Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Suçluluk duygusu

Sosyal düzen içinde kötülük kavramının yer alması muhtemelen başlangıcında fertlerin kendilerine yaptıkları haksızlıktan kaynaklandı. İnsanlar çoğunlukla zihinlerinde yer alan ve toplumun kendilerine biçtiğini düşündükleri rolü oynuyorlar. Beynin kompleks çalışma mekanizmaları içinde kimlik ve kişiliği şekillendiren pek çok faktör var. Kişilik bir boyutu ile ferdin kendine biçilmiş olduğunu düşündüğü rol anlamına geliyor.

Bu algı çoğu zaman davranışların belirlenmesinde birinci planda yer alıyor. Suçluluk, kötülük, tembellik ve benzeri haller aslında fertlerin duygu dünyasında kendilerine uygun gördükleri ya da başkaları tarafından algılanış şekilleri diye düşündükleri haller.

İnsan zihninin fonksiyonları farklı basamaklarda cereyan etmektedir. Hayal, vehim, tasavvur, tefekkür gibi haller tasdik ve iz’andan önce gelmekte beyinde yer alsalar bile kabul anlamı ifade etmemektedirler. Hayallere, vehimlere ve her türlü farklı düşüncelere açık olan insan beynindeki haller kişinin kanaatini, taraftar olduğu düşünceyi ve kabullerini belirlemezler. Kişinin iç âleminde var olan ve hayallerinde gezinen her duygu ve düşünceye taraftar olduğunu ve bunları kabul ettiğini düşünmesi benliğine ve ruh âleminde taşıdığı güzelliklere büyük bir zulüm ve haksızlık olurdu. Belki de, toplum hayatında, kötü, yoldan çıkmış ve istikameti bozuk olarak algılanan pek çok ferdin hayatında temel yanlışlık iç âleminde var olan kötü düşünce ve hayalleri kendine ait olarak algılaması ile başladı. Kendine ait olmayanları kendinin zannederek kötü olduğunu, kötüye taraftar olduğunu ve kötüleştiğini düşündü. Benlik algısı ve kendilik tanımını bu şekilde algıladığı için, şu an kötüyü oynuyor ve belki de kendini kötü olmak zorunda hissediyor. İnsanların yaşantıları ile inançları arasında sıkı bir bağlantı olduğu ve birbirlerini etkiledikleri herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Kişi neye inanıyorsa, neticede kendini o şekilde algılayacağı bir davranış şekli sergileyecek ve ona uygun tarzda yaşayacaktır. Dünyada kötülüklerle, ahlâksızlıklarla mücadele etmenin en etkili yolu insanları kötü ve ahlâksız oldukları inancından kurtarmak ya da öyle olmadıklarına inandırmak olmalıdır. Şeytanın bu âlemde en önemli stratejik oyunu ve mevzi kazandığı en etkili nokta sinsi bir şekilde kişileri kötü olduklarına, imandan çıktıklarına ve artık hiçbir ümit ve çıkış kapısı kalmadığına inandırması olsa gerektir. Bu durumlarda, ümitsizliğin Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu düşünmenin büyük günahlardan olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalıdır.

Ferdin hayal dünyasına ve düşünce âlemine yanlış ve “Acaba küfre mi giriyorum?” dedirtecek bir düşünce geldiğinde bu düşünceye sahip çıkmadan hayal ve düşünce âleminin akışı içinde o alanın normal işleyişinin bir parçası olduğunu bilmek ve ona göre davranmak en makul yol olmalıdır. Bu yapılmayıp bir yanlışlık içine girmenin ve kötü yola girdiğini düşünmenin verdiği telâş ile aynı sıkıntıyı tekrar tekrar dile getirmek veya iç âleminde canlı tutmak bir anlamda içselleştirecektir. Öyle olduğunu düşünmeye hiç gerek yokken kişi kötü, günahkâr, suçlu olduğu duygusuna kapıldığında bu duygu iç âlemine ve şuur altına yönelik bir kişilik mesajı anlamına gelecektir. Bu mesaj sürekli ve ısrarla gittiğinde, zaman içinde şuur altı kötü ve günahkâr bir kişilikle şekillenecek önce kabul ettiğini zannederken artık kabul eder hale gelecektir. Bu durumdan sonra geri dönüş oldukça zor kötülüğü kabul etmiş ve günahkârlık etrafında şekillenmiş bir benliğe iyi olduğunu, fıtratının temiz olduğunu, yanlış inançları sonucu bu noktaya geldiğini anlatabilmek çok güçtür.

