muhtemelen bundan sonra da görmeyecek. Peki, milletin iktidarı teslim etmediği bir parti, ‘çok güzel işler’ yapmış olabilir mi?

Etkileri hâlâ devam eden bu yanlış anlayış ve adımlardan bari 10. yılda dönülsün...

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cumhurbaşkanlığı seçimleri



Cumhurbaşkanlığı seçimine ramak kaldı. Bu konudaki gergin tartışmalar başka zemine kayarken, sürpriz yaşamamak için muhtemel olumsuzluklara karşı herkes duyarlı. Çünkü, siyasî hafızamız, “Çankaya savaşları”nda her zaman güç odaklarının gerilim doğuracak mizansen baskılara kalkışabileceğinin hatırlatıyor.

Rahmetli Ali Fuat Başgil bunun en bariz örneklerindendir. İstanbul’dan Ankara’ya gelişi, malum “kuvvet”lerce sıkıştırılıp adaylığını koyamadan Ankara’dan uzaklaştırılması, yüzlerce benzer vaka gibi hazin bir demokrasi lekesi olarak önümüzde durmaktadır.

“Son imza” veya diğer tabirle “son kale” görülen Cumhurbaşkanı makamı, 12 Eylül ürünü 1982 anayasası ile sorumluluğu olmayan olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. 82 anayasasına konulan geçici madde ile dönemin ihtilâl lideri, diğer adıyla konsey başkanı Kenan Evren, yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığına seçilmişti.

Anlayacağımız, anayasanın Cumhurbaşkanına tanıdığı büyülü yetkilerin halkoyuna sunulduğu gün beraberinde o makama uygun görülen kişi de oylanmıştı. Yetki onayı ile birlikte yetkili tayini de anayasaya “derkenar”yapılmıştı.

Aslında ihtilâl hukukunun çarpık ve bir o kadar demokratik teamülleri tahrip eden karakteristiğine en iyi örneklerden biridir bu durum.

Dikkatli bir hukukî mütalaa yapılırsa, geriye rücu edilemeyecek mevzular olsa da, o günlerde anayasanın geçici maddesiyle seçilen darbe liderinin aslında kullandığı yetkiler ve işlemlerin belkide çoğu mualleldir. Adil olmayan ve tek adayın dayatıldığı, üstelik yetkisini düzenleyen anayasanın kendisinin nezareti altında ve tayin ettikleri kurucu meclis üzerinden yürütüldüğünü düşünün.

Maalesef, Cumhurbaşkanlığı meselesi kelimedeki “cumhur” kavramına yakışır bir düzenleme ile, irade sahibi milletin direk tercih yapabildiği, demokratik yarışa uygun bir hale getirilemedi. Bunun mutlaka kendi sınırlarına çekilmesi gerekir.

“Cumhurbaşkanını halk seçsin” fikri, siyasî söylem olarak bir çok partide kabul görmesine rağmen, buna teşebbüs etmede konjonktürel duruşlar tercih edilmiş ve maalesef aradan geçen çeyrek asır içinde sivil bir anayasal düzenlemeye gidilememiştir.

Meclisin seçmesi de dolaylı olarak milletin iradesidir. Ancak “kurumlar savaşı”nda maruz kalınan yıpratıcı taktikler karşısında,cumhurbaşkanlığı seçimi sürekli vesayet altında tutulmaya çalışılmış ve siyasetin bir yansıması olmaktan ziyade, devletin kendi içinde dizayn ettiği bir son nokta olarak görülmüştür.

Bu günkü tabloda, siyasî iradeyi frenleyen ve devletin görüşü olma niteliğini koruyan, halkın genel temayülleryile çelişen bir yaklaşımı maalesef son yedi yılda fazlasıyla yaşadık.

Demokratik cumhuriyet sisteminde, bir makama ve şahsa, devletin ana organları üzerinde tek başına resen takdir ve tayin hakkını bu denli elinde tutma dirayetini vermek, katılımcı ve paylaşımcı bir demokrasinin en büyük riski ve handikapıdır.

Düşünebiliyor musunuz, YÖK gibi doğrudan Cumhurbaşkanını muhatap alan bir kurum neredeyse siyasî bir parti gibi hükümeti yok sayıyor, hatta açık muhalefet ediyor ve başbakana laf yetiştiriyor. Bunun sebebi, Cumhurbaşkanınca atanıyor olmasından kaynaklanan kendi millî irade üstü görme zehabından kaynaklanıyor.

Siyasetin zayıf yüzü şamar oğlanına döndüğü zamanlarda, beklenmedik Cumhurbaşkanı adaylarının, beklenmedik bir arayışın filelerine takılıp “başkomutan” ünvanını alıp devlet başkanı sıfatını kazanmaları da bize has son ana ait hamlelerdir.

