Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (7)



Farklı zamanlarda iki oturumlu olarak gerçekleştirilen "Lozan Konferansı" esnasında (1922 sonu, 1923 ortaları), yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulması hazırlıkları da devam ediyordu.

Lozan'a katılan ecnebi delegasyonu, yaptıkları gizli görüşmelerde, yeni kurulacak devletin "dinsiz" olmasını ve dinle, mâneviyatla alâkası olmayan yeni bir neslin yetiştirilmesini istiyordu.

Zira, mâneviyatı yerinde olan milletten hem korkuyorlardı, hem de "hak din"e olan "ezelî husûmet"lerinden dolayı, Türkiye'deki bilumum mukaddes değerlerin "yerlebir" edilmesini arzuluyorlardı. Buna mukabil ise, anlaşma şartlarının kolayca sağlanacağını bizimkilere iletiyorlardı.

Konferansın birinci celsesinde kat'i bir netice alınamayınca, tekrar toplanmak üzere görüşmelere ara verildi.

Yeni hükümet merkezi Ankara ise, bu zaman zarfında mânen çalkalandıkça çalkalandı. Zira, o menhus talepler getirtilip milletin iradesine dayatılmış durumdaydı: Prutluk (protestanlık), tabiatperestlik, dinde reform, eğitim sisteminin dinden sıyrılması, her yönüyle bozulmuş Avrupailik dayatması...

İşte, o tarihte Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, hissettiği o bozuk hava ve dayatılmak istenen on menhus talepler karşısında şunları söyler: "1338’de (1923) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imânın erkânına ilişecek!" (Lem'alar, s. 181.)

Sinsice taarruza geçen o ejderhanın tahribatına karşı kaleme sarılan Üstad Bediüzzaman, Arapça "Tabiat Risâlesi"ni telif eder. Bu risâleyi Ali Şükrü Beye ait Tan Matbaasında tâbettirir.

Ne var ki, Arapça bilenlerin az ve ehemmiyetle bakanların da nâdir olması yüzünden, o risâlenin tesiri de zayıf ve sınırlı kalır.

Bu sebeple "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu" diyen Said Nursî, yeni nesillere hizmet adına o risâledeki hakikatleri daha sonra Türkçe olarak beyan eder.

Nursî, bu yeni tanzimli risâlenin baş kısmına ise, dikkat çekici şu notu ilâve eder: "Bu risâlenin sebeb-i telifi, gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla, hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir." (Age, s. 180.)

Evet, dinsizliği tabiata bağlayarak Kur'ân'a hücum edenler, ne yazık ki 1923 yılından itibaren kuvvet buldular ve önemli ölçüde mesafe alarak tatbikatta kısmen başarılı da oldular.

Ancak, şükürler olsun ki, onların karşısına Risâle–i Nur gibi kuvvetli imanî ve Kur'ânî hakikatlerle çıkıldı.

İşte, o sarsılmaz hakikatler sayesindedir ki, âdeta uyuşturulmak sûretiyle dinden, imandan, ahlâktan bütünüyle kopartılmak istenen nesiller, bir müddet sonra yeniden uyandı ve bilumum mukaddes değerlerine dört elle sarılmaya başladı.

Böylelikle, son yüz yıllık "nur ve ateş" arasındaki amansız mücadelenin de en çetin ve en dehşetli devresine girilmiş oldu.

1924'ün başlarından itibaren, dinî eğitim, terbiye ve tedrisatın verilmiş olduğu bütün kurum ve kuruluşlar kapatıldı. Yeni nesiller, dinden ve mâneviyattan tamamıyla yoksun bırakıldı. Her yönüyle Avrupaî bir hayat tazrına zoraki şekilde geçiş yapıldı.

1928'e gelindiğinde ise, bin yıllık Kur'ân yazısı kökten yasaklandı. Böylelikle, yeni yetişen nesiller karanlıklar içinde yol almaya çalıştı.

Buna mukabil, Kur'ân şâkirdleri de, Kur'ân'ın hem hattını muhafazaya, hem de Risâle–i Nur ile Kur'ân'ın mânasını neşr ve ilân etmeye canla başla çalıştılar.

Nur ve ateş arasındaki mücadele, 1930'larda doruk noktasına çıktı. Zira, Muhammedî ezan okumak ve hatta "Allahu ekber" demek dahi yasaklandı.

Nur'un şâkirdleri ise, bu yasağa da boyun eğmedi ve hapis, sürgün, zindan... her türlü ezâyı, cefâyı göze alarak, İslâmın bu en yaygın "şeâir"ini yaşamaya/yaşatmaya devam ettiler.

(Devam edecek)

GÜNÜN TARİHİ 27 Şubat 1924

Son halifeye 'Cuma selâmlığına son!' ihtarı

Millet Meclisi tarafından 19 Kasım 1922'de halife seçilen Abdülmecid Efendiye, "ayağını denk alması" yönünde yeni bir ihtar çekildi.

Hilâfetin adım adım kaldırılması yönünde fikir birliğine varan M. Kemal ile İsmet Paşanın talimatı, son Halife'ye şu şekilde bildirildi: "Bundan böyle, Fatih'in kavuğunu takmayacak ve Cuma Selâmlığına da bir daha çıkmayacaksın!"

Esasen, Cumhuriyet'in ilânından hemen sonra başlayan "Halifeliğe son verme" teşebbüsleri, 1924'ün ilk günlerinden itibaren aleniyete dökülmüş ve fırsatların ortaya çıkması için bekleme safhasına geçilmişti.

Nihayet, beklenen fırsat da çıktı. Abdülmecid Efendi, baş kâtibini Ankara'ya göndererek, hükümetten bazı taleplerde bulundu. Meclis'in kararıyla kendisine tevdi edilmiş olan Hilâfet vazifesini sürdürebilmesi için yaptığı bu talepler, Başbakan İsmet Paşa tarafından o tarihde İzmir'de bulunan Reisicumhur M. Kemal'e iletildi.

M. Kemal ise, halifenin talebine mukabil başbakana hitaben şu beyanatı gönderdi:

"Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lâzımdır ki, halife ve halife makamının, hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mâna ve hikmet–i mevcudiyeti yoktur.

"Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla mevcudiyetini, istiklâlini tehlikeye mâruz bırakamaz.

"Hilâfet makamı, bizce en nihayet 'tarihî bir hatıra' olmaktan fazla bir ehemmiyeti hâiz olamaz.

"Hükümet ricâlinin veya resmî heyetlerin, kendisiyle temasını talep etmesi dahi, Cumhuriyetin istiklâline açık bir tecavüzdür."

(Bkz: Türkiye Tarih Kurumu Yayınlarından "Atatürk ve TC Kronolojisi", s. 407.)

Bu sözler, aslında Hilâfet makamının da sonunun geldiğini gösteriyordu. 3 Mart 1924'te Meclis tarafından alınan bir kararla, Halifeliğe son verildi ve Osmanlı Hanedanına mensup bütün nüfus hudut harici edilmiş oldu.

Kıssadan yarım hisse: "Atatürk, dinî ve mukaddes bildiğimiz bütün değerlere sahip çıkmıştır" diyenlerin kulakları çınlasın.

27.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (26.02.2007) - Muhtelif konular

  (24.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (6)

  (23.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (5)

  (22.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (4)

  (21.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (3)

  (20.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (2)

  (19.02.2007) - Nur ve ateş arasında yüz yıl (1)

  (17.02.2007) - Mecelle yerine Avrupaî kanunlar

  (16.02.2007) - İnsan yetiştirme projesi

  (15.02.2007) - Yanılan kim? (2)

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004