Yine sosyal hayat içinde kişinin kendini karşı taraf ayinesinde nasıl gördüğü çok önemlidir. Karşıdakiler tarafından kötü, serseri, tembel gibi olumsuz sıfatlarla algılandığını düşünen kişi, bir şekilde kendini bu halin gereğini yerine getirmeye mecbur bilecektir. Bu yüzden, özellikle çocuk eğitiminde çocukları olumsuz sıfatlarla tarif etmemek ve öyle oldukları mesajını sürekli şuur altlarına yollamamak çok önemlidir. Sürekli kötü olduğu şeklinde mesaj alan benlik bu algı ve tarif etrafında şekillenecek ve zamanla bu durum iyice kabullenilmiş hale gelecektir. Aynı şey kişinin benliği ve iç âlemindeki iletişimde de geçerlidir. İç âleminin yaratılış gereği ve normal işleyişin sonucu olan hallerini kabul ettiğini zannetmek yanlışlığı şuur altına bir mesaj olarak gidecektir. Bu mesaj zaman içinde şuur altındaki benlik tarifini şekillendirecek ve fert tarafından kabullenilmiş hale dönüştürecektir. Şüphe zannı çok üzerinde durulursa gerçek şüpheye, küfür zannı küfre, günah zannı gerçek anlamda günahlara dönüşebilir. O yüzden hayalin, tasavvurun, düşüncenin her şeye açık ve her mânânın yer alabileceği yapılarında yer alan olumsuzlukları kendimizin zannedip ortadan kaldırmaya çalışmak şeklinde bir benimseme zamanla gerçek benimsemeye dönüşebilir. O yüzden en iyisi hiç oralı olmamak ve bize ait olmayan bir şeyi içimizden atmak için gereksiz yere uğraşıp durmamaktır. En temel meseleler ve itikad noktasında tartışmaya açık olmayan kesin hükümler bile hayal, düşünce ve tasavvur dünyasında uç mânâlarla yansıyabilir. Bu mânâlar ferde ait olmadığından şüphe, kabul ya da tasdik edildiler şeklinde düşünülmemelidir. Kabule ve tasdike dönüşmemeleri için ise fazlaca üzerlerinde durulmamalıdır.

22.06.2007


 

Mustafa Acet (1924-1990)

Mustafa Acet 1924 yılında Emirdağ’da doğdu. Hatıralarında ve kendisi ile yapılan mülâkatlarda çocukluk yılları ve aldığı eğitim konusuna temas edilmemektedir. İş hayatına da Emirdağ’da başladığı bilinmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde imamlık, müezzinlik, hattatlık ve kütüphane memurluğu gibi farklı hizmetleri ifa ettiği aktarılmaktadır.

Emirdağ’da hakkında haberler duyan Mustafa Acet, Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nuru akrabası Ceylan Çalışkan vasıtasıyla tanıdı. Askerlik hizmetini tamamlamasının üzerinden çok az bir zaman geçmişti. Bu sırada yirmi üç yaşında bulunmaktaydı (1947). Bediüzzaman’ın önemli talebelerinden olan Ceylan, Mustafa Acet’i yanına alarak Üstad’ının yanına götürdü ve tanıştırdı. Bu tanışmadan sonra kırk yıldan fazla sürecek olan Kur’ân ve iman hizmeti başlamış oldu. Emirdağ’da Bediüzzaman’la görüşebilen sayılı simalardan biridir.

Mustafa Acet, henüz Risâle-i Nurla tanışmanın üzerinden bir-iki yıl gibi kısa bir süre geçmişken ilk hapis hayatı ile tanıştı. 1948 yılında Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte Afyon Hapishanesinde yattı. Burada Kur’ân harflerini öğrendi. Yazı yazmaya başladı ve Kur’ân okumayı geliştirdi. Tecvidi de öğrendi. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne verdiği savunmasında hizmet anlayışını net bir şekilde ortaya koydu.

