Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

‘Türkiye’nin Medine-i Münevveresi’



“Urfa, Türkiye’nin Medine-i Münevveresidir.”

Bediüzzaman Said Nursî böyle tavsif etmişti Urfa’yı. Bu benzerliğin yanı sıra Arapların ‘Ruha’ dedikleri Urfa’yı kendi memleketi mesabesinde gördüğü için de çok sevmişti.

Bilhassa Risâle-i Nur hizmeti Urfa’da yayılmaya başladıktan sonra oraya çok ehemmiyet vermiş, kendine yakın talebelerini oraya gönderirken ziyaretine gelen Urfalılara da hususî alâka göstermişti.

Urfalılar veya hizmet etmeleri için oraya gönderdiği talebeleri ziyaretine geldikçe bu alâkasını izhar etmiş, onlar kendisini Urfa’ya dâvet ettikleri zaman da geleceğini söylemişti.

Fakat “Bu dehşetli, semli hastalıktan kurtulursam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum” şeklinde de ifade ettiği gibi Urfa’ya gitmek istediği için bir seferinde bazı eşyalarını oraya gönderdiği hâlde fırsat bulup gidememişti.

Bir gece rüyasında, İbrahim Aleyhisselâm’ın kendisini Urfa’ya çağırması üzerine, Isparta’dan çıkması yasak olmasına ve hastalığı iyice artmasına rağmen o mânevî dâvete icabet ederek 21 Mart 1960 tarihinde Urfa’ya gelmişti.

Böylece Urfalılara verdiği sözü, şehre ilk gelişinden yarım asır sonra da olsa yerine getiren Said Nursî, her gittiği yerde yaptığı gibi orada da en temiz ve muteber otele yerleşmişti.

Bediüzzaman’ın geldiğini duyan Urfalılar da onu şeref misafiri olarak kabul etmişler ve Medine-i Münevvere sakinlerine has olan Ensar hasletine yakın bir hassasiyetle bağırlarına basmışlardı.

Şehrin eşrafı, Bediüzzaman’ın hemen Urfa’dan ayrılmasını isteyen emniyet kuvvetlerine karşı koyup Ankara ile temasa geçerek emri durdurmaya çalışırken ahâli de onu ziyaret etmek için oteli ve çevresini doldurmuştu.

Bediüzzaman’ın, “Nerde bir Urfalı bana rastgelse, bir akrabam nazarıyla bakıyorum” diyecek kadar kendine yakın hissettiği Urfalıların alâkası gittikçe artarak ahirete irtihaline kadar devam etmişti.

Misafirperverlikleriyle ma’ruf Urfalılar, şehre gelen herkesi misafir saydıklarından biz de o güzel hasletten nasibimizi aldık ve gittiğimiz her yerde samîmî bir muhabbetle karşılandık.

Fırsat versek izzet ve ikrama boğacaklardı ama Nur menzillerini gezerken hep Üstadın izini takip edip yaşayış tarzına tâbi olmaya çalıştığımız için Urfa’nın saff-ı evvelleri gibi biz de onların sadece duâlarına ve muhabbetlerine tâlip olduk.

Üstad Isparta’dan geldiğinde İpek Palas Oteli’nde kaldığı için gezmeye oradan başlamak istedik. Bu maksatla otele geldiğimizde Urfalıların Bediüzzaman’a duydukları sevginin, aradan geçen zaman içinde hiç azalmadığını bir kere daha müşahede ettik.

Çünkü Üstadın vefat ettiği oda,—biraz geç de olsa—otel işletmecilerinin izni ve Nur Talebelerinin himmetiyle, numarası bile değiştirilmeden mescit hâline getirilerek gerektiğinde ders yapılabilecek şekilde tanzim ve tefriş edilmiş.

Gerçi bir plaket üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin orada vefat ettiği yazılsa, tereke hakiminin tesbit ettiği mütevazi eşyaları sergilense, tashihinden geçmiş bir külliyat, okuduğu Kur’ân, Cevşen konsa ve orası küçük bir ‘oda-müze’ hâline getirilse çok daha iyi olurdu ama pek çok içtimâî badirelerin atlatıldığı bir zamanda o kadarı bile büyük bir kadirşinaslık örneğiydi.

Bunları düşünerek otelden çıktığımızda hafif yağmur yağıyordu. Bazı arkadaşlar ıslanmamak için saçakların altına sığınmaya çalışınca mihmandarımız bize doğru döndü.

“Korkmayın, gelin. Urfa’nın yağmuru ıslatmaz, yıkar” dedi.

Bunları söyledikten sonra ıslanmadığını göstermek istercesine hızlı adımlarla yürüyünce peşine takıldık. Caddeyi geçtik, düzgün, geniş ve tenha kaldırımlarda hızlı adımlarla ilerleyerek Ulu Camiye geldik.

Kendimizi her zamankinden daha zinde hissederek caminin eyvanında durup birbirimize baktığımızda, yağmur gittikçe hızlanmasına rağmen üstümüzün pek ıslanmadığını ama ruhumuzun yıkanıp durulandığını anladık.

