Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Teslimiyet belgesi



AKP’li Mehmet Dülger demokratik bir ülkede tehdit belirleme işini siyasetin yapması gerektiğini, ama Başbakanın “Tehdidi Genelkurmay tayin eder” dediğini söylüyor ve Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde Meclisin dışlanmasından duyduğu rahatsızlığı ifade ediyor.

Ne var ki, AB ile müzakerelerin başladığı bir süreçte, tehdit belirleme yetkisini—Meclisi de dışlayarak—askere havale etmekten herhangi bir rahatsızlık duymayan hükümet, işin daha farklı bir boyutunda inisiyatif aldı.

Belgeyle ilgili olarak basında çıkan haberler üzerine “Kim sızdırdı?”nın peşine düştü. Ve Dışişleri Bakanı Gül’ün Başbakan Vekili sıfatıyla başlattığı soruşturmaya, Başbakan Erdoğan da destek verdi. Her ikisi de yaptıkları açıklamalarda kurul üyelerini tenzih ederek, kuşkularını MGK bürokratlarına yönelttiler.

Ancak o günden bugüne, söz konusu soruşturmadan bir sonuç çıkıp çıkmadığına ve çıktıysa ne olduğuna dair bir mâlûmat verilmedi.

Buna mukabil, Erdoğan ve Gül’ün “sızdırma”ya karşı Kasım başında verdikleri tepkilerin üzerinden bir hafta geçmişti ki, Cumhuriyet gazetesi “İşte siyaset belgesi” manşetiyle, belgenin o zamana kadar kamuoyuna yansımamış taraflarını da yayınladı (8.11.2005).

İşin ilginç tarafı, bu yayına herhangi bir tepki gelmediği gibi, tekzipte de bulunulmadı.

Bu noktadan hareketle söz konusu yayının doğru olduğunu kabul ederek, tehdit belirleme yetkisini askere havale eden hükümetin, bunu yaparken başka hangi maddelere “evet” dediğini görelim:

* “Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlardır.”

* “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiler önem taşımaktadır.”

* “Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. (...) Atatürk’ün ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasî ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır.”

* “Anayasada dikkat çekilen inkılâp kanunlarının ödün vermeden uygulanması gereklidir. Din eğitimi, devletin üstlenmesi gereken bir işlev olarak devam etmelidir.”

* “Eğitimde Tevhid-i Tedrisat Kanunu temel dayanaktır. Bu ilke korunarak, ekonominin ve toplumsal gücün gerektirdiği her türlü eğitimin yapılması çağın gereğidir. Kız öğrencilerin eğitimine ayrıca önem verilmesi ve bu konudaki çabaların arttırılması gereklidir.”

Bu iktibaslardan çıkan netice şu:

Hükümet tehdit belirleme yetkisini askere devrederken, aynı zamanda Atatürk milliyetçiliğini ve Atatürk’ün dini dışlayan millet tariflerini yegâne doğru imiş gibi dayatan, inkılâp kanunlarının tavizsiz uygulanmasını isteyen, Tevhid-i Tedrisatı kendi bildiği şekilde uygulamaktan vazgeçmeyen, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkileri “ilkeler” şartına bağlayan ve tehdit sıralamasında irticayı ilk sıraya koyan bir anlayışa da boyun eğmiş oluyor. (21.12.05)

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Yeni şeyler söyleme zamanı



“Dün, dünle gitti cancağızım,

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Mevlânâ, bu mısralarla ifade etmişti zamanında hissedilen içtihat ihtiyacını.

Aslında, yalnız onun yaşadığı asra has bir hâl değildi bu ihtiyaç. Hayat asırlar, yıllar, mevsimler içinde olduğu kadar; haftalar, günler, saatler, hatta anlar içinde bile yenilenen tabiî bir akıştı.

Bütün canlıların gayriihtiyarî yaşadığı bu yenilenme hâlini sadece insanlar görüp bilerek takip etme imkânına sahip olduğundan görmekle kalmamaları, hakikî mânâsıyla yaşayarak tekâmül etmeleri gerekirdi.

Bunu yapmayıp yalnız belli bir zamanın şartları içinde yaşamaya kalktıkları takdirde hem kendi içlerinde çelişkiye düşerler, hem de çevreleri ile çatışmaya girerlerdi.

O zaman insanlığın esasını teşkil eden değerler dumura uğrar, ferdin huzuru, mutluluğu kaçar; cemiyetin sulhu, sükûnu bozulur ve hayat, hazzı, âhengi ile birlikte mânâsını da kaybederdi.

Onun için, devlet adamları ve hükümet erkânı maddeten; âlimler, şairler ve sanatkârlar da mânen cemiyetin huzurunu sağlayarak yenileşmeye zemin izhar etmekle mükelleftiler.

Fakat onlar da bunu ancak muayyen zamanlarda gelen müçtehitlerin içtihatlarına ve müceddidlerin icraatlarına göre hareket ettikleri nisbette başarabilirlerdi.

Belli bir zaman hududu olmayan bu gerçeği bilen ve çeşitli vesilelerle cemiyeti yeni gelişmelere hazırlaması gereken insanlara hatırlatan Mevlânâ, sözünü kuru bir nasihat olmaktan çıkararak tesirini arttırmak için de kendini örnek göstermişti.

“Eski satanların nöbeti geçti,

Benim pazarımda şimdi yeniler satılıyor.”

En muteber metaı Mesnevî’si ve Semaı idi Mevlânâ’nın bu beyitte sözünü ettiği pazarın. Mesnevî, san’atlı sözlerden; Sema da ahenkli hareketlerden ibaretti. İkisi de yeniydi ve onlara ittiba edenleri de yenileştirirdi.

