Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

“Bu parti bizi ezanımıza kavuşturdu”

Cumhuriyet idaresi, toplumdan, onun değerlerinden yabancılaşmış, bir siyasi projeyi tepeden topluma dayatan bir seçkinler idaresi olarak görüldü. Takdir edersiniz ki, toplumun değerlerinden kastedilen büyük ölçüde dini değerler ve sembollerdi.

Peki, bu toplumun zengini, fakiri, şehirlisi, köylüsü, işçisi, esnafı, kadını, erkeği yok muydu? Onların birbirine karşı durumu neydi? Bu önemli değildi, Cumhuriyet devrimi, toplumu, ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir zümre’ olarak tarif ediyordu. Bir ulus yaratmak için böylesine bir tarif gerekiyordu. Bu devrime ve daha ziyade onun kültür devrimine itirazı olanlar da pozisyonlarını bu şekilde belirlediler. Onlara göre de, toplum ‘kaynaşmış bir kitle’ idi ve de böyle olması gerekiyordu. Sorun, bu ‘kitle’nin kim ve ne olduğu veya ne olacağıydı. Cumhuriyetçi gelenek bu kitleyi dönüştürmeyi hedefliyordu, bu kitle modern, Batılı alabildiğine Batılı görünümlü ve seküle olacaktı. Buna itiraz edenlerin de modernlikle bir sorunu yoktu. Tanzimat’tan beri, muhafazakâr söylemler (hatta birçok durumda muhafazakâr olmayanlar) Batı’nın teknolojisini, bilimini benimsemek gerektiğini, ama manevi değer ve sembollerin koruması gerektiğini söylüyorlardı.

Çokpartili hayata geçiş

Çokpartili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi devrimin kökten ve kültürel değişimi öngören projesine karşı, toplumu fazla üzerine gitmeden modernleştirme fikrine dayalı olarak, siyasi temsil zeminini belirledi.

Dönemin önemli gazetecilerinden biri olan Emin Karakuş, 1954 seçim gezisinde Menderes’i izleyen grubun içindeymiş. Otomobilin içinde, Demokrat Parti konusunda diğer gazetecilerle hararetli biçimde sohbet ederken şoför lafa karışmış, “Bey” demiş, “Dikkat ettim sen bizim partinin aleyhinde konuşuyorsun.” Karakuş, “Söylediklerim yalan mı?” diye sormuş. Bunun üzerine, şoför, “Doğru söylüyorsun, ama değil mi ki, bu parti bize ‘Allahuekber’ dedirtmiş, minarelerimizde bize duyurmuştur, bu bize yeter.”(40 Yıllık Bir Gazeteci Gözüyle İşte Ankara, Hürriyet Yayınları, 1977, 167)

Merkez sağ ittifakın temel stratejisi

Malum, tek parti döneminde ezan Türkçeleştirilmiş ve ancak DP iktidarında tekrar Arapça okunmasına izin verilmişti. Şoförün bahsettiği olay budur. Aslında, merkez sağ siyasetin kısa tarihi de biraz budur. Geniş kitlelerin inanç, değer ve hayat tarzının siyasi temsili, liberal ekonomik politikalar ve bunlar üzerinden yürüyen bir modernleşmeyle harmanlanmış, yola böyle çıkılmış, bu yol büyük ölçüde aynı ekibin yeni koşullara uyarlanması ile devam etmiştir. Merkez sağ çatısı altında karşımıza çıkan, ilk bakışta tuhaf gibi görünen ideolojik ve toplumsal ittifakların arkasında, bu temel strateji vardır.

Radikal, 10.6.2007

Nuray MERT

11.06.2007


 

Muhtıraya doyamamak

Birkaç gündür, şu sıralarda olmakta olan bazı şeyleri İdris Küçükömer’in vaktiyle nasıl gördüğünü yazıp duruyorum. Bu arada olaylar da, o ‘önceden görülmüş’ biçimde, birbirlerine eklenerek gidiyor. Geçen gecenin ‘e-muhtıra’sıyla yeni bir aşamaya daha ulaştık.