Böyle dönemlerde, demokratik teamülleri ve açık rejim iddialarını gölgeleyen dayatmaların zımnî de olsa yaşandığını biliyoruz.

Önümüzdeki 45 gün, en kritik ve uzun bir tarih bandıdır. Geleceğimizi tesir sahasına alacak ve AB sürecinde Türkiye’nin geleceğe bakış profilini ortaya koyacak beyin jimnastikleri de artacaktır.

Teyakkuz içinde, sivil ve demokratik bir olgunluğun yaşanması en büyük temennimizdir. Bu süreçte, provokasyonlara dikkat etmek ve sükuneti korumak, dikkate değer en önemli husustur.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Türkiye’ye kesin dönüş, vedâ



Sonunda karar verilmişti. Ömür geçiyordu ha bugün ha yarın diyerek, arkaya bakmadan gitmek vakti gelmişti. Korkunun ecele faydası yoktu artık. Ne olursa olacaktı. Hem memlekete dönmek neden bu kadar korkutsundu ki insanı?

Doğup büyüdüğü şehir ne kadar yabancı gelebilirdi ki insana? Emindin sana kucak açılacağından.

Yıllar yılı gurbete alışmak için sarfettiğin onca çaba, sadece bir geri dönüş hikâyesi içindi. Günün biri, bir gün gelecekti ve sen pılını pırtını toplayıp heybeni takıp omuzuna yüklenecektin ne varsa hatıralarında…

“Hey gidi hey! Ne günlerdi” diyecektin ardına bakınca. Taa dünyanın öbür ucunda geçen onlarca yıl. Dile kolay. Çocuklar doğdu büyüdü, okullandılar çoktan. ve sen büyüdün, olgunlaştın gitgide. Zaman ne yaman geçti yüreğinde.

Ana kucağından kopup gelmenin bedelleri ödendi önceleri. “Özlem,” en çok koyuyordu insana, anadan babadan ayrı kalmak. Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor misali, ciğerlerin sökülüyordu sanki, tarifi imkân olmayan duygu selleri içinde yıllar yılları kovaladı. “Bu zaman nasıl geçecek?” derken, bir de baktın ki artık gitme vakti.

Gidecektin gitmesine de, sadece yaz tatillerinde hasret gidermek için misafir olduğun memleketin, bakalım bıraktığın gibi miydi? Sen akraba ziyaretleri, konu komşu gezmeleri, az çok alışveriş derken, nasıl geçtiğini anlamıyordun ki kısacık tatillerin. Tatile gitmek ve yaşamak arasında uçurum farkı vardı. Esas merak edilen, Türkiye’de nasıl yaşanırdı? Unutmuştuk hepimiz.

Sonra endişeler çaldı kapını bir bir. Çocukların telâşı sardı seni. “Ben hadi neyse!” dedin, ama ya ana dilleri gibi İngilizce konuşan çocuklar?

Şimdi ya adapte olamazlarsa Türkiye’nin eğitim sistemine? Arkadaş edinmeleri, kültürel özellikler, ne çok şey farklıydı buradan. Hangi birini tutsan elinde kalıyordu, ama sen güçlü bir anneydin, kendini çoktan unutmuştun, çocuklarına adanmışlığınla Sahibinin yardımına sığınıyordun, “Herşey çok güzel olacak” umuduyla.

Güzel bir anı olarak kalacaktı burada yaşanılanlar. Bir sürü çevre edinmiştin, çok fazla kültür tanıma fırsatı elde etmiştin. Dünyanın neresine gitsen yakalayamayacağın bu çok kültürlülük sana hayatın geri kalan kısmında rehber olacaktı. Yemeden içmeye, alışverişten, sosyal hayata katılmaya kadar hemen her konuda tecrübeli sayılırdın.

Yabancı arkadaşlarından da öğrendiklerini hiç unutmayacaktın. Onları da Türkiye’deki dostlarınla paylaşacaktın yeri geldiğinde.

“Herşey, karar verene kadar, bir karar versen gerisi kolay” demiştin ya ablacım, haklıydın. Yolunuz açık olsun.

Hülya Abla, Meryem Abla, Esra Abla güle güle gidin…

(Darısı başımıza.)

26.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kriz tüccarları



Şubat MGK’larının havası bir başka oluyor. Hele bir de Iraklı Kürt gruplarla diyalog kurulup kurulmayacağı tartışması yaşandıysa, bu durum toplantıyı daha da önemli kılıyordu.

Gazeteci Murat Yetkin’in, Cumhurbaşkanı Sezer’in Kasım MGK’sında Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatması, 28 Şubat MGK’sında ise postmodern darbe sürecini hatırlatması işin tuzu biberi olmuştu.

