Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Mitingleri nasıl okumalı?

Olağanüstü durumlar, gerilimlerden bir türlü kurtulup, normal koşullara geçemiyoruz. Her alanda tam anlamıyla kavramlar karmaşası yaşanıyor.

Parlamenter demokratik sistemimiz askeri darbelere kapıyı açık bırakmış. Bir yandan demokratikleşmeye çalışıyoruz, demokrasi vazgeçilmez temel doğrultumuzdur diyoruz, öte yandan başta Anayasamız olmak üzere tüm yasalara ve hukuk sisteminin ruhuna hâlâ 12 Eylül’cü cuntacıların kurucusu iradesi egemen. Siyasal alanla, askeri, sivil bürokratik alanın sınırları, yetkileri ve sorumlulukları nerede başlıyor nerede bitiyor, kim kimi yönetiyor; kim kimi denetliyor, hem belirli hem belirsiz.

Genelkurmay Başkanı, bir siyasi parti lideri gibi, zaman zaman ana muhalefet lideri, zaman zaman da Başbakan gibi açıklamalar yapıyor, basın toplantıları düzenliyor. Genelkurmay Başkanı bütün bu tutum ve davranışlarını, Atatürk düşüncelerine ve cumhuriyete, rejime sahip çıkmak ideolojisine dayandırıyor.

Dünyanın hangi demokratik ülkesinde bu derece politikleşmiş ve günlük politikanın içinde yer alan ve yön belirten ordu vardır acaba. Bu nedenle, demokratikleşme alanının genişlemesi ne zaman gündeme gelse, ordu ile karşı karşıya geliniyor. Rejimin, sistemin, devletin resmi ideolojisinin koruyucusu, kollayıcısı ve bunların sınırlarının belirleyicisi, sorumluluğu orduya aittir, tartışma götürmez biçimde zihinlere yerleştirilmiş buluyor.

SİYASETİN SINIRI “KEMALİZM”

27 Nisan Muhtırası’na karşı 29 Nisan yürüyüşünde tepki olmamasını anlamak mümkün. Durum böyle olunca, siyasal alanın genişliği ve darlığını belirleyen, Genelkurmay heyetlerinin Atatürkçülük ve Kemalizm algılaması çerçevesi oluyor. Ordu siyasal alanda gölge olarak en büyük siyasal parti gibi duruyor, böyle algılanıyor. Şeklen Başbakan’a bağlı olmasına karşın fiilen siyasetin merkezinde yer alıyor. Kendini bağlı hissettiği Atatürkçü ideolojisi, orduya ideolojik-politiklik olarak tutum almakta, politikanın içinde yer almasına süreklilik kazandırıyor. Bu durum aşılmadıkça orduyu siyasal alandan uzaklaştırmak mümkün görünmüyor. Ve, siyasal alanın genel çerçevesi Kemalizm-Atatürkçü düşünce ile sınırlanıyor ve bu sınırların koruyucusu da TSK olarak tanımlanıyor.

Böylesi siyasal ortamda, farklı siyasal düşüncelere, politikalara sahip partilerin de anlamı kalmıyor. Siyasal alandaki çoğulculuk, farklı siyasal düşüncelerin siyasal alanda yer alması rejim açısından tehlike olarak tanımlanıyor. Milli Siyaset Belgelerinde iç ve dış düşman tanımlamaları yapılırken rejim yandaşı ve rejim karşıtı ayrımı yapılıyor. Rejim tanımı ise, demokrasi kriterleri çerçevesinde yapılmıyor. Atatürkçülük algılaması doğrultusunda yapılıyor. Bu algılama sürekli olarak gerilimler ve korkular üretiyor.

Sistem normalleşemiyor, süreklilik kazanan olağanüstü durumlar yaşanıyor. Demokrasinin kuramları ve kurallarıyla işlemesi için yapılması gerekenler çok açık ve net: 12 Eylül’ün, Anayasa, siyasal sistemde ve hukuktan arındırılması gerekiyor. Bugün cumhurbaşkanı seçiminde ortaya çıkan hukuk karmaşası, parlamentonun toplum iradesini yansıtıp yansıtmaması sorunları 12 Eylül rejiminin hâlâ sürüyor olmasının sonucu değil midir.