Uzun bir süredir ‘irtica’ tehdidimiz olduğu ve ‘bölücülük’ tehdidimiz olduğu söyleniyordu, biliyorduk. ‘Komünizm’ tehdidi, 90’ların başından beri, geri plana çekilmişti. Bu üçü bizi hep tehdit ederdi ama aslında tehlikeler üç değil dörttü. Cehennemin, pek fazla sözü edilmeyen dördüncü atlısı ise demokrasiydi (kimi zaman ‘liberalizm’ kılığına da girebilirdi). Bu ikinci gece muhtırası, açıkça, dördüncü atlıyı hedef alıyor. TSK’nın ‘terörle mücadele konusunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip’ olmasının bir ‘haber değeri’ yok. Aslına bakarsanız, aşağıda sözünü edeceklerimin de o anlamda ‘haber’ değeri yok, ama gece yarısı yayımlandığına göre bir şeyi vurgulamak istediği belli.

‘Her fırsatta, yurtiçinde ve yurtdışında, barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini terör örgütüne paravan olarak kullanan’ diye başlayan bir cümlenin, yazılı olduğu kâğıtta değil ama somut hayatta nerelerde noktalanacağını bilmeyen, hele bu ülkede yaşamış olanlar arasında, yoktur. Bunlardan ‘her fırsatta’ söz edenlerin kötü niyetli kişiler olduğunu ve her fırsatta susturulmaları gerektiğini biliyoruz.

Şu da aynı kapıya çıkıyor:

“Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağdışı bir yapı olduğunu düşünen bir yaklaşım ile karşı karşıyadır. Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır.” Örneğin, ‘ulusal ve üniter yapı’mızın mükerrer sonuçlarından birinin böyle muhtıralar yayımlanması olduğunu söyleyenler bile çıkabilir. Kimileri bu muhtıralarda topluma tebliğ edilen doğruları tartışma konusu yapmaya bile cüret edebilir.

Şu cümle, gramer açısından yanlış ve bitmiyor; öznesi, yüklemi tutmuyor: “Ortaya çıkan ve giderek artan terör eylemleri, bu tür düşüncelerin ve bunları dolaylı veya doğrudan destekleyenlerin çarpık düşüncelerinin çok açık bir göstergesi olduğu şüphesizdir.” Ama gramer olmasa da, cümleyi yazanın ne demek istediği çok belli ve dilbilgisi tutmasa da ‘düşünce bilgisi’nin kesin ve yerinde olduğu anlaşılıyor.

Muhtıranın sonunda, bu ‘çarpık düşünce sahipleri’ konusunda düşünülen çözüm de açıkça belirtiliyor: ‘ulusal refleks’ çözecek işin bu kısmını.

Daha önce ülkemizi tehdit eden Hrant Dink sorununu ve Hıristiyan misyoner sorununu çözdüğü gibi herhalde. Bunun pek çok örneğini saymak mümkün, çünkü yaratılan şu ortamda ‘ulusal refleks’ çok hareketli bir halde. Her gün yeni bir başarıya imza atıyor.

Evet, şimdi bu ‘muhtıra’da ‘terör’, ‘terör örgütü’ filan, figüran olarak yerlerini almışlar. Asıl suçlu, asıl hedef ‘düşünce’. Buna ‘muhalif düşünce’ bile demeyeceğim, çünkü o muhtırayı kaleme alanla aynı fikirde olmayan herkes o hedefin içinde.

Bu muhtıra, herhalde, bizi bekleyen günleri de, o günlerde bizi nelerin beklediğini de, olabilecek en açık biçimde ortaya koymuş.

Radikal, 10.6.2007

Murat BELGE

11.06.2007


 

Kuzey Irak batağı

Seçim öncesi “oy” getirecek yatırım “Kuzey Irak’a sefer eylemek”tir.

AKP, “İşte, ne ABD’yi dinledik ne de AB’yi... Kuzey Irak’ta PKK’yı bizim iktidarımız vurdu” diyebilirse, oylarını hayli artırabilir.

Art arda kalkan şehit cenazeleri nedeniyle yürekleri yanık Türkiye insanı “ohh!..” diyecektir.

Kıbrıs’a askeri harekât, dönemin başbakanı Ecevit’in CHP’sine, ilk seçimde yüzde 42 oy getirmişti. Abdullah Öcalan’ın yakalanması sürecinde de Ecevit başbakandı. İzleyen ilk seçimde onun DSP’si, sandıktan birinci parti çıktı.