Gerçi daha önce pek çok mesnevî yazılmış, semaya benzeyen hareketler yapılmıştı. Ama onlar hisleri ihtizaza getirse de akılları, idrakleri yeni telâkkilerle tezyin edemediğinden, cemiyet üzerinde fazla müessir olmamıştı.

Mevlânâ’nınsa her şeyi yeniydi. Daha önce pek duyulmayan sözler söylemiş, görülmeyen hareketler yapmıştı. Bunlar ilk defa yapılan bir başlangıç değil, eskinin yeniyle mezcedilmesi neticesinde meydana gelen içtimaî tekâmül hamleleriydi.

Ne var ki, her şey gibi onların da tesir sahaları ve süreleri mahduttu. Zamanın amansız akışı içinde kendisinin de bir gün eskiyeceğini ve yerini yenilerinin alacağını bilen Mevlânâ, bu vesile ile Peygamberimizin (asm) Hadis-i Şerifinin tecellisine mazhar olacağı için memnun ve müsterihti.

Bu hissini her vesile ile izhar ve ifade etmesine rağmen, zamanla bazı insanların yeniliklere intibak etmek yerine çeşitli mülâhazalarla kendini kandırarak eskiye bağlanıp kalacaklarını veya başka tevil yolları arayacağını hissettiğinden her insanın, kendi asrının müçtehidini tanıyıp onun içtihatlarına uygun hareket etmesi gerektiğini hatırlatma ihtiyacı hissetmişti.

“Her devirde peygamber yerine, bir velî vardır.

Bu usul kıyamete kadar dâimdir.

İşte diri ve faal imam o velîdir.

İster Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.

Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hadi de o,

Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.”

Mevlânâ’nın bu şekilde de ifade ettiği gibi İslâm Âlemi her yüz senede bir gelen müçtehitler sayesinde kendini maddî ve mânevî yönden yenileyerek gelişmeye devam etti.

Bu zaman içinde insanlık da bilhassa ilmî icatlarda ve içtimaî sahalarda hızla gelişip değiştiği için Müslümanlar yeni şartlarla ve farklı imkânlarla gelen asırlara, onlara münasip içtihatlarla mukabele ederek ferdin huzurunu, mutluluğunu, cemiyetin sulhunu, sükûnunu sağlamaya çalıştılar.

Yalnız Müslümanların değil, gayrimüslimlerin de istifade ettiği bu İslâmî inşirah hamleleri, bazı inkıraz zamanlarına rağmen fasılalarla da olsa, geçen asrın başlarına kadar devam etti.

‘Üstadını kızdırmamak için şahsını sena etmeyen’ Şamlı Hafız Tevfik’in, “‘Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddid gönderiyor’ va’d-i İlâhîsine binâen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatçe bin iki yüz senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra aynen dört cihette tevafuk ederek Risâle-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür; kanaat veriyor ki, nass-ı hadisle Risâle-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir” sözleri ile de dile getirdiği gibi müçtehidlik ve müceddidlik vazifesi geçen asrın başlarında Hâlid-i Bağdadî’den Bediüzzaman Said Nursî’ye intikal etti.

Gerçi o, değil maddî ve dünyevî; mânevî makamlara, uhrevî unvanlara bile itibar etmediğinden hiçbir zaman öyle bir iddiada bulunmadığı gibi isminin o sıfatlarla birlikte anılmasına da müsaade etmedi.

Mevlânâ Hâlid’in, bir müridinin torunu tarafından yıllarca saklanarak kendisine hediye edilen ve müçtehidliğin sembolü addedilen cübbeyi giyip sarığı sararken de, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbanî’nin “Mütekelliminden biri gelecek, bütün hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve ispat edecek” şeklindeki taltifini kabul ederken de bunları Risâle-i Nur adına yaptığını söyledi.

Lâkin çeşitli vesilelerle Risâle-i Nur Külliyatını tetkik eden âlimler ve Nurları okuyarak zihinlerini saran bütün şüphelerden, tereddütlerden kurtulup imanını kuvvetlendiren insanlar onu hep o sıfatlarla yâdettiler.

Zîra, zaman yeni şeyler söyleme zamanı olduğundan hep yeni şeyler söyledi Bediüzzaman. İsabetli teşhisler koydu, doğru içtihatlar yaptı ve ‘İslâm Âlemi’nde bin senedir biriken’ yanlışlıkları düzeltti.

Bunun yanı sıra, bazı zamane âlimlerinin, müçtehidlik hevesine kapılarak kendisini iyice yetiştirip meselelere vakıf olmadan içtihat yapmaya kalkarak yeni hatalar yapmalarına da fırsat vermedi.

Bunları yaparken, hakkı ve liyakati olduğu hâlde kendisini zamanın yegâne mânevî mercii olarak da görmedi. Hem geçmişte yapılan içtihat hatalarını düzeltirken, hem de zamanın şartlarına uygun yeni içtihatlar yaparken her icraatını her türlü tenkide açık tuttu.

Nitekim “Ben, ‘Senin içtihadında hata var’ diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettiler” diyerek de ifade ettiği gibi her içtihadı ehli tarafından takdir gördü ve ittiba edildi.

Ehil insanlar tarafından yapılan bu teyitlere, efkâr-ı âmmeye mal olan yaygın kanaatlere rağmen Bediüzzaman’ın gösterdiği müstağnî tavırdan ve mütevazî ifadelerinden cesaret alarak bu kanaatlere karşı çıkan bazı kişiler de oldu.