23 Şubat günü saat 13.30’da toplandı MGK. Akşam saat 19 olmuştu. Kanal D ve ATV’nin ana haber jenerikleri dönmeye başlamış, önemli haberlerin anonsları ekrana yansımıştı. Hem MGK öncesinde oluşturulan hava, hem de ortalama 4 ya da 4.5 saat süren MGK’nın uzaması kaygıları daha da arttırmıştı. Olağanüstü MGK’ları uzun süredir yaşamadığımız için, tuhaf bir durumdaydık.

Mehmet Ali Birand ve Ali Kırca MGK haberiyle girdiler bültene. MGK’da Kürt liderlerle temas konusu gündeme gelmiş, Büyükanıt Paşa buna itiraz etmiş ve Barzani ile Talabani’nin PKK’ya olan desteklerini görüntülü bir şekilde anlatmıştı. Buna karşılık olarak Başbakan Erdoğan, huzuru sağlayacaksa Kürt liderlerle görüşebileceğini belirtmişti.

Bir an MGK’nın bittiğini, ancak bunu atladığım vehmine kapıldım. Çankaya Köşkünde gelişmeleri takip eden arkadaşlarla irtibat kurdum, MGK devam ediyordu. Zaten toplantı ancak 19.20’de bitti.

Peki bu haberler nereden çıkmıştı, yoksa MGK’dan canlı yayın mı yapılıyordu?

İşin özeti şuydu: Milliyet gazetesinden Fikret Bila’nın, Büyükanıt Paşanın MGK’da PKK’nın Kuzey Irak’ta silâh ve mühimmatını araçlarla taşıdığını görüntülü olarak anlatacağına ilişkin haberini almış, Büyükanıt Paşa’nın ABD’deki sözlerini araya girmiş, Erdoğan’ın Gürcistan dönüşü yaptığı açıklamaları ekleyip, altına gerilim müziği döşeyip, MGK’da bunlar konuşuldu diye haber yapmışlardı.

Ana haber bültenlerini izleyenler MGK’da askerler ile sivillerin birbirine girdiğini, komutanların hükümetin ağzına Kürt biberi sürdüğü zehabına kapılıyordu. Öyle ki bir ara “Madem MGK devam ediyor, Çankaya’nın kapısına koşup, içeriden çıkanların yüz ifadelerinden bir şeyler okumaya çalışayım” diye düşünmedim değil.

Ana haber bültenleri devam ederken, tam 19.20’de MGK bitti ve bildiri kapıda bekleyen meslektaşlarımızın eline ulaştı. MGK bildirisinde diyalog kurulmasının öneminden ve diplomasinin öne çıkarılmasının gereğinden söz ediliyordu. 19.01’de verilen haberler 19.20’de yayınlanan bildiri ile tekzip ediliyordu.

Bu durumda adının arkasında Ancorman ünvanı bulunan Birand ile Kırca ne yaptı? Hiçbir şey. Bültenin akışını bozmadan önlerindeki haberi okuyup, geçtiler. 23 Şubat MGK’sı çok önemliydi. Orada Türkiye’nin bir çadır devleti olmadığı, diplomasi gibi bir san'atın inceliklerine sahip olduğu vurgulandı. Olması gereken de buydu.

Kimsenin haberciliğini tartışacak değilim. Bir anekdot daha aktarmak istiyorum.

3 Kasım seçimlerinden hemen sonraydı. Abdullah Gül başbakan olmuş, gelenekler doğrultusunda Genelkurmay Başkanlığı’ndan askerî konularda brifing almaya gitmişti. Gül, Genelkurmay’dan çıkıp başbakanlığa geldiğinde haber bültenlerinde, “Genelkurmay’da Başbakan Gül’e izlettirilen görüntüler,” ”İşte Başbakana sunulan irtica raporu” haberleri dönmeye başlamıştı. Gül bunun üzerine hemen Genelkurmay Başkanını aradı. Onlar da şaşırmıştı.

Bölgemizin tarihi yeniden yazılıyor. Bölge ülkelerinin yönetim şekilleri, hatta sınırları yeniden tayin ediliyor. Bölgesel ittifaklar, işbirliği alanları, dostlar, daha az dost olanlar, rakipler yeniden belirleniyor. Böylesine kritik bir dönemde bölgenin önemli bir ülkesi olan Türkiye’nin bu önemini ortaya koyacak bir devlet politikası yürütmesi gerekiyor.

Artık Ortadoğu eski Ortadoğu değil. Türkiye de eski Türkiye olmamalı. Bu yüzden eski alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp, kriz müptelâlığına son vermeliyiz.

Ortadoğu gibi korkunç bir coğrafyanın sırtından Türkiye’ye yönelik, ”rejim efsaneleri” üretme çabasına artık bir son vermeliyiz.

Hem Ortadoğu gerçeği buna uygun değil, hem de artık Türkiye eski Türkiye değil. MGK bildirisinde de vurgulandığı gibi.

26.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004