Bediüzzaman ile tanışmış olmaktan zerre kadar pişmanlık duymadığını, Risâle-i Nuru tanıma bahtiyarlığını, yaptığı hizmetin diğer hizmetler karşısında denizden bir damla olduğunu, bu hizmet uğruna hayatını feda etmeye hazır olduğunu, “Uhrevî ve dünyevî hadsiz menfaatleri tahakkuk eden Risâle-i Nurdan, fanî ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye zarar gelmemek için o menfaat-ı azîmeyi terk etmek, Risâle-i Nura ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek, o mübarek Üstada, o kudsî allâme-i zamana ve onun bir tek gayesi olan iman ve Kur’ân’a büyük bir ihanet olduğunu biliyorum….” dedi ve “Onun izin ve emrinden zerre kadar hilâf-ı hareket etmek istemiyorum.” sözlerini ilâve etti. Savunmasını şöyle devam ettirdi:

“Zehirli mikroplarını güzel vatanımıza dağıtmak isteyen bolşevizme karşı kuvvetli bir cephe alan büyük bir din âlimine fakirliğimle talebe olmaklığım neden çok görülüyor? Şüphesiz bu vaziyet ispat ediyor ki, Nurlardaki zenginlik, dünyevî zenginliğin pek fevkindedir. Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp vatana nâfi birer uzuv olmaları için, Üstadımı ve Risâle-i Nur’u daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risâle-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifirî karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir… Bediüzzaman’ı ve ona hüsn-i niyetle talebe olan çok biçareleri böyle hapislerde çürütmek adaletin şerefiyle kabil-i telif olamaz.” (Şuâlar, s. 493).

Afyon’da on bir ay hapis yatan Mustafa Acet, beraat ettikten sonra Emirdağ’a döndü. On yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde imamlık yaptı. 1951 yılında başladığı bu vazifeyi, 1960 yılına kadar devam ettirdi. İmamlık vazifesine son verilince birkaç ay sıkıntı çekti. Ekonomik durumları iyi olmadığı için işsiz kalması kendisini sıkıntıya soktu. Daha sonra tekrar işe alınmakla birlikte imamlık vazifesi iade edilmedi. Kendisine hattatlık görevi verildi. Bunu da on dört yıl sürdürdü. Gerek imamlık, gerekse hattatlık vazifesinde istihdam edilmeyi, gördüğü hizmet ve Cenâb-ı Hakk’ın inayeti olarak telâkki etti.

Uzun yıllar Bediüzzaman’a hizmet eden Mustafa Acet, Bediüzzaman’ın sürekli gözetim altında tutulduğunu belirtmekte ve bir ara evine gelen bir komiser ve iki polis memuruna, “Siz beni gözetlemeye geldiniz. Benim hatt-ı hareketim meydandadır. İslâmiyet ve bu vatanın saadeti için çalışıyorum” dediğini nakletmektedir.

Hapishanede yazısını geliştiren Mustafa Acet, Cevşen’i el yazısı ile yazdı. Bu nüsha Ceylan Ağabey tarafından Bediüzzaman Hazretlerine takdim edildi. Eseri inceledikten sonra, “Bu yazıyı benim çok mahir bir talebem yazmıştır” diyerek övgü ve memnuniyetini dile getirdi. Bu ifadeleri duyan Ceylan, Mustafa Acet’i işaret etti.

Bediüzzaman ile tanışmış olmanın bahtiyarlığını yaşayan Mustafa Acet, uzun süre hizmet etmekle birlikte bunu hiçbir zaman yeterli görmedi; “Onun (Bediüzzaman’ın) herhangi bir hareketini bile unutmak benim için imkânsızdır. En çok esef ettiğim şey kıymetini bilip de, tam hizmetine koşamamamdır. Onu anlayamadım, idrak edemedim. Zamanı gelip de önceden haber verdiği hâdiseler bir bir çıkmaya başlayınca, onun büyüklüğünü daha çok anlamaya başladım. Güneş her gün çıktığı için kıymetini tam bilemiyoruz. Ancak nimet elden çıkınca, kıymetini takdir ediyoruz. Kendisi daima şahsını gizliyor ve perdeliyordu. Dikkatleri Nur Risâlelerine çekiyordu” demektedir.