Maksatları, şecerelerinin eskiliğini ve müridlerinin çokluğunu nazara alarak kendilerini lâyık gördükleri bazı mânevî sıfatlar taşıyıp uhrevî makamlara sahip olmaktı.

Bunun için her yola baş vurmalarına rağmen âlimlerin nazarında da ahâlinin nezdinde de itibar görmediler ama dinî hareketleri kontrol altına almak isteyen ve Bediüzzaman gibi bazı samimî din âlimlerinin hasbî hizmetlerinden rahatsız olan resmî mercilerin dikkatini çektiler.

Bilhassa Bediüzzaman’ın, yazdığı Kur’ân tefsirleriyle dini ihya edip imanı kuvvetlendirme faaliyetlerinden rahatsız olan bu çevreler, ilmi yollarla onun fikirlerinin çürütülüp tesirinin kırılamayacağını bildiklerinden, önce hayatına kastetme cihetine gittiler.

Bu maksatla defalarca zehirlediler, asılsız suç isnatlarıyla mahkemelere verip hapishanelere attılar. İddia edilen suçlar sübut bulmayınca hakimlerin kanaat-i vicdaniyeleri ile sürgüne gönderdiler.

Lâkin o, her seferinde siyanet-i İlâhiye sayesinde ölümden kurtulup bulunduğu yeri bir hizmet merkezi hâline getirince, bu sefer karşısına liyakatsiz ama heveskâr âlimleri çıkardılar.

Onların, kendilerine verilecek her göreve hazır olduklarını görünce, hem dine mugayir icraatlarına onlardan fetva almaya, hem de onları devletin mühim âlimleri gibi gösterip Bediüzzaman’ın moralini bozarak sözünün tesirini kırmaya çalıştılar.

Dinin hükümlerinden ziyade kendilerine verilen talimatlara göre hareket eden bu kişiler, ilk olarak Kur’ân-ı Kerim’in Lâtin harfleri ile yazılmasına, ezanın ve hutbenin Türkçe okunmasına fetva verdiler.

Ardından milletin sarık, cübbe gibi İslâmı tedaî ettiren kıyafetleri çıkarıp Avrupâî kisveler giymesinde, başına şapka takmasında ve medreselerin, tekkelerin, türbelerin, zaviyelerin kapatılmasında da dinen bir mahzur görmediler.

Zamanın büyük âlimleri ve meselenin ehli olan insanlar bu kararlara karşı çıkıp verilen fetvaları geçersiz sayınca onlar da yaptıklarının içtihat olduğunu söyleyerek kendilerini savundular.

Aslında Bediüzzaman’ın, “İçtihad eden hakkı bulsa iki sevap var. Bulmazsa bir nev’î ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur” şeklinde de ifade ettiği gibi eğer onlar samimî bir niyetle içtihad yapmak isteseler, hata da etseler mazur görülürlerdi.

Fakat onlar dini emirlerin yaşanmasını kolaylaştırmak için içtihad yapmaktan ziyade mütegalibelerin emrine uyarak milleti ifsat etmeye çalıştıklarından, yaptıkları işi içtihad olarak değerlendirmek mümkün değildi.

Onun için ‘Haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için’ harekete geçen Bediüzzaman, meseleyi vuzuha kavuşturmak maksadıyla Yirmi Yedinci Söz olarak da adlandırdığı İçtihad Risâlesini yazdı.

“İçtihad kapısı açıktır. Fakat bu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” diyerek zamanın şartlarını da nazara alıp mesele hakkındaki nihaî hükmü verdikten sonra sözünü ettiği manileri sıraladı.

“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihette kâr-ı akıl değildir. Hem nasıl büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlara delikler açmak gark olmaya sebeptir. Öyle de şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecnebinin istilâsı anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hergâmında, içtihad namiyle kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp duvarlarından muhariplerin girmelerine vesile olacak delikler açmak İslâmiyete cinayettir.”

Birincisini bu şekilde ifade ettiği manileri sıralayıp meseleyi misallerle akla yaşlaştırarak bütün yönleri ile izah etti ve buna rağmen içtihat yapmaya kalkmanın mânevî mesuliyeti mucip yanlış bir hareket olduğunu anlattı.

Bununla birlikte hiçbir İslâmî ve imanî meseleyi muallakta bırakmadı. Kendisine sorulan bütün meselelerin yanı sıra, ileride sorulması muhtemel sorulara da mukni, müessir ve müdellel cevaplar verdi.

Bu şekilde İslâm dininin temel meselelerini hâlledip İslâm Âlemi’nin mühim hadiselerini vuzuha kavuşturduğu Risâle-i Nur Külliyatını telif ederek ileride vuku bulabilecek içtihadî zaruretleri de bir ölçüde izale etti.

İlerleyen zaman içinde insanların tecdidî hususlarda şüphe ve tereddüde düşerek yeni beklentilere kapılmamaları için eserlerinin, hâle ve istikbale matuf hususiyetini de bizzat kendisi dile getirdi:

“Risâle-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir.”

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Türkülerimizi dinlemek ve anlamak!



Türkülerimiz asla “türkü”den ibaret değildir!

Türkülerimiz sadece birer müzik parçası da değildir!

