Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O Allah ki, gökten belli bir ölçüde su indirir. Sonra onunla ölmüş bir beldeyi diriltiriz. Siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız.

Zuhruf Sûresi: 11

16.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Zulümden sakınınız. Çünkü zulmün cezasından daha sür'atli gelen hiçbir cezâ yoktur.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 147

16.05.2007


Siyaset cereyanları sizi tefrikaya atmasın

Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin. “El-hubbu fillah ve’l-buğzu fillah” (Allah için sevmek, Allah için buğz etmek - Buharî, Îmân: 1.) düstur-u Rahmanî yerine (el-iyazü billâh) “El-hubbu fi’s-siyaseti ve’l-buğzu li’s-siyaseti” (Siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmek) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.

Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni bir sûrette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadisatına merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, “Zarara razı olana şefkat edilmez” mânâsındaki “Er-razî bi’z-zarari lâ yunzeru lehû” kâide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

İşte buna binâen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.

Kastamonu Lâhikası, s. 88-89

Lügatçe:

tefrika: Ayrılık, bölünme. ittihat: Birlik, birleşme. dalâlet: Hak ve hakikatten, dinden apma, ayrılma. fırka: Grup, parti, topluluk. düstur-u Rahmanî: Allah’ın Rahmanî düsturu. el-iyazü billâh: Allah’a sığınırız, Allah korusun. düstur-u şeytanî: Şeytana ait prensipler, kaideler. elhannâs: Sinsî şeytan. şerik: Ortak. ifsad: Bozma, fesada verme. selâmet-i kalb: Kalbin korku ve kötülüklerden kurtulması. istirahat-i ruh: Ruh istirahatı. küre-i arz: Dünya. ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar. ehl-i gaflet: Gaflete dalanlar, Allah’a ve emirlerine aldırış etmeyenler. rahmet-i umumiye-i İlâhiye: Allah’ın umumi rahmeti. hikmet-i tamme-i Sübhâniye: Kusursuz ve noksansız olan Allah’ın her şeyi bir maksat ve gayeyle yaratmış olması. nev-i beşer: İnsanoğlu. rikkat-i cinsiye: Cinsî şefkat, insanın kendi cinsinden olana acıması. mâlâyâni: Boş, manasız. elzem: Çok lüzumlu, en lüzumlu. selb: İptal etme. Kaldırma, giderme. ehl-i tevekkül ve rıza: Allah’a tevekkül edip; bağlanıp kadere razı olanlar. iman-ı tahkikî: Tahkiki iman, imana dair bütün meseleleri inceleyip delil ve bürhan ile inanma. kemal-i hikmet: Hikmetin mükemmelliği. cemâl-i adalet: Adaletin güzelliği. kemal-i teslimiyet ve rıza: Tam bir teslimiyet ve razı oluş. rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın terbiye ediciliği. hayat-ı uhreviye: Ahiret hayatı.

16.05.2007


ESMA-İ HÜSNA

Vâhid

Allah (c.c.), Vâhid’dir. Yani birdir, biriciktir, tektir, eşsizdir, benzersizdir, Vâhid’dir, Ehad’dir. Bölünme ve parçalanma kabul etmez. Ondan başka İlâh yoktur. Zâtında dengi olmadığı gibi, fiillerinde ve sıfatlarında da eşi ve benzeri yoktur. Hiçbir şey Ona denk ve küfüv değildir.

Hem Ebû Hüreyre’nin, (r.a.) hem de Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettikleri Vâhid ismi1 Kur’ân’da da zikrolunur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O ancak bir İlâhtır, Vâhiddir. O halde yalnız Benden korkun.’”2 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak, “De ki: ‘Ben sadece bir uyarıcıyım. Vâhid ve Kahhâr olan Allah’tan başka ilâh yoktur”3 buyurur.

Bedîüzzaman’a göre, yerdeki zerrelerden, gökteki yıldızlara kadar bütün varlıklar, Cenab-ı Hakkın zarûrî varlığına gündüz gibi birer bürhandırlar. Bütün kâinattaki silsilelerin her biri, Onun vahdâniyetine ve birliğine kat’î birer delil teşkil ederler. Kur’ân, vahdâniyeti açıklıkla ispat eder.4 Kâinatta canlı cansız ne varsa, Allah’ın birliğini ispat ederler ve bir Kadîr-i Mutlakı gösterirler.5 Faaliyet halinde bulunan binlerce umûmî fiillerin ve yüzlerce İlâhî isimlerin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyâsı, hem kemâli, hem ihâtâsı, hem ıtlakı, hem nihâyetsizliği vahdetin ve tevhîdin gayet kuvvetli birer delilidirler.6 Bu kâinat, bin birlik perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibi, Allah’ın isimleri ve umûmî fiilleri adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekber hükmünde, mahlûkat birimleri adedince dallarına vahdetler ve birlikler asılmış, yaratılışın tûbâ ağacı niteliğindedir.7 Çünkü, eksiksiz intizam ve âhenkli mîzan, yalnız vahdetle olabilir. Birden fazla elin, bir tek işe karışması halinde, o işi karıştıracağında şüphe yoktur.8

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, varlıkları kuşatan birlik imzâsı ve vahdet mührü gözden kaçacak cinsten değildir. Öyle ki, kâinat başlı başına bir muntazam şehir, bir muhteşem saray, bir mânidar kitap, bir cismânî ve mu’cizekâr Kur’ân hükmünde bulunduğundan büyük bir vahdet ve birlik göstermektedir. Meselâ, bu sarayın lambası olan güneşi bir, takvimcisi olan ayı bir, ateşli aşçısı bir, sakacı süngeri bir, sucusu bir, bir, bir... tâ bin birler kadar birlikleri ve vahdetleri göstermekle her şey, “O sarayın, o şehrin, o kitabın ve o cismânî Kur’ân-ı Kebîrin sahibi, Hâkimi, Kâtibi ve Musannifi, hiç şüphesiz Mevcud, Vâhid ve birdir” hükmünü ispat etmektedir.9