Bediüzzaman ve Mustafa Acet arasında geçen tatlı anılar da kayda geçirilmiştir. Bediüzzaman, evine götürmesi için kendisine teberrüken bir bardak dut şurubunu verir. O da aşağıya indikten sonra şurubu içer. Eve gidip gelmesi uzun zaman alması gerekirken hemen huzura çıkınca Bediüzzaman şüphelenerek, “Ne yaptın?” diye sorar. Mustafa, “Boşalttım efendim.” diye karşılık verir. “Nereye boşalttın.” diye sorulunca durum anlaşılır. Bunun üzerine Bediüzzaman, “Bir bardak şurubun hepsi içilir mi?” deyip tebessüm ettikten sonra, “Senin midenden Allah’a sığınırım.” diye lâtife yapar. (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, 2. C., s. 374).

En sıkıntılı dönemlerde Risâle-i Nur hizmetinde bulunan talebelerinin bu fedakârlıklarını her vesile ile dile getiren Bediüzzaman onların isimlerini de zikrederek övgülerde bulunmuştur. Mustafa Acet’in de ismini zikrederek; “Burada, Abdülmecid (kardeşim) hükmünde ve hanedanı da benim hanedanım olması cihetiyle en çalışkan ve fedakâr Mustafa Acet, hem küçücük bir Hüsrev, hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylân namında çok çalışkan bir çocuk, Risâle-i Nur’a tam hizmet ediyor…” (Emirdağ Lâhikası, s. 24) ifadelerine yer vermektedir.

Kırk yılı aşkın insanların imanını kurtarma hizmetini ifa edenlerin kervanında yer alan Mustafa Acet 1990 yılında Medine-i Münevvere’de vefat etti.

22.06.2007


 

Risâle-i Nur mesleğinde şefkat -1

Y aratılmışların nefesleri sayısınca insanı Allah’a götüren ve Sırat-ı müstakim denilen ana yola ulaştıran birçok yol vardır. Ancak bu yollardan birisi de; insanı Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm ve Hakîm isimleri vasıtasıyla sonuca ulaştıran ve şefkat mesleği olarak kabul edilmiş olan Risâle-i Nurdur. Bu itibarladır ki, Risâle-i Nur; Kur’ân’ın bu asra bakan âyetlerinden süzülmüş, Cenâb-ı Hakk’ın Rahîm ve Hâkîm isimlerine azamî derecede mazhar olmuş bir tefsirdir.

Onun için de Risâle-i Nur’un takip ettiği tarz, günümüz insanının en ziyade muhtaç olduğu sevgi ve muhabbete kaynaklık teşkil eden ve Allah’ın Rahîm ve Hakîm isimlerinin cilvesi olan şefkati ve tefekkürü esas almaktadır.

İşte Rahîm ve Hakîm ismine mazhar olan Risâle-i Nur’un bu konudaki yaklaşımı, asrımız insanının farklı olan ihtiyaçlarına uygun bir yol takip etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî; “geçmiş asırlarda hükmeden ve şimdilerde de nispeten devam eden sair meşreplerdeki aşk yerine, Risâle-i Nur’un meşrebinde müştakâne şefkat ve re’fetkârâne muhabbet”1 olduğunu ifade etmiştir. Bu, Risâle-i Nur’u, diğer eserlerden, meslek ve meşreplerden ayıran en temel yönlerinden birisidir.

Allah’ı tanıma ve bilme adına yola çıkan herkes, Allah’ın isimlerinden bir veya birkaç ismi seçebilir ve o isimleri tanıyarak kendisini o isimlere bir nev'î ayinedar kılabilir.

Risâle-i Nur; Cenâb-ı Hakk’ın Hakîm ve Rahîm isimlerine acz, fakr, şefkat ve tefekkür denilen dört esas ile ayna olmuştur. Bu dört ilkenin, esas olarak belirlenmesinde yine bu iki ismin tecellisi söz konusudur.