Türkülerimiz bizim özetimiz, türkülerimiz birer rehberimizdir de yerine göre…

Dinlemeyi bilirsek…

Anlamaya çalışırsak…

“İncecikten bir kar yağar/ Tozar ELİF diye diye

Deli gönül ABDAL olmuş/ Gezer ELİF diye diye” türküsü üstüne uzunca bir zaman önce muhabbetleşmiştik hatırladığım kadarıyla…

Koca Veysel “Türk’-üz türkü çağırırız” diye vururken sazın teline, Anadolu insanının ruh hâlini, duygularını özetlemez mi?:

“Bayramlarda düğünlerde/ Toplantıda yığınlarda/ Sıkılınca dar günlerde / Türk’üz türkü çağırırız

Yaylalarda yataklarda / Odalarda otaklarda/ Koyun gibi koytaklarda / Türküz türkü çağırırız

Hep beraber gelin kızlar / Bile coşar o yıldızlar / Koşulunca çifte sazlar / Türküz türkü çağırırız

İnler Veysel arı gibi / Bülbüllerin zârı gibi / Turnalar katarı gibi / Türküz türkü çağırırız”

Meselâ… Sevgili kardeşim Nusret Özcan’ı ebedî istirahâtgâhına teslim ettikten sonra Eyüp Sultan Camii önündeki çay bahçelerinden birine oturduğumuz dostlarla “ölüm” üstüne konuştuk bol bol…

Necip Fazıl Kısakürek’in “ölüm” hakkındaki mısralarından hatırlatmalar yaptık birbirimize…

Eve geldim…

Tam da Âşık Veysel’imizin “… sıkılınca dar günlerde….” dediği gibi bir ruh hâli içindeyken, 2006 yılının 21 Temmuz’unda sessiz sedâsız aramızdan ayrılan büyük usta Turan Engin’in “TRT arşiv serisi”nden yayınlanan “Vardım Kırklar Kapısına” isimli CD’sini taktım bilgisayarıma… Daha beşinci parçaya gelmişti ki… Malatya yöremizden ve Süleyman Elver’den alınma türkü işlemeye başladı yüreğime: “Dünya umuruna meylini verme / Sen de kurtulmazsın ecel elinden / Ben filanım diye göğsünü germe / Sen de kurtulmazsın ecel elinden

Hani Meryem hani onn’oğlu İsa / Elinde ejderha olurdu âsa / Polat kavmi ile cenk eden Musa / O da kurtulmadı ecel elinden

Eydür derviş Yunus din ile iman / Tacı tahtı ile gitti Süleyman / Lokman da derdine olmadı derman / O da kurtulmadı ecel elinden”

En fazla birkaç yıl sürecek bir “caka” için göğsünü gerip “…filanım….” diyebilmek için çaba gösterenler de bu türküyü dinler mi / dinlemiş midir acaba?

“Anlamak” bahsini açmıyorum bile…

Madem ki Turan Engin ustanın sesiyle derinlere daldım… Niye Mükerrem Kemertaş ustayı ardına eklemeyeyim ki?

Yine TRT’nin sunduğu hizmetlerden biri olan Mükerrem Kemertaş ustanın yorumlarından oluşan “ Huma Kuşu” isimli CD’yi taktım ardından…

Mükerrem ustanın o eşsiz yorumuyla özdeşleşen parçalardan, “Amman Amman” feryâdıyla başlayan türküye geldi sıra…

Erzurum yöremizin ve Raci Alkır ustadan derlenen bu parçayı da her dinleyişimde öyle derinlere dalarım ki… Bazen sevgili Mustafa Doğan kardeşimi hemen telefonla arar, telefonu hoparlöre yaklaştırıp onunla birlikte dinlerim bazı türküler gibi “ Dün gece yâr hânesinde” isimli bu türküyü de…

Türkü bitince sessizce telefonu kapattığımız da olur, “ o bayram günü geldiğinde yananlardan kılma bizi ya râb!” diye duâlaştığımız da…

Eğer bu güne kadar “türkü işte canım” diye dinleyip geçtiyseniz… “Dün gece yâr hânesinde” isimli türküyü bundan sonra biraz farklı bir duyguyla dinleyin…

“…Yâr hânesi…” neresidir?

Orada, “taş” olan yastık ne olabilir?

“Yâr hânesi”nde alt taraf çamur, üste de yağmur yağıyorken de gönül nasıl hoş olur?

“Dostla düşman” nerede “bir olur” sizce?

İsterseniz türkünün sözlerini orijinal haliyle paylaşalım da soruları sormaya baştan başlayın: “ (Amman Amman) Dün gece yâr hânesinde yastığım bir taş idi / Altım çamur üstüm yağmur gine gönlüm hoş idi

(Amman amman) Ben yandım seni bilmem

(Amman amman) Bir dağ ne kadar ulu olsa kenarı yol olur / Buna bayram günü derler dostla düşman bir olur

(Amman amman) Ben yandım seni bilmem”

Türkü bitti… Şimdi sorduğunuz sorular doğrultusunda düşünmeye başlayın. İmkânınız varsa türküyü Mükerrem Kemertaş ustadan dinleyerek de dalın tasavvuf gezinize…

Ben sizlere bu yazıyı yazarken Mercan Dede’nin, 2004 yılında yaptığı “Su” isimli CD’sini dinliyordum… “Âb-ı Rû” ile başlayıp sonra sırasıyla; “ Âb-ı Lâ’l”, “ Âb-ı Zen”, “ Âb-ı Tarab”, “ Âb-ı Beka”, “ Âb-ı Hayat”, “Âb-ı Çeşm / Kerbelâ”, “ Âb-ı Nâr”, “ Âb-ı Beste”, “ Âb-ı Nâfi”, “ Âb-ı Hazân” ve “ Âb-ı Verd” isimli parçalarla sürüp gidiyor…

“Âb” başlığı altındaki bu serinin 7’inci parçası olan “Âb-ı Çeşm” ya da bir diğer söylenişiyle “Kerbelâ” isimli bu ağıtı, bir de Sabahat Akkiraz’ın yorumundan dinleyince… Ne dışarıdaki sıcak yakıyor insanı ne de başka bir şey!