22 Temmuz 2007 seçimleri yaklaşırken, AKP karargâhında belki bu siyaset tazeleniyor olabilir.

AKP doruğu iyi düşünmeli. Tutun ki... Askere sınır ötesi harekât görevi verildi.

Ya sonra?.. Kuzey Irak içlerine yüzlerce km girerek Kandil’e “fetih harekâtı(!)” mı yapılacak?

Yoksa... Kandil, havadan mı vurulacak?

Her iki halde de Kandil’dekiler hemen dağılıp arazi olacaklardır.

Kuzey Irak köylerine, ilçe ve illerine dağılacak PKK’lılar cımbızla mı toplanacaklar?

Buna karşılık... Org. Büyükanıt’ın “Kuzey Irak’a harekâtta fayda görüyoruz” söylemi, askerin bir kurmay planı olduğunun işareti...

Kerkük’e kadar gitmek, Barzani’yi de vurmak mı? Riskli... Dünya ayağa kalkar.

Yoksa... Türkiye-Kuzey Irak sınırını oluşturan dağların arkasındaki düzlüğe inmek ve -bir süre için- güvenlik kuşağı oluşturmak mı?

PKK girişleri bu kuşakta daha etkin denetlenebilir.

Bu da askeri harekât gerekmeksizin ABD ve Irak yönetimi ile anlaşarak bile neden olmasın?

Ancak... Böyle kararlar 22 Temmuz’da oluşacak yeni Meclis’e ve yeni hükümete bırakılmalı.

Milliyet, 10.6.2007

Güneri CIVAOĞLU

11.06.2007


 

‘Sinsi plan’

Nokta Dergisi’nin neden askeri mahkeme kararıyla basılıp arandığını hatırlıyor musunuz? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘Sivil Toplum Kuruluşlarıyla’ ilişkilerini belgeleyen resmi bir evrak yayınladığı için.

Askerileşme hızla devam ediyor. Öyle ki...Artık topluma doğrudan çağrı evresine geçtik.

***

Topluma doğrudan çağrı...

‘Kitlesel karşı koyma refleksi.’

Kime?

Teröre.

Zaten konmuyor mu?

O zaman beklenen başka bir şey?

***

Ekonomiyi de zorlamaya başlayan...

Toplumu doğrudan sokağa çağıran...

Hatta bir iç çatışma ihtimalini de artıran bu gelişmeler...

En militarizm yanlılarını bile ürkütmüş gözükmekte.

Çünkü bu gidişin hayırlı olmadığı çok ortada..

***

Amaç?

Sanıyorum sadece Kuzey Irak üzerinden iktidarı sıkıştırmak...

Ya da ‘siyasal milliyetçi’ oyları yükseltmek değil.

Bunlarla birlikte Türkiye’yi AB’den de koparmak.

(...)

Sinsi Plan...

Türkiye’yi çağdaş dünyadan koparmak.

AB sürecindeki ‘insan odaklı’ değişime bomba atmak.

Tüm amacın bu olduğunu unutmayın.

Bakın, unutmayınca nasıl her şey yerli yerine oturacak.

İyice şiddete yönelmeye başlayan tüm senaryolar aydınlanacak.

Star, 10.6.2007

Mehmet ALTAN

11.06.2007


 

Kuşatma altında

Bugün Şerif Mardin’in ifadesiyle “mahalle baskısı” hakkında yazacakken öyle bir TSK baskısı geldi ki, muhtemel bir tehlike olarak “mahalle baskısı’nı konu etmek resmen lüks oldu. Hele “mahalle baskısı” biraz daha beklesin bakalım, biz artık resmen “siyasete soyunmuş” görünen TSK baskısıyla başetmeye çalışalım.