Üstadın otelden alınan nâşının Halilü’r-Rahman Camii’nde yıkandıktan sonra bu camiye getirilip bir gece bekletildiğini bildiğimiz için yağmurda yıkanmış bir ruhla buraya gelmemizi mânidar bulduk.

O zamanlar binlerce insanın kaynaştığı ve yüzlerce kazanın kaynadığı bu meydan, mevsimin kış olmasının da tesiriyle şimdi boştu lâkin namaz vakti olmadığı hâlde caminin içi kalabalıktı.

Cenazenin konduğu yeri gördükten sonra, huşû içinde ibadet eden insanların huzurunu bozmamak için her birimiz bir kenara çekilip ulu bir mabede ilk defa gelindiği zaman yapılması gereken vazifeleri ifa ettik.

Dışarıya çıktığımızda yağmur dinmişti. Bunu fırsat bilerek Ulu Caminin minaresine çıktık. Bidayette Stephan kilisesinin çan kulesi olarak yapılan, sonra saat kulesi hâline getirilen minarenin şerefesinden şehri seyre daldık.

O zaman Urfa’nın da İstanbul gibi bir minareler şehri olduğunu gördük. Gerçi burada minareler bir siluet teşkil edecek şekilde sıralanmıyordu ama bakılan her istikamette üç beş minare görmek mümkündü. Minarelerin, aşağıdan pek fark edilmeyen gövde, saçak, şerefe, korkuluk ve külâhlarındaki taş işlemelerine buradan bakıpta hayran kalmamak mümkün değildi.

Bilhassa Dabbakhâne, Hızıroğlu, Nimetullah, Yusufpaşa, Arabî, Toktemür, Hasan Padişah, Mevlid-i Halil camilerinin birer mimarî şaheser olan minareleri hâlâ her hâlleri ile hârikulâdeliklerini koruyordu.

Devirleri değiştirip devletleri yıkan badirelerden; değişmeden, yıkılmadan geçen ve daha asırlarca öyle duracak kadar muhkem görünen bu semavî minareler âleminden san’at zevki ve dayanma gücü alarak ayrıldık.

O günleri tahayyül ederek caminin doğu kapısından çıkıp Dergâh’a doğru giderken, ruhumuzu on binlerce mahzun insanın duâlı nefeslerinin ısıttığını hissederek adımlarımızı hızlandırdık.

Yol boyu, ekseriyeti mahallî kıyafetlere bürünmüş güler yüzlü, mütevazi insanlar yanımızdan gelip geçerken öylesine samîmî selâmlar verdiler ki dillerinden çıkan bir kelâmına, hâlleriyle bin selâm daha ekleyerek hem kendileri memnun oldular, hem bizi mesrur ettiler.

Urfa’da yalnız insanların değil, binaların da yüzleri mütebessim, içleri huzurluydu. Önünden geçtiğimiz yapıların duvarlarında, konakların cephelerinde, kapıların alınlıklarında, çeşmelerin kitabelerinde hat ile san’atın harika insicamına imrendik.

Yolumuzun üzerinde rastladığımız hanlara girip kapalı çarşılardan geçerken, çay ocaklarında demlenen çaylardan, kaynatılan kekiklerden, ıhlamurlardan, papatyalardan, tarçınlardan, meyan şerbetinden ve diğer mahallî lezzetlerden bol bol nasiplendik.

Binaları ve insanları geride bırakınca; çevremizde uçuşan kuşların, etrafımızda dolanan rüzgârın, tepemizde gezinen bulutların, üstümüzde çiseleyen yağmur damlalarının refakatinde geçtik aradaki mesafeyi.

Zeliha kaynağından beslenen Halilü’r-Rahman Gölünde, mübarek addedilen balıkların sevimli hareketlerle dalgalandırdıkları suyun şıpırtısı idrakimizi canlandırınca merakla etrafı temâşâya başladık.

Yukarıda, Damlacık dağının kuzey eteklerindeki tepeyi boydan boya saran muhteşem kaleyi ve mancınık direği olarak kullanılan heybetli sütunları, aşağıda da duru gölü ve hareketli balıkları görünce o meşhur mucize canlandı muhayyilemizde.

Nemrut, kendisine inanmayıp putlarını kıran Hazret-i İbrahim’i, tepedeki mancınıkla burada yaktırdığı dehşetli ateşin içine attırdığı zaman o “Hasbünallahü ve ni’mel-vekil” diyerek Allah’a sığınınca “Yâ nârü kûnî berden ve selâmen” şeklindeki hitabı-ı İlâhî tecellî etmiş ve ateş denizi; suyunda balıkların yüzdüğü, kenarında güllerin açıp bülbüllerin öttüğü serin, sakin, güzel bir göl hâline gelmiş.

Tepede kaleye ve mancınık direklerine, aşağıda da göle ve balıklara baktıkça esâtir-i evvelînde vuku bulan o mucizenin, hâlâ yaşayan tezahürlerini hayretle tahayyül ve temâşâ ettik.

Rızvâiye Camiinin, Balıklı Gölü boydan boya saran işlemeli duvarları, zarif kemerleri ve onların suya akseden görüntülerinin, balıkların çıkardığı dalgalarla hareketlenişi nazarımızı uzun süre meşgul etti.