Vâhid-i Ehadi kabul etmemekle, mevcûdât adedince ilahları kabul etmek lâzım geleceğini beyan eden Bedîüzzaman, bir şeyden her şeyi, her şeyden de bir şeyi yapmanın, her şeyin Hâlıkına mahsus olduğunu; meselâ, toprağın her bir zerresinin bu birlikle bütün tohumlara ve çekirdeklere analık ve kaynaklık edebileceğini, eğer toprak bir emirle hareket etmiyor ise otlar ve ağaçlar adedince mânevî kalıplarının ve makinelerinin bulunması lâzım geleceğini; ya da toprağın her bir zerresine, bütün tohumların ve çekirdeklerin teşkilât yasasını bilen, yapan, bütün onlara giydirilen sûretleri tanıyan ve diken bir san’at ve kudret vermek lâzım geleceğini, bunun ise deli saçmasından başka bir şey olmayacağını; netice itibariyle her şeyin vahdâniyete şehâdetinin, kendine olan delâletinden daha açık olduğunu kaydeder.10

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, madem göklerin ve yerin yaratılışı, bir Sâni-i Kadîri ve o Sâni-i Kadîrin nihâyetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz bir kudretin nihâyetsiz bir kemâlde olduğunu gösterir. Elbette şeriklerden ve ortaklardan sonsuz derece uzaklık vardır. Hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yoktur. Ulûhiyette ortaklık dâvâsı imkânsız olduğu gibi, îcat ve terbiyede de aslâ bulunmazlar. Çünkü, göklerin ve yerin yaratıcısındaki kudret hem nihâyet kemâlde, hem nihâyetsizdir. Eğer ortak bulunsa bir diğer kudretin, o nihayetsiz ve gayet kemâldeki kudreti mağlûp etmesi, bir kısım yer zapt etmesi, ona bir son ve hudut vermesi ve onu âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde onu sınırlaması lâzım gelir. Bu ise, hiçbir mecburiyet olmadan bir sonlu şeyin, sonsuz bir şeye, sonsuz olduğu bir vakitte son vermesi ve sonlu yapması demek olur ki, böyle düşünmek, zırvaların en zırvası, mantıksızlıkların en katmerlisidir.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 86; Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 240. 2- Nahl Sûresi: 51. 3- Sâd Sûresi: 65. 4- Sözler, s. 554. 5- A.g.e, s. 555. 6- Şuâlar, s. 25. 7- A.g.e., s. 31. 8- A.g.e., s. 32. 9- Şuâlar, s. 518. 10- Sözler, s. 62.

16.05.2007


Sevgi sapması

“Ey nefisperest nefsim... Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 321-23)

Yani ey kendisini çok seven (hatta tapan), nefsinin kölesi, benliğine söz geçiremeyen nefsim! Bir gayr-ı meşrû sevginin cezası merhametsiz musibettir.

Yani sevgi de yerinde sarf edilmelidir.

Babamın “küçük risâle” defterinden aldım bu sözü. Defterin ilk cümlesi bu. Babam risâleleri okur, yazar ve anlatır dilinin döndüğü kadar.

Evet gayr-ı meşrû sevgilerin cezasını takdir-i İlâhî veriyor ve bu da merhametsiz bir musibet oluyor.

Günümüzde aşklar ve sevgiler, genelde gayr-ı meşrû zeminlerde ve mecrada yaşanıyor ne yazık ki.

Şarkılara, türkülere bir baksanıza. Eminim diziler de—ben izlemediğim için bilmiyorum—öyledir.

Bütün bunlar muhabbet-i gayr-ı meşrûa oluyor.

Oysa Üstad demiyor mu “Helâl dairesi keyfe kâfîdir” diye. Harama girmeye ne lüzum var?

Merhametsiz bir musibete dûçar olmak istemiyorsak, gayr-ı meşrû işlerden, sözlerden, aşklardan da sarf-ı nazar etmemiz gerekiyor.

Sevgi duygusu, insanın en temel duygularından biridir. İnsan her şeyi, bütün varlığı ve insanlığı sevebilir, sevmelidir de. “Yaratılanı sev, Yaratandan ötürü” demiyor mu Yunus Emre? Ancak konumuz ve kastımız bu değildir.

Gayr-ı meşrû muhabbet, insanın sırf dünya ehli gibi düşünmesinden kaynaklanıyor. İnsan sadece bu dünya için yaratılmamıştır ki haram-helâl demeyip ne varsa yaşasın.

İnsan iki yönlüdür, inanan iki dünyayı da göz önüne almak durumundadır. Dünyada ahiretin hesabını yaparak yaşamalıyız her konuda.

Geçenlerde okuduğum bir kitapta (Ruh Eczanesi) diyor ki: “Ne yazık ki dinler bedene tamamen karşı çıkmışlardır.” Bu, doğru bir düşünce değil. En azından semavî dinler açısından. Karşı çıkılan, gayr-ı meşrû zevkler. Yani haramlar…

Haramlar sınırlıdır, hatta sayılabilir. Oysa helâl dairesi geniştir.

Sözü, “sevgi sapmalarına uğramadan meşrû dairede kalalım” diye bitiriyorum…

[email protected]

Semra ULAŞ

16.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004