Genelkurmay’ın 8 Haziran tarihli son bildirisiyle bir kez daha ortaya çıktı ki, TSK artık bir siyasi parti gibi davranmaya başladı. Siyaset alanındaki taşeronlarının performansından hoşnut kalmamış olmalı ki, açıklamalarıyla, bildirileriyle, uyarılarıyla siyasi faaliyete artık bizzat kendisi katılıyor. Tabii herhangi bir parti gibi yapmıyor bunu. Kendisini yasama ve yürütme gücü yerine koyarak ulusa siyasi çağrı yapıyor; dost düşman belirliyor. Halkı “ulus devletten yana” ve “ulus devlete karşı” olanlar diye ikiye bölüyor. Siyasi alanı iyice daraltırken, kendisini bu alanda gerçek anlamda tek yetkili güç haline getirmeye çalışıyor. “Ulusu teröre karşı kitlesel ve refleksif bir şekilde direnmeye davet etmesini” başka türlü okumaya imkan yok. Olan bitenler hepimizin gözleri önünde olup bitiyor.

Kendilerini “cumhuriyetin kurucusu ve asıl sahibi” olarak gören güçler 27 Nisan’dan beri Türkiye’yi hızla militarist bir demokrasi anlayışına doğru sürüklemeye çalışıyor. Bu süreci ilerletirken de, Türkiye’nin malum temel kronik sorunlarını, ülkenin siyaset iklimini otoriterleştirmenin manivelaları olarak kullanıyor. Cumhuriyet mitingleri, “laiklik-şeriat” ekseninde bir kutuplaşma yaratma denemeleriydi. Hayali tehlikeler yaratılarak, kitlelerdeki şeriat fobisi kışkırtılarak hükümet sıkıştırılmaya toplumsal bir çatışma ortamı oluşturulmaya çalışıldı.

Bu olmadı. Hemen ardından, aynı kutuplaştırma çabasının diğer müzmin sorunumuz, Kürt sorunu kullanılarak azdırılmayı çalışıldığına tanık oluyoruz. Kitleleri “teröre karşı refleksif tepkiler vermeye” çağırmanın ne kadar tehlikeli bir çağrı olduğu açık değil mi? Nasıl bir ateşle oynanıyor? Şehit cenazelerinin Kürt-Türk çatışmasına dönüşmesi, kardeş kavgasının başlaması tehlikesi görülmüyor mu?

Artık apaçık ortada olan strateji, mevcut hükümeti terör meselesinde sıkıştırmaktır. Öyle bir kuşatma ki bu, hükümet TSK’nın Irak’a girmesine izin vermezse yükselen terörün sorumlusu ilan edilecek. İzin verirse zaten doğacak savaş ortamında sivil siyaset hepten boğulacak; “özel güvenlik bölgeleri” bütün Türkiye’yi kapsayacak, ne Ak Parti iktidarı kalacak ortada, ne demokrasi, ne seçim ortamı...

Bugün, 10.6.2007

Gülay GÖKTÜRK

11.06.2007


 

İçimiz, dışımız!

Türkiye’de sadece bir (yahut üç) okulun mezunları “yurt sevgisi” nin ne olduğunu iyi bilecek, ötekilere bunu tarif edecek ve ötekileri istediği gibi tasnif edecekse...

Bu en çok “Cumhuriyet” e, onca Cumhuriyet okulunda, “Fikri hür, vicdanı hür” olmak üzere yahut olacaklarını zannederek veya öyle olmalarının beklendiğini düşünerek az ya da çok okumuş milyonlarca yaşamayan ve yaşayan vatan evladına ayıptır.

Bilhassa annelere, kadınlara, kızlara çok çok ayıptır.

Bunu uzatmayacağım.

Cumhuriyet ve demokrasinin temel özelliği, sorumlu, yetkili kurumların sorumluluk alanlarını ve yetkilerinin sınırlarını iyi bilmeleri; ayrıca, her iki kavramın ve idealin özünde yer alan, onun temelini oluşturan “halk” a da hesap vermeleridir.

Halka hesap sormaları değil.

İktidar ve de ordu.

Görevlerini yapmaları beklenen kurumlardır; halkı azarlama, tasnifleme, ayrıma tabi tutma, birbirine düşürme mercileri değil.

Bunu yapan, bunda ısrar edenler; siyasi, idari, askeri acıdan halka, hukuka, tarihe hesap vermek durumundadır.

Ülkenizin neye benzetilebileceğini, neye benzeyebileceğini merak edenler, bölünmekten hakikaten korkanlar, kendi tarihimiz kadar şu ülkelerin özel tarihlerine de bir baksın:

15, 17’nci yüzyıl İngiltere’sini, 16’ncı yüzyıl Fransa din savaşlarını, Meksika, Çin, Rusya’da devrimlerle karışık dönemleri atlayayım.