“Nasıl ki, bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası, en doğrusu ve müstakîmidir.”2

Bediüzzaman bu hakikatten yola çıkarak Nur Mesleğinin yolunu tayin ederken şunları dile getirmiştir.

“Cenâb-ı Hakk’a vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat bu yolların bazısı bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O yollar içinde, kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür yoludur. Evet, bu yol daha kısa olup dört aşamadan ibarettir.”

Risâle-i Nur ekolünün temel karakteristiğini oluşturan;

Acz yolu; kusur ve noksanın nefse ait olduğunu kabul etmekle; bu bilinçle Allah’ın en sevgili kulu olma derecesi olan mahbubiyete çıkabilir.

Fakr yolu; haz ve hırsla istenilen şeylerde nefsini ve kendini unutması; ölümde ve hizmette öne atılmasıdır.

Tefekkür yolu; benliğini bırakıp, kendinin bir hiç olduğunu keşfederek, Sanî-i Zülcelâlin isimlerine ayinedarlık etmektir.

Şefkat yolu; acz ve fakrını görüp, kendinde bulunan güzelliklerin ve yetkinliklerin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini bilmektir.

Üstad Hazretlerinin şefkate; bizim aklımıza gelen ilk mânâyı değil de, nefsin kemalât ve mehasinini Allah’a vermesi anlamını yüklemiş olması da dikkate değer bir noktadır. Zira bizim aklımıza gelen ilk mânâdaki (karşılıksız içten merhamet) şefkat duygusuna, ancak ve ancak kişinin aczini ve zaafını ve fakrını hissediyor, nefsinde yaşıyor olmasıyla ulaşılabilir. Böylece ulaşılan şefkat duygusuyla insan kendi nefsi çıkarlarından (bencillikten, enaniyetten) vazgeçerek, fedakârlığıyla ve canını hiçe sayarcasına bir sevgi fedaisi olarak, bir mânâda, bütün kâinat ve içindekileri kucaklayabilir. Kısaca insanların varlıklara karşı şefkat duygularının hemen uyanması ve her türlü fedakârlıkta bulunmaları, ancak kendi acz ve fakrlarının farkında olmalarıyla gerçekleşmektedir. Zira kendi aczinin farkında olmayan bir zât karşıdakinin aczini anlasa bile onu tekebbür ve vasıta-i tahakküm olarak kullanabilir. Bundan dolayı Münâzarât adlı eserde;

“Maatteessüf büyüklerdeki meziyet, sebeb-i tevazu’ iken tahakküm vasıtası oluyor. Avamdaki zayıf bir damar calib-i şefkat iken, vesile-i esaret oluyor” 3 denilmiştir. Kısaca şefkati inkişaf etmeyen bir insandan firavunlar, nemrutlar oluşabiliyor. (Zalim, müstebit ve ilâhlık taslama mânâsında).

Risâle-i Nur, meşrep ve meslek olarak tefekkür ve şefkat üzerine bina edilmesi bakımından, Hz. İbrahim’in (a.s.) kendine has meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında bir paralellik arz etmektedir.

O, şefkate ulaşmanın anahtarı olarak bir başka konuyu açıklarken şu şekilde dile getirmektedir: “Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmek, farzları işlemek, büyük günahları terk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve bilhassa namazın sonundaki tesbihatı yapmak.”

Ahir zamanın özelliklerine baktığımızda, zamanın hızlı akması ve bereketsiz olması, günahlara çağıran pek çok unsurun bulunması ve ani ölümlerin artması gibi pek çok sebepten dolayı Said Nursî bize kısa ve kolay olan bu yolu takip etmemizi önermektedir.

ŞEFKAT VE HİZMET ETME ŞUURU

Risâle-i Nurdaki hizmet metotları incelenirken, öncelikle Said Nursî’nin, hakikî bir Kur’ân talebesi olan kişiliğinden başlamak önem arz etmektedir.