KALABALIKLARIN RUH HALİ

İşte bu ve benzeri kavram kargaşaları, toplumun politik tutum alma, tepki gösterme zihniyetini de karıştırıyor. Toplum, tutarlı siyasal davranışlar, tutumlar yerine, ortaya konulan senaryolara, psikolojik harekat merkezlerinin hazırladıkları oyunlara göre duygusal tepkiler gösteriyorlar. Tarih bilincimizi biraz yoklarsak: 12 Eylül’ün nedeni Konya mitingi, 28 Şubat’ın sebebi Sincan’da bir tiyatro oyunu, 27 Nisan bildirisinin gerekçesi Urfa’daki kız çocuklarının Kutlu Doğum Haftası...

Duygusal tepkiler epeyce bir zamandır, belirli merkezlerin de desteği ile ulusalcılık/milliyetçilik ekseninde, Atatürkçülük ideolojisi merkezli büyütülmeye çalışılıyor. Türk bayrağı simgesi eksenli ulusalcılığın çok tehlikeli yollara kayması mümkün. 14 Nisan ve 29 Nisan mitinglerini hem siyasal, hem sosyolojik olarak derinlemesine okumak gerekiyor. Milliyetçi/ulusalcı tepkilerle, yoksulluk, işsizlik, adaletsizliğe karşı tepkiler, politik bir rotaya oturmazsa, bu tepkinin, öfkeye ve neo-faşist saldırganlığa dönüşmesi kaçınılmaz olabilir. Sanki böylesi gerilimi yaratmak isteyen, maniple edilmiş “sivil toplum örgütleri” adı altındaki militarist, ırkçı, neo-fasit yapılar, kırmızı beyaz Türk bayrağı simgesini, kendileri gibi düşünmeyenler için saldırma simgesine dönüştürmeye çalışıyorlar. Kırmızı-beyaz rengi kitle kültürümüze de uygun biçimde kullanılıyor. Resmi ideolojinin yıllarca ve yıllarca empoze ettiği, bilinçaltımızda yerleşmiş olan “vatanı, milletiyle, kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız bir milletiz” tezinin bilince çıkması olarak okunabilir.

Kırmızı beyaz rengi, bir yandan, siyasal olana, siyasete tepki olarak, siyaset üstü alternatif olarak ileri sürülüyor. Öte yandan, Atatürkçülükle özdeş olarak ifade edilen, sol söylemli ulusalcılık/ tam bağımsızlık sloganlarını, laiklik, modernlik ve çağdaşlıkla bütünleştirerek siyasal bir duruş ortaya konuluyor. Bir üçüncüsü, kırmızı beyaz rengi ve Türk bayrağı, laiklik’i korumanın simgesi olarak, “şeriat düzenine”, şeriatla özdeşleştirilen türbana karşı ve çağdaş yaşam alanını korumanın simgesi olarak sallanıyor.

SİYASETİN ÖLÜMÜ

Yaşadığımız bu süreç, siyaseti tümüyle devre dışı, etkisiz bırakıyor. Militarizm, otoriter düşünce, şovenizm, ulusalcı/milliyetçi-neo-faşizme doğru açılma tehlikesi taşıyan bir süreç gelişiyor. Etkisizleşen siyasal partilerin bıraktığı boşluk-alan “sivil toplum” tarafından dolduruluyormuş gibi görünüyor. Manipüleye açık olan, politik yönlendiricilikten uzak bu “sivil toplum” yöneliminin eğilimi demokratikliği/demokratlığı çok fazla içermiyor. Bu süreç ya Türkiye’de yeni bir sol dalgayı ortaya çıkartır. Ya da kendini sol diye tanımlayan ulusalcılar/ Türkiye’yi neo-faşist tehlikeli sulara doğru sürüklerler.

Siyasal alan daraltıldıkça, militarist, otoriter alan genişliyor. “Cumhuriyet değerleri” alanını genişletme çabaları, demokrasi alanını daraltıyor.

Yeni Şafak, 2.5.2007

Hüseyin ÇAKIR

03.05.2007


 

Demokratik rejimi tehlikeye atan milat

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk iki turu için toplantı yeter sayısı için 367 şartını arayan bir “içtihat hükmü” vererek, 27 Nisan günkü oylamaya ilişkin “yürütmeyi durdurma” kararı aldı. Yani, CHP’nin başvurusunu kabul etti.