İsterseniz 1861 ABD’sinden başlayın, 1936 İspanya’sı üstünden Avrupa’ya girin.

Girdiğinizde zaten “Faşizm, Nazizm” e de çarpıyorsunuz.

10 yılda hemen yanı başımıza, 1946 Yunanistan’ına gelin.

Oradan 1950 Kore’sine, 1954’ten itibaren 20 yıl boyunca Vietnam’a uzanın. 1965 Endonezya’sında bir gecede binlerce insanın kesildiği günler üzerinden dönüşe geçin.

Yaklaşınca 1975 Lübnan’ ında biraz durun. “Biraz” dediğim en az 15 yıl. Ayağınız alışsın ki, 2007’de oraya geri dönün.

1970’lerin sonlarından 90 başlarına kadar Mozambik, Nikaragua, Salvador gibi uzak ülkeleri de dilerseniz ziyaret edin. 1970’ten bu yana Kara Afrika’nın Angola, Burundi, Senegal, Kongo, Sudan, Somali, Gine, Liberya, Uganda gibi ülkelerine şöyle bir göz atın. 1990 Afganistan’ı, Cezayir’ine uzun uzun bakın.

Ah o 90’lar!

Yugoslavya’ da uzun uzun dolaşın. Bosna’da ağlayın. Toplu mezarları açmaya çalışın tırnaklarınızla. Mahallenizde bir göçmen kardeşiniz varsa, bir sarılın.

Tabii, katliamın kanları içinde yuvarlanan tüm çocuklar için, Boşnak, Sırp, Hırvat, Arnavut, Makedon, Kosovalı ... hepsi acıtsın içinizi.

Daha uzak ama, n’olur bir koşu Ruanda’ ya gidin. Aslında bir “soykırım” a uzanan faciayı, dört yılda, çukurlara, okul bahçelerine, sınıflara, kamyonlara, derelere doldurulan bir milyon ölüye bakın. Uzak geliyorsa, şu sıra TV’lerde “Bir Nisan Günü” yahut DVD’lerde “Hotel Rwanda” mevcut; mutlaka izleyin.

Hepsinin adı “İç savaş”.

Yani, din, milliyet, ırk, etnisite adına, siyasi veya askeri hakimiyet uğruna, “kardeşin kardeşten nefretinin, komşunun komşuya kininin, ötekini aşağılık, kahrolası, geberesi saymanın” dışlamayla başlayıp linçlerden, kitlesel öfkelerden geçerek çatışmaları, terörü, ötekilerin hepsini terörist veya düşman görmeyi de aşıp hakiki “iç” savaşa uzanması.

Hemen hemen her iç savaşın bir dış yüzü de vardır.

Ya öncesinde, ya aynı anda, ya sonrasında bir dış veya dıştan savaş.

Dışa müdahale, içeriye müdahale.

Yaraların kalıcılaşması.

Hep birden aşağılanmışlık.

Derin, kitlesel bir utanç.

Yukarıda “Irak” yoktu.

En sona ekleyelim.

“Türkiye’yi Irak’ın içine, Irak’ı Türkiye’nin içine saplamak, Türkiye’yi Iraklaştırmak” isteyenlerin bu ülkeyi taşıyabilecekleri iç savaşları önce aklımızda, vicdanımızda yenelim!

“Terörle mücadele” asla kendimizle, kardeşimizle, komşumuzla kıyasıya, ölesiye, öldüresiye mücadele ve savaş olamaz!

Dün erler, uzman çavuşlar, astsubaylar, teğmenlerden sonra bir binbaşı, bir yarbayı da vuran kahpe mayınlara, alçak bombalara rağmen. Onlara lanet okurken bile...

Sabah, 10.6.2007

Umur TALU

11.06.2007


 

‘Çarpık düşünce’, ‘Tehlikeli yaklaşım’ düzeyi

Türk Silahlı Kuvvetleri ve bu gücün kurumsal komuta yapısı Genelkurmay Başkanlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin çok önemli, köklü bir kurumudur.