O hizmet şevki ve şuurudur ki, onu çocuk yaşında yollara düşürmüş, anne şefkatine en çok ihtiyaç duyduğu yaşlarda annesinden-ailesinden-ayrılmıştır. O ülkesini saran karanlık günlerde milletine şefkatini esirgememiş, savaşa katılmış, hatta cephede at sırtında geleceğe ışık tutacak bir eser yazarak bununla gelecek nesilleri düşündüğünü göstermiştir. Doğu ve Güneydoğunun kalkınması için eğitimin temel şart olacağı ve bunun için de bir üniversite açılmasının gerekli olduğu fikrini her yönetim sürecinde dile getirmiştir. Bölge insanını kalkındırma, ufuk açma ve cesaretlendirme amacına yönelik geziler yaparak halkı aydınlatmış ve onlara şahsiyet kazandırmaya çalışmıştır. İnsanlığa olan şefkat ve merhameti onu, sadece kendi nefsini düşünmekten alıkoymuştur. Bunu; “Ne zaman ki sadece kendimi düşündüm tokat yedim” ifadelerinden anlıyoruz.

1952 yılında Eşref Edib’in kendisi ile yaptığı bir görüşmede sorduğu bir soruya verdiği cevap, onun şefkatinin derecesini göstermektedir.

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen bencil bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim.”4

Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu şefkat anlayışında ve annelerin karşılık beklemeden gösterdikleri şefkatte Allah’ın mukaddes ve mübarek rahmetinin bir tecellisi vardır. Zira imân kurtarma misyonuna odaklanıp, hizmet metoduyla şefkati doğru bir şekilde kullanarak herkese ulaştırmak için çalışılmalı, onların imân nurundan mahrum bırakılmaması için şefkatli, müjdeleyici, bencillikten uzak, affedici ve sabırlı olunmalıdır. Yeryüzünün en bencil insanı, hiç kuşkusuz ki, insanlığı ve sevdiklerini gerçek ve ebedî saadete götürecek olan hakikatleri yalnız kendisi için saklayan insandır.

Risâle-i Nur mesleği şefkat odaklı bir hizmet modelidir. “Müsbet hareket” denilen olumlu ve yapıcı bir yaklaşım tarzıdır. İslâmî değerlerden taviz verilmeden, çatışmaya girmeden, karşısına çıkan ve aşılması güç engelleri, büyük bir gayretle aşmaya çalışan, “bir sivil toplum hareketi” örneğidir. Ancak, “müsbet hareket” ve “sivil toplum hareketi”, asla zulme rıza, zalime muhabbet, devlete kudsiyet ve dokunulmazlık verme olarak algılanılmamalıdır. Bediüzzaman’ın müsbet hareket, sevgi ve şefkat odaklı yaklaşım modeli; İslâmiyet’in gerçek ve doğru olarak algılanması ve tanınmasındaki engelleri de ortadan kaldırmaktadır.

Onca baskıya, zulme, takibe, hapislere, zehirlenmelere ve kanunsuz keyfi muamelelere rağmen, ilkelerinden asla vazgeçmemiş, Nur Mesleğinin esası olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemesi için, kendine ilişen resmî ve gayr-i resmî zalimlere değil ilişmek, beddua dahi etmemiştir. Bunu; “En şiddetli garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî mukabele etmek, belki bedduâ ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemesi için o dört–beş masumun hatırına binaen o zalim gaddarlara ilişmiyorum; bazen de hakkımı helâl ediyorum”5 ifadeleriyle belirtmektedir.

Bu şefkat sırrından dolayı arkadaşlarına da; “Affetmek uluvv-i cenaplıktır” diyerek “O takva sahipleri öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir”6 düsturunu hatırlatmaktadır. Hatta elden geldiğince onlara şefkat edilmesi, ıslâhlarına ve kurtulmaları için çalışılması gerektiğini ders vermektedir. Talebelerine; “meşgul oldukları vazifenin yeryüzündeki en muazzam meseleden daha büyük olduğunu” anlatan Nursî, fanî dünya hayatına bedel, ebedî hayatın ve saadetin kazanılması ve kazandırılması için o vazifelerin ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlatmaktadır. Bunun idrakine varan talebeleri de her dönemde o Kur’ân hizmeti bayrağını daha ileriye götürmenin yollarını aramaktadırlar. Eserlerin yazıldığı döneme gidildiğinde, tarihte benzerine rastlanmayacak bir gayretle çalışıldığını öğrenmekteyiz. Onları, yani “Isparta Kahramanları” unvanına sahip olanların o engin şefkat ve idrakleri, onları o noktaya veya başka bir deyişle zirveye taşımıştır. Her dönemde ve şartta felsefeleri; “Elimizde nur var, topuz yok. Biz tecavüz etmeyiz, edilirse nur gösteririz. Vazifemiz bir nev'î nuranî müdafaadır” düsturu ile tanımını bulamaktadır. Bu ise, Nur Mesleğindeki şefkatin enginliğini göstermektedir.