Bir önceki yazımızda, Bundan sonrasını en azından, “en kısa vade” açısından kestirebilmek çok zor değil; bugün ya da yarın TBMM Cumhurbaşkanlığı ikinci tur oylamasından önce, Anayasa Mahkemesi kararı açıklanmış olacak ve bu karar, CHP’nin başvurusuyla aynı doğrultuda ‘367 şartı’nın doğru olduğunu bildirecek” diye yazmıştık.

Nitekim, böyle çıktı.

Bu kararın, aslına bakarsanız, Ak Parti dahil, tüm siyasi partileri rahatlattığına kuşku yok; çünkü “siyasi kriz”, hem de ağır bir siyasi kriz içindeyiz ve bundan çıkış yolu için üzerinde hemen herkesin ittifak ettiği husus, “erken seçim” olduğu için, “erken seçim” kapıları açılmıştır.

Böyle bir “içtihat”ın, Türkiye’nin önünde bir dizi “anayasal hukuk sorunu” üreteceği anlaşılıyor ama bizim üzerinde duracağımız işin bu bölümü değil.

Burada “hukuk yorumu” yapmıyoruz; bu iş hukukçulara ait. “Siyasi yorum” yapıyoruz. Konusuna göre de, “pozisyon” alıyoruz.

Gelip dayandığımız noktanın “siyasi tahlili”, Anayasa Mahkemesi kararının ne olacağından bağımsız bir “siyasi kriz” hali. Anayasa Mahkemesi, hangi şekilde karar vermiş olsaydı, bu, ancak, “siyasi kriz”in bundan sonra nasıl ve hangi yönde yol alacağını etkileyecekti. Çünkü, “siyasi kriz durumu” içine bir süredir zaten girmiş bulunuyoruz.

Bunun “miladı”nın ne olduğu herkesin “siyasi tercihi”ne göre değişiyor. Ama, bir “siyasi kriz”e girmiş olduğumuz, bir olgu. Tercihlerden bağımsız, bir objektif durum.

Aslında, bundan da ağır bir durum söz konusu. “Demokratik rejim tehlikede”! Demokratik rejim tehlikede, çünkü 27 Nisan gecesinden beri, zaten ortaya çıkmış bulunan “siyasi kriz”e bir de “askeri müdahale” eklendi ve eklenerek “siyasi kriz”in boyutlarını genişletti ve kriz halini derinleştirdi.

Türkiye’nin demokrasisinin sayısız eksikleri ve kusurları olduğu tartışma götürmez. Ama, bu asla mükemmel olmayan rejim, tüm eksikliklerine rağmen bir “demokratik rejim”dir ve bir “askeri müdahale” karşısında kalmaktan öteye, böyle bir rejim için hiçbir “acil tehlike” olamaz.

“Askeri müdahale”den kaynaklanan sorun, bunun hükümete ya da seçimle iş başına gelmiş olan Ak Parti iktidarına yönelmiş olması değildir. Bundan ötededir. Bu müdahale, bizim “demokratik varoluşumuz”a yöneliktir. Bizim, mevcut hukuk sistemi içinde Ak Parti iktidarına karşı mücadele ve iktidar değiştirme hakkımıza tecavüz niteliğindedir.

Ak Parti’ye bizim gibilerin karşı pozisyon alması için çok neden var. Örneğin, “demokratik reformları” bir yılı aşkın süredir savsaklamalarını, TCK’nın, Türkiye’yi oksijensiz bırakan ve bir “demokratik rejim”in temelini oluşturan “ifade özgürlüğü”nü boğan 301. maddesini korumaktaki tavrını, yüzde 10 seçim barajında ısrar ederek, toplumun TBMM’deki adaletli temsilinin önüne dikilmesini, devletteki kadrolaşma tavrını, cemaatçi davranışlarını vs. vs. hiçbir vakit benimsemedik. Bütün bunlara karşıyız. Ama, Ak Parti’ye karşı muhalefeti, “süngü gölgesi”nde yürütemeyiz. O zaman, “demokratik zemin” üzerinde hareket ediyor olamayız. Silahlı Kuvvetler’in “sivil öncü birlikleri” olmaktan başka bir özelliğimiz kalmaz. Öyle bir rejimin adı da demokrasi olmaz.