“Ali… Ali…” nidasıyla başlayan ve “Hüseyn attan düştü” diye inleyen o mükemmel duygu seline kapılmamak, göz pınarlarını sonuna kadar açmamak ne mümkün…

Türkülerimiz asla “türkü”den ibaret değildir!

Türkülerimiz sadece birer müzik parçası da değildir!

Türkülerimiz bizim özetimiz, türkülerimiz birer rehberimizdir de yerine göre…

Dinlemeyi bilirsek…

Anlamaya çalışırsak…

**********************

Ve tabîi… Ölümden bahseden bir türküde bile, “haydi eller havaya” durumuna gelmezsek!

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kabirdeki mutluluk veya mutsuzluk



İnsan inanç ve ameline göre dünyasını da, kabrini de, ahiretini de Cennete veya Cehenneme çevirir. İnançsızın görünüşü her ne kadar şatafatlı olsa da ruhu, kalbi sıkıntı içindedir, bir nev’î Cehennem hayatı yaşar.

Mü’min ise her şeye iman gözlüğüyle baktığı için güzel görür, hoş görür. Dünyası da Cennettir, kabri de ahireti de.

Kâfir, Allah hakkında sûî zan taşıdığı için ölümü yokluk, bir idam sehpası, kabri de yılanların, çıyanların, haşeratın yuvası olarak görür ve dehşete kapılır. Öyle gördüğü, öyle inandığı için de aynıyla muamele görür.

İnançsız bu akibeti kendi elleriyle hazırlamaktadır. İnançsızlık öyle büyük bir zulüm ve cinayettir ki, tevbe edilmediği takdirde affa kàbil değildir. Çünkü inançsız adam hem Allah’ın zâtına, hem isim ve sıfatlarına, hem Onun harika bir san'at eseri olan tabiat ve içerisindeki yaratıklara hakarette bulunmakta, hepsini hiçe saymaktadır.

Kâfir, kendisini yoktan var eden, en güzel organ, duygu ve kàbiliyetlerle donatan, sayısız nimetlerle besleyip büyüten Yaratıcısını inkâr etmekte ve herbiri eşsiz birer san'at eseri olan yaratıkları gâyesiz, mânâsız, başıboş birer varlık olarak görmekte, küçümsemekte, sayısız hukuka birden tecavüz etmektedir. Âdeta gemiyi delen adamın gemiyle birlikte içerisindekilerin batmasına sebep olduğu gibi kâfir de kâinat gemisini batırmakta bir sakınca görmemektedir. Âdetâ sayısız yaratığı îdam etmişcesine suç işlemektedir. Kâfirin cinayetinin büyüklüğü işte bundandır. O ölçüde de cezaya müstehak olmaktadır. İlk ceza ise kabirde başlamaktadır.

Mü’min ise kendini Onun taklîdi imkânsız bir eseri görmekte, bütün özelliklerini, sahip olduğu her şeyi Ondan bilmekte, Onun emaneti olarak görmekte ve gösterdiği tarzda hayat sürmeye de özen göstermektedir. Gideceği asıl vatanı için hazırlığını yapmayı ihmal etmeyen mü’min bunun ilk mükâfatlarını daha kabirdeyken görmeye başlar. Bahşettiği îmanla dünyasını küçük bir Cennete çeviren Cenâb-ı Hak bu mükâfatlarını kabirde de, âhirette de devam ettirecektir. Zikredeceklerimize bu ölçüler içerisinde bakılırsa mesele daha iyi anlaşılacaktır.

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ölü, kabrine konulduğu zaman, insanlar kendisinden ayrılırken onların ayak seslerini işitir. Eğer iyi bir mü’min ise, namazı başının yanında, orucu sağında, zekâtı solunda, verdiği sadakalardan, sıla-i rahimden, insanlara olan ihsanlarından elde etttiği hayırları ayağının ucunda yer alırlar. Başı tarafından ilişilmek istendiğinde namaz der ki: ‘Benim tarafımdan giremezsin’ Sonra sağına gelinir. Bu defa oruçları devreye girer: ‘‘Bu taraftan geçit yok’ der. Daha sonra da ayak ucuna gelinir. Yapmış olduğu sadakalar, iyilikler, insanlara ettiği ihsanlar, ‘Benim tarafımdan giremezsiniz’ diyerek onu korurlar.

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Siyasî arenadaki ayak oyunları



Siyasî zemindeki kayganlığa ve siyasîlerin ayak oyunlarına akıl erdirmek mümkün değil. Doğrularla yanlışlar harmanlanarak milletin önüne sunuluyor ve bu şekilde akıllar çelinmeye, zihinler bulandırılmaya, kafalar karıştırılmaya devam ediliyor.

Perdeler arkasından hazırlanan oyun ve senaryolarla gerçekler kamufle edilerek yine millet kandırılmaya çalışılıyor, yine halktan gerekli destek ve gücü almak için, olmadık vaadler sıralanıyor.

Umut bağladıkları, bel bağladıkları en önemli unsur, tahkik ehli olmaktan uzak büyük halk çoğunluğu... Sergilenmekte olan ayak oyunlarını, kurulan tuzak ve oyunları fark edebilmekten aciz saf Anadolu insanının varlığı siyasîlerin her dönemde umutlarını arttıran, iştahlarını kabartan yegâne sermaye olmuştur her zaman.