Türkiye’nin içinde bulunduğu uluslararası konjonktür, tarihin ve coğrafyanın belirlediği, yani bizim değiştirme olanağımızın pek olmadığı bir dizi yapılanma TSK ve bu gücün kurumsallaşmış komuta yapısı Genelkurmay Başkanlığı’nın meselelere yaklaşımını, bu yaklaşımın gerektirdiği analiz ve üslup düzeyini belki de bugün her zamankinden daha önemli kılmaktadır.

Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için güvenlik üretmekle mükellef bir kurumsal yapı; güvenlik kavramının da bugün için eriştiği komplikasyon düzeyi Genelkurmay Başkanlığı’nın önem ve sorumluluğunu daha da artırıyor.

Güvenlik kavramının çağdaş yorumu da askeri önlemler kadar, ekonomiyi, hukuku, küresel ilişkiler, ittifakları ve çok önemli olmak üzere nasıl bir toplum olmak istediğimizi de kapsıyor.

İşte tam da bu aşamada, maalesef, Genelkurmay Başkanlığı’mız, bir yurttaş olarak eleştirmeyi görev ve sorumluluk olarak addettiğim bir dizi konunun aktörü oluyor.

***

Genelkurmay Başkanlığı’nın 8 Haziran 2007 tarih ve BA-13/07 numaralı basın açıklaması kurumun internet sitesinden hepimize iletilmiş durumda.

Yarım sahifelik bu basın açıklaması çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından çeşitli açılardan eleştirildi; beni de bu açıklamada çok rahatsız eden iki kavram, yazımın başlığına taşıdığım ‘çarpık düşünce’ ve ‘tehlikeli yaklaşım’ kavramları. Temel ve esas olarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının dış güvenliğinden sorumlu Genelkurmay Başkanlığı’nın, güvenlik konsepti içine çağdaş ekonomi ve hukuk anlayışlarını da entegre etme zorunluluğuna üstü kapalı biçimde yukarıda değinmiş idim.

Bu basın açıklamasının dikkatli bir okuması, muassır medeniyet (çağdaş, evrensel hukuk ve ekonomiden başka anlama gelemez herhalde) kavramını temel şiar olarak benimsemiş TSK’nın içinde bulunduğumuz konjonktürde çağdaş hukuk konsepti ile ilişkileri kopardığı izlenimini yaratıyor.

Muassır medeniyetten bahseden kişi ve kurumların düşünceleri ve bunların ifade ediliş tarzını çarpık ve tehlikeli olarak sunması kadar çağdışı bir anlayışın olamayacağını düşünüyorum.

Düşünceler ve ifadeleri kanunlar, anayasa ve evrensel hukuk ölçütlerinde sınırlamalara konu oluşturabilir, suç unsuru içerebilirler (hakaret, şiddete çağrı gibi) ve bu durumda da devreye askerler değil yargı kurumu girer, girmelidir.

Yürürlükteki hukuk sistem ve anlayışı çerçevesinde suç oluşturmayan görüşlerin ifadesinin çarpık ve tehlikeli olarak sunulması kadar çağımızda çarpık ve tehlikeli bir anlayış yoktur.

Türkiye’nin AİH Sözleşmesi çerçevesinde uygulamakla mükellef olduğu bir AİHM kararı olan Handyside kararı, ‘devlet ve halkın bir kesimi için sarsıcı, rahatsız edici, endişe verici, şok edici düşüncelerin de çoğulcu bir toplum düzeninin vazgeçilmezi olduğunu’ ifade ediyor. 2004 Yargıtay ‘Taş’ kararı da Handyside’ı iç hukukumuzda uyguluyor.

Sözün özü

Bu hukuksal çerçeve ortadayken, çok önemli bir devlet kurumu, Genelkurmay Başkanlığı’nın düşünceleri çarpık ve tehlikeli olarak sınıflandırması tamamen hukuk dışıdır.

Şayet çağımızda köklü bir güvenlik anlayışı hukukun dışına çıkılarak oluşturulamıyor ise, durumumuz vahim olabilir.

Hukukun dışına taşan bir güvenlik anlayışı ve uygulamaları meşruiyetten uzaktır.

Ülkemizin güvenlik düzeyi de Genelkurmay’ın meselelere yaklaşım düzeyi ile orantılıdır.

Star, 10.6.2007

Eser KARAKAŞ

11.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004