Şefkat odaklı düşünmenin başka bir gereği de iman hakikatlerini muhtaç olanlara ayırım yapmadan ulaştırmaktır. Günümüzün manevî sahadaki etkili ilâçlarını, Risâle-i Nurdaki iman derslerinde görmekteyiz. Bu hizmeti yaparken de son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak telkin edilmektedir. Çünkü Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” buyurmaktadır. Bu üslûp Kur’ân ve Peygamber üslûbudur.

Said Nursî’nin, iman ve Kur’ân hizmetini hiçbir maddî-manevî makama basamak yapmamasının sebebi, şefkat sırrına dayanmaktadır. Bu konu, Emirdağ Lâhikası’nda şu şekilde açıklanmıştır:

“Nasıl ki ehli hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de, ehl-i imânın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil, yalnız lâyık olmadığım o makamlara, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye Risâle-i Nurdan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.”7

Ömrü boyunca hakikat ve hürriyet mücadelesi veren Said Nursî Hazretlerinin hakikatte bu mücadelesinin de imandan gelen şefkatten kaynaklandığı ortadadır. Zira Münâzarât isimli eserinde: “Rabıta-i iman (iman bağı ile) ile Sultan-ı kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz.”8

Bediüzzaman’ın; “Euzu billahimineşşeytani vessiyaseti” diyerek topluma zarar veren siyasetten ve politikalardan hayatı boyunca her zaman bilfiil uzak durması, ihlâs ve şefkat esaslarından kaynaklanmaktadır. Emirdağ Lâhikası adlı eserinde bunu şöyle izah etmiştir: “İçtinabımızın (uzak durmamızın) çok sebeplerinden birisi de, Risâle-i Nurun dört esasından birisi olan şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü; ‘Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.’ düsturu ile irade-i İlâhiyeye karşı bu zamanda; ‘Muhakkak ki insan çok çok zalim ve çok nankördür’ sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkını, yüz cani için zararlara sokar”.9

Bediüzzaman’ın şefkat esaslı düşünme ve bakış açısı, iktidar talebinde bulunanların bunu yalnızca din adına talep etmesini reddeder. Dine hizmetin, birinci planda siyasetle olamayacağını, çünkü siyaseti dinsizliğe alet ya da dini siyasete alet ederek istismar etme anlayışındaki yanlış siyasetin, kalpleri ifsat ettiğini ve menfaat üzerine döndüğünü belirtmektedir. Bediüzzaman, menfaat üzerine dönen siyasetin bir canavar olduğunu ve bu metotla dine hizmet edilemeyeceğini, bu tür siyasetten mutlak surette uzaklaşmak gerektiği ikazını yapar. O, dine hizmetin temel prensiplerinden birisini şöyle açıklar: “Evet, dine imale (meyletmek) etmek ve ilzama (taraftar olmaya) teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle (hatırlatmakla) dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevk etmektir.”10 Yine bu bağlamda o, siyaseti dine dost yapanları desteklemek gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Vazifemiz siyaseti dine düşman değil, dost yapmaktır.”11

Dipnotlar:

1- Şualar, 633. 2- Şualar, s.532,YAN,2001. 3- Münazarat, s.24,YAN,1999. 4- Tarihçe-i Hayat, Sayfa 543. 5- Tarihçe-i Hayat, Sayfa 543. 6- Al-i İmran Suresi 134. 7 Age, s. 66. 8- Münazarat, s. 38, YAN, 1999. 9- Emirdağ Lahikası, s. 39, YAN, 2001. 10- Sünuhat, s: 62–64. 11- Emirdağ Lahikası, s. 246.

22.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004