Millet çoğunluğunun safderunluğu, siyasî kadroların işini kolaylaştırmaktadır maalesef. Demokrasiyi seçimden seçime rey kullanmaktan ibaret bilen, sâir zamanlarda seçtiği vekillerinden hiç bir hesap sorma alışkanlığı bulunmayan bir çok insanımızın bu lâkaytlığı mevcut siyasîlerin işini kolaylaştırmakta.

“Verdiğimiz söz ve taahhütlerimizi nasıl olsa unuturlar veya bizi hiçbir zaman hesaba çekmezler” varsayımıyla hareket eden siyasîler, hiçbir mahcubiyete girmeden meydanlarda nutuklar atarak, mitingler tertip ederek yine milletten rey isterler.

Son bir iki aydır Mecliste ve siyasî arenada hükümet ve muhalefet kanadında oynanan ayak oyunlarını, sergilenen tuzak ve senaryoları çözebilen var mı acaba? İşin perde arkasını görebilen var mı? Siyasîlerin söyledikleriyle gerçek niyetlerini bilen var mı?

Hükümet kanadı yaklaşık beş yıldır yaptıklarını ve yapamadıklarını bir kenara koyarak, ülke gündemini cumhurbaşkanı seçimine endekslemiş oldu. Yaptıklarını ve söz verip de yapamadıklarını adeta millete unutturarak, mağdur ve mazlûm pozisyonuna girme başarısını göstererek puan toplamaya çalıştı. İşin doğrusu bu oyunu iyi oynadı, kusur ve kabahatlarını bir anda unutturmayı iyi becerdi.

Öyle ki cumhurbaşkanını seçtirememenin faturasını da, kendi beceriksizliğini hiç nazara vermeden muhalefetin iki küçük partisine yükleyerek işin içinden sıyrılıverdi. Perde arkasında oynanan oyunlardan, sergilenen senaryolardan habersiz halkı da bu şekilde yönlendirmeye çalıştı.

Velâkin herkesin kabul edeceği bir gerçek var ki, milletin sıkıntıları devam ediyor. Dinî argümanları öne çıkararak uzunca bir süredir kimseye nasip olmayan bir oy çoğunluğuyla tek başına hükümet olan mevcut hükümetin söz verip de çözemediği o kadar çok problem var ki... Başörtüsü yasağına ek olarak “kamusal alan” denilen yasak bölge ucubesi... İmam hatip lisesi mezunlarının önündeki engeller... Fikir ve düşünceye karşı uygulanan sansür ve yasaklar... Alkol, uyuşturucu, kumar ve fuhuş gibi illetlerin artarak devam etmesi...

Evet, bütün bunlar mevcut hükümetin kerratla söz verip de yapamadığı ve bizce milletin ebedî hayatını tehdit eden problemler. Ama hepsi şu anda güme gitti, unutturuldu... Varsa yoksa cumhurbaşkanını seçtirmeyenler suçluydu çünkü...

Muhalefet kanadındaki samimiyetsizlikler, ayak oyunları da daha farklı... Milletin değerleriyle kavgayı dâvâ edinen, iyiye de kötüye de muhalefet etmeyi huy edinen, sürtüşme, çekişme ve problem üretmeyi muhalefet zanneden anamuhalefet partisinin yaptıklarını geçiyoruz. Çünkü o partinin yapısı herkesin mâlûmu.

Evet siyasî arenadaki karmaşa ve ayak oyunları devam ediyor. Millet, perde arkasındaki senaryolardan bîhaber... Milletin sıkıntılarını, problemlerini dert edinen yok gibi... Siyasîlerin kendi aralarındaki satranç oyunu devam ediyor. Menfaat üzerine dönen günümüz siyasetinin en ağır bedelini milletimiz ödüyor. Bediüzzaman’ın şeytandan kaçar gibi nefretle kaçtığı siyaset bu olsa gerek...

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kavram kargaşası…



Kavram karmaşasının yaşandığı günümüzde “İslâmî feminizm” tabiriyle de mutlaka bir yerlerde karşılaşmışsınızdır.

Asr-ı Saadetten aktaracağım bir sahne, günümüzde kullanılan bu kavramın sıhhatini de ortaya koyar mahiyette.

Asr-ı Saadette, Kur’ân’ın nuru ve Peygamberimizin (a.s.m.) mesajlarına bütün benlikleriyle yönelen Sahabe hanımlar, rızayı İlâhiyi hep hayatlarının merkezine yerleştirdiler. Onların dünyasında “takva” üstünlük noktası olarak yer etti.

İlginçtir, bir defasında Peygamberimizin (a.s.m.) hanımlarından Ümmü Seleme, Resulullah’a, erkeklerin cihada gitmelerine karşılık kadınların gidemediğinden yakınarak “Ne olurdu, biz de erkek olsaydık!” diye dertlendi.

Bu sözler şu âyetin inmesine sebep oldu: “Allah’ın bazınızı bazınız üzerine üstün kıldığı şey için haset etmeyin. Erkek için kazandığından bir pay olduğu gibi, kadın için de kazandığı şeyden bir hisse vardır. Allah’ın fazlını isteyin.” (Nisa Sûresi, 32.)

Feminizm İslam’la alâkası olmayan bir akım. İslâmın ise feminizme ihtiyacı yok. Kadın hakları zaten en mükemmel şekilde dinimizde verilmiş. “İslâmî feminizm” tabiri ise tıpkı anlamı gibi bir ucube!

Ücretli muhabbet!