Zihnimiz, Bediüzzaman’ın mezkûr teşbihinin de tesiriyle Urfa ile Medine arasında bazı bağlar kurmaya müheyya olduğundan, bu kemerlerin mukaddes beldeleri hatırlatması sayesinde o anda kendimizi bir başka mucizeler diyarında, Medine-i Münevverede hissettik.

İçinde bulunduğumuz müstesna mekân ve hayalimizde canlanan münezzeh menzil, mânâ cihetiyle de manzara itibariyle de bütün lâtifelerimizi tatmin ettiği için âdetâ zamana sığmayan hârikulâde hâller yaşadık.

O uhrevî hazlar diyarından zoraki de olsa ayrılıp Dergâh tarafına döndüğümüzde, kalenin gölgesi düştü yolumuzun üzerine. Mazgallara bastıkça her adımda biraz daha yükseliyormuş hissine kapıldık.

Hazret-i İbrahim’in (as) ateşe atılmasına vasıta olan mancınık direklerinin gölge cihetiyle de olsa hicabından boylu boyunca yere uzanıp Halilü’r-Rahman toprağına yüz sürdüğünü görünce yaşadığımız hâlin bir his değil ruhî tekâmül merhalesi olduğunu anladık.

Çünkü Dergâh, büyük bir makama veya insanın huzuruna çıkılan yer mânâsına geliyordu. Biz de o anda Dergâh’ın eşiğine geldiğimizden öyle hisler sayesinde oraya girecek seviyeye geldiğimiz kanaatine vardık.

Dergâh’ın muhitine ayak basınca yükselme alçalma, inme çıkma, yaklaşma uzaklaşma gibi zahirî hükümler kalktı; eski yeni, mazi, hâl, istikbal birleşip kaynaşarak geçmiş, gelecek bütün zamanları hâvî bir tablo hâlini aldı.

Bir yanı tabiî kayalardan, diğer tarafları yontma taştan yapılmış cephesi kemerli üstü kubbeli eyvanlardan ve işlemeli duvarlardan meydana gelen küçük bir avluda şekillenmişti bu manzara.

Bir ucunda daha çeyrek asırlık geçmişi olmayan Yeni Dergâh Camii vardı o avlunun, diğer ucunda iki yüz küsur yıllık maziye sahip Mevlid-i Halil Camii, yan taraflarında da üç farklı mimarî üslûpta yapılmış beş minare ile iki küçük mescit.

Avluda, suyun hayat bulup şifa kaynağı olduğu kuyu da vardı; kurda, kuşa, ota, çiçeğe, ağaca hayat veren havuz da. Fakat hepsinden mühimi, orada bulunan iki mânevî makamdı.

Makam-ı İbrahim Aleyhisselâm ve Makam-ı Bediüzzaman...

Aslında makam değil makberdi Bediüzzaman’a ait olan yer. Makam sahibinin gaybî dâvetine icabet ederek gelmiş, Emr-i Hak vaki olunca da onun Dergâh’ında kendisine tahsis edilen yere defnedilmişti.

Fakat bu mucizeler menzilinde kerâmetvâri hâller zuhur etmiş, bir gece ihtilâlciler Hazret-i Ali gibi kabrinin gizli kalmasını isteyen Bediüzzaman’ın mezarını yıkıp kabrini açarak nâşını Isparta’da meçhul bir yere nakletmişler ve bilmeyerek de olsa onun vasiyetini yerine getirmişlerdi.

Teşekkülünden 111 gün sonra boşaltılınca makam hâline gelen mezarın başında, ders niyetine mezar taşına yazılan kitabeyi ve Eddâi’yi okurken düşünmüştük bunları.

Ardından, makama konan saksı çiçeklerine bakarak üç İhlâs bir Fatiha okuyup ruhlara bağışladık ve oradaki ziyaret vazifemizi ifa ettikten sonra Hazret-i İbrahim’in (as) doğduğu yere geçtik.

Burası büyükçe bir taş kovuğuydu ama içeriye girdiğimiz anda bedenimiz dinlendi, gönlümüz ferahladı, ruhumuz rahatladı. Şuayb Aleyhisselâmın makamında ve Hazret-i Eyüb’ün (as) mağarasında hissettiğimiz ahvâle benzer bir hâlet-i ruhiyeye büründük.

Artık yazılamayan, anlatılamayan; hazzı, ancak yaşandığı takdirde tadılabilen uhrevî bir menzildeydik. Ruhumuzun ihtizaza gelmesiyle her türlü zahirî hâli ve hareketi dışarıda bırakıp o mânevî hazlar denizine daldık.

25.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (18.02.2007) - Bir kış seyahati

  (11.02.2007) - Hüsn-ü zan mümkün oldukça...

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

  (14.01.2007) - Bu zamanda çocuk olmak

  (07.01.2007) - Âcziyetin zaferi

  (31.12.2006) - Bayramiye kasideleri

  (24.12.2006) - “Ankara’nın sisli yamaçları”

  (17.12.2006) - Ay yükseldiği yerde parlar

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004