27 Nisan ve Anayasa Mahkemesi’nin dünkü kararından sonra, “bir numaralı önceliğimiz”in “demokratik rejimi ayakta tutmak” olduğunda toplumsal mutabakata varmalıyız. Bu nedenle, gelinen noktada, Abdullah Gül’ün adaylığı üzerinde ısrarla Cumhurbaşkanlığı turlarını zorlamaktan ziyade, “seçim”in sunacağı “ülke dengesi tablosu” üzerinden, tartışma zeminini ortadan kaldıracak, en azından bugüne oranla daraltacak bir Cumhurbaşkanı seçimine ulaşmak doğru olacaktır.

Zamanın darlığını göz önüne alırsak, burada, en büyük sorumluluk, hükümet partisine, TBMM’de önemli çoğunluğa sahip Ak Parti’ye düşüyor. Mümkün olduğu kadar esneklik göstererek, kendi bünyesi içinde “geniş toplumsal kesimleri” yansıtan bir “demokratik ittifak” haline bürünerek, seçimlere ilerlemesi gerekiyor.

Aksi halde, bugün içine girdiğimiz “derin siyasi kriz”i, üç-beş ay sonra tekrarlamaktan öteye, demokratik rejim üzerinde bugünkü tehdidin devamını sağlamaktan, demokrasiyi aşırı kırılganlıktan kurtarmış olamayız.

Referans, 2.5.2007

Cengiz ÇANDAR

03.05.2007


 

‘Az darbe, az irtica, az demokrasi’ formülü

Duygusal tepkilerin yükseldiği ve bir çatışmanın ilk adımlarının atıldığı bir ortamda serinkanlı ve sağlıklı bir değerlendirme yapmak kolay değilse de son günlerde yaşananları hatırlayarak bazı saptamalar yapmak mümkün.

Cuma gecesi Genelkurmay’ın internet sitesinde yer alan açıklama, askerin belli koşullar altında rejime müdahale edebileceğini açıkça ortaya koyan bir muhtıra.

Cumartesi günü hükümet adına yapılan açıklama ise acıklı bir itiraf. Açıklamada Genelkurmay açıklamasının “hükümete karşı bir tutum olduğu” belirtiliyor ve “Başbakanlığa bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez” deniyor. Böylece “düşünülemez” olanın gerçekleşmiş olduğu kabul edilmiş oluyor.

Bu tablo aslında Türkiye’de bir rejim krizinin ilk adımlarının atıldığını gösteriyor. Tarafların bundan sonra atacağı adımlar ve yapacağı güç gösterileri, hassas dengeleri bir anda bozabilir. Her iki tarafın da “kararlı” olduğu yolundaki duyumlar bu tehlikeyi artırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına karşı toplumda biriken tepkileri açığa çıkaran ikinci büyük kitle gösterisi olan Çağlayan mitinginde “Ne şeriat, ne darbe” sloganı da atıldı ama birçok katılımcının askerin son muhtırasını olumlu bulduğu da gözden kaçmadı.

Baykal dramı

Bunların ötesinde Meclis’teki tek muhalefet partisi konumundaki CHP’nin tavrı da olası bir rejim krizine çanak tutuyor ne yazık ki.

Önceki gün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın basına yaptığı açıklamaları izlerken mideme kramp girdi. Olan bitenden yalnızca iktidarı sorumlu tutan Sayın Baykal, Genelkurmay’ın gece yarısı muhtırasına karşı bir kelime bile etmemeye özen gösterdi. Tersine, AKP’yi frenleme çabasında bir müttefik bulmanın mutluluğunu yaşıyordu sanki.

Türkiye’nin tek hâkimi haline gelme rüyaları görürken fena bir çelme yiyen AKP iktidarı durumun vahametini kavrarsa “az darbe - az irtica - az demokrasi” formülüyle, olası bir seçime kadar oyalanabiliriz belki de.

Milliyet, 2.5.2007

Osman ULAGAY

03.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004