Bediüzzaman Hazretleri Avrupa medeniyetini değerlendirirken iki gruba ayırır: “Birinci ve ikinci Avrupa…”

“Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.” (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 119)

Bu tesbit de Batıdan…

“Birinci Avrupa”ya mensup düşünen bir insandan, Marc Orel’den… Sözü okuduğumda Bediüzzaman Hazretlerinin “ücretli muhabbet, resmî muhabbet” tabirlerini çağrıştırdığı için aktarmak istedim…

“Birisinin sana karşı vefasızlığını veya nankörlüğünü ayıpladığın vakit kendine kızmalısın. Zira iyilik ettiğin kimsenin sadakat göstereceğine bel bağladınsa, hata etmişsin demektir. Mademki, insanlara iyilik etmiş bulunuyorsun, daha ne istersin, yetmez mi bu sana? Bir iyiliğe karşılık beklemek, gözün görmek, ayağın yürümek için ücret istemesine benzer.”

Duâ taneleri…

Kireçlenme, yaş ilerledikçe ortaya çıkan rahatsızlıkların en çok rastlananlarından bir tanesi. Uzun zamandır görmediğim yengeme sağlığını soruyorum, kireçlenmeden muzdarip olduğunu anlatıyor. Doktorunun parmaklarındaki kireçlenme için ona tavsiye ettiği pratik reçeteyi öğrenmek ister misiniz: Tesbih çekmek…

Tesbihi ister parmak eklemlerinizi sayarak, ister doksan dokuzluk ipe geçirilmiş taneciklerle çekin neticede parmak eklemleriniz için en güzel egzersiz…

Şüphesiz, egzersiz olduğu için tespih çekiyor değiliz. Rabbimizi tesbih etmek, bizi Ona yakınlaştıracak en güzel vesilelerden bir tanesi… Ama ibadetlerin dünya hayatına yönelik hikmetleri olduğu da aşikâr bir hakikat…

Bu da onlardan bir tanesi işte…

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Niyet, sevabı günaha ve günahı sevaba nasıl çevirir?



Abdullah Bey:

*“Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir? Bunu örnekle açıklar mısınız?”

Niyet ile îmân birbirini doğuran, birbirini doğrulayan, birbirini gerekli kılan, birbirini tamamlayan iki temeldir. Îmân ve îtikat, hâlis ve makbul niyetin tarlasıdır. İyi bir niyet de doğru îmanın ve îtikadın meyvesidir.

Peygamber Efendimiz’e (asm), hicret edenlerin arasında birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resûlü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir” buyurur.1

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; âdî, ama ibâdet kastıyla yapılan bir hareketi ibâdete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibâdeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebepler hesabıyla bakılırsa cehâlettir; Allah hesâbıyla bakılırsa mârifet olur, ilim olur, irfân olur; îmânı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslümanın ayağına takılmasın ve zarar vermesin diye kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibâdettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muaf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz. Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibâdet olmaz, günah bir fiil olur.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu vecîz hadisiyle ifâde buyurur: “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır. Münâfığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.”3

Bu hadislerin tefsîri sadedinde Üstad Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve âdî davranışları ibâdete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir rûh olduğunu, ölü halleri ibâdetle canlandırdığını kaydeder. Bedîüzzaman’a göre niyetin rûhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir hâlis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan dâimî bir şâkir olur, dâimî şükredici olur; dâimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim:

* “Allah hak edenlerin üzerine azabı indirdiğinde bazı salih kimseler de ölürler. Onlar da diğerleri ile birlikte helâk olurlar. Sonra âhirette niyetleri ve amelleri üzerine diriltilirler.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”6

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”7

* “Kıyâmet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

“Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

“Senin yolunda cihad ettim ve nihâyet senin için şehid düştüm” der. Allah:

“Yalan söyledin. Bilâkis sen cesâretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir” buyurur. Başka bir hayırlı ameli bulunmadığından, emir verilir de yüzü üzerine sürüklenerek Cehenneme atılır.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O:

“Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum” der. Allah:

“Yalan söyledin. Bilakis sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi” buyurur. Başka bir hayırlı ameli bulunmadığından, emir verilir de, yüzü üzerine sürüklenerek Cehenneme atılır.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

“Verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir” buyurur. Nihayet, başka bir hayırlı ameli de olmadığından, emir verilir de yüz üstü sürünerek Cehenneme atılır.”8

Dipnot:

1- Buhârî, 1, 50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45; 3- Câmiü’s-Sağîr, 4/3810; 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61; 5- Câmiü’s-Sağîr, 955; 6- Câmiü’s-Sağîr, 1436; 7- Câmiü’s-Sağîr, 3890; 8- Müslim, İmâre, 152

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Risâle-i Nur müzakereleri



Yazın rehavetini kırmak için enfüsî daireden kâinatın temaşa mekânlarına ve menzillerine uzanmak, ayrı bir tat ve huzur veriyor. Bu, seyredilen âlemin mânâ derinliklerinde tefekkürün kapılarını açan mütalâalar ise, tatilleri şuurlulaştırıyor.

Buna mümasil programlardan birisi de Ankara’da Risâle-i Nur Enstitüsü’nün devam eden “Risâle-i Nur Müzakereleri” faaliyetidir. Geçen haftanın ortasında başlayan çalışma, bir hafta boyunca, her gün farklı bir konuda akademik seminerlerle ifade ve istifade zemininde yürüyor.

Bir mevzunun içinde kavramların dili ve prensiplerin süzgeci ile ilmini ve ihtisasını Risâle-i Nur perspektifiyle mezcederek lezzetli bir fikir ikramında takdim etmek, hepimiz için birer manevî feyiz ortamıdır. Enstitü bunu sağlıyor.

Tefekkür penceresinde, aklın nuru olan fenlerle, kalbin ziyası olan dinî meseleleri bir arada ve erbabının diliyle istifadeye sunmak, enstitünün kuruluşundan beri muvaffak olduğu bir iştigal alanıdır.

Daha öncesinde gelenek haline gelen Risâle-i Nur Kongreleri, Arama Konferansları, Anlama Konferansları ve bu müzakere formatında yeni seminerlerle, daha fazla anlamamıza, ortak aklın mahsulü sohbetlere ve insibağa zihni müheyya etmektedir.

Bu tarzlar, Üstaddan günümüze devam edegelen Nur derslerimizin, sohbetlerimizin ve karşılıklı muhabbet temin eden okuma ve dinlemelerimizin künhünü teşkil etmektedir. Şükür ki, hürriyet havasının solunamadığı dönemlerden “cennet âsâ” mevsimlere ve inkişaflara gelmiş bulunmaktayız.

Risâle-i Nur manen hakimdir ve kalpler üzerine müesses manevî varlığını gittikçe insanlığın genel istifadesine, imanının takviyesine ve beşeriyetin ıslâhına, bütün himmetini hasretmektedir.

Bu meyanda, değerli akademisyenlerimiz tarafından verilen enstitünün müzakere konuları da bir birinin mütemmimi mahiyetindedir. “Bireyin Hürriyetleri, Meşveret, İsmi Celâl ve Cemal Tecellîleri, Tahavvülât-ı Zerrat, Yaratılış Mucizesi, Tabiat Risâlesi, Sosyal Yaklaşımlar ve Demokratikleşme” başlıklarını havî mevzular, hazmedilmiş bir ihtisasla ve ihlâsla katılımcılarla paylaşılmaktadır.

Yeterince katılamasam da, iştirak edebildiğim mevzular, katılamadıklarım için beni cidden hayıflandırdı. Zaten konu Risâle ise, kendi ulviyetinin tesirini insanlara hissettirmektedir. Okuyan, anlatan veya dinleyen bu sırra vakıf olduğu için, sohbetlerin lezzeti ve birbirine ayna olma mümkün olmaktadır. Bununla birlikte, farklılığını anlama ve anlaşılmayı kuvvetlendirmeye dayalı şerh ve izahlar, Risâlenin ruhuna sadık mânâlar olarak tecessüm etmektedir.

Bu vesileyle, bir şey daha zihnimde netleşti. Her Risâle-i Nur mensubunun, öğrenme iklimi olan zeminlerde; mesleğinin, tecrübesinin, ihtisasının ve kariyerinin zekâtını ve hülâsasını, fıtratına ve merakına uygun bir tenasüple bir konu etrafında, mutlaka 60 dakikalık bir seminer formatında sunabilmesinin gerektiğidir. Buna ihtiyacımız var.

Bu seminerler, üçüncü kişilere açık olmalıdır. Derslerimizin bir açılımı ve cemiyete açılan bir kapısı mânâsında ruhları dost ve talebe olmaya namzet yeni insanlara sunulmalıdır.

Eğitimci Hüseyin Kara’nın ve Prof. Dr. Ahmet Battal Hocanın ardından Prof. Dr. Mehmet Aybak Hocanın “İsmi Cemal ve Celâl Tecellîleri” seminerinde, “cemalin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celîldir” mânâsı bütün haşmetiyle kâinattaki tecellîlerini, iç içe nizam ve intizamını bize gösteriyorlar.

Anladığım kadarıyla, cemal cemîl makamında celâli gösterdikçe, celâl de celîl nazarıyla cemali okur.

Bismillahirrahmanirrahim’de Allah Lafza-i celâli ile Rahman ve Rahimdeki ism-i Cemalin tecellîleri ve 114 defa âyetlerle nazil olması, en önemli dersimizin hikmet ve muhabbet toprağını işba etmektedir.

Kavramlarla mânâlar inkişaf ettikçe, Risâle-i Nur’un tefekkür ummanı, kevniyatın kudret elini bize hatırlatıyor, müşfik bir ikaz yapıyor.

Böylece rahmetli Hasan Feyzi Ağabeyin, “Ey rahmet-i âlem Risâle-i Nur” hitabındaki idrakin mazharı olma imkânını veriyor.

Kâinatta, her âlemde ve taifede “Esma-i Hüsnadan bir ismin ünvanı tecellî eder” hakikati, bin bir ismin farklı tecellîleri ile tanışmamıza ve anlamamıza yol açacak taksimü’l amal ile âdetullaha mutabık gayretlere ihtiyaç olduğuna işaret etmektedir.

Lütuf ve kahr, hüsün ve heybet, tezyin ve tenzih, cennet ve cehennem, nur ve nar, emir ve nehiy, terğip ve terhib, tebşir ve inzar, reca ve havf, hayat ve memat, bast ve kabz, iki ayrı tecellînin, yani ism-i Cemal ve Celalin kâinattaki tecellîlerden bir kısmıdır.

Seminerciden kopyaladığım bu başlıkları açmak, sadece iki kavramına yıllarımızı vermek, kendimizi fıtratımızla bir tecellîye mazhar kılmak ve dalgıç gibi, ilim denizinin derinliklerindeki nur incisine varmak ve vakıf olmak, dünyanın cenneti olsa gerek.

Dr. Hakan Yalman’ın “Tahavvülatı Zerrat” bahsi, Prof. Dr. Orhan Ayyıldız’ın “Yaratılış Mucizesi” ve Prof. Dr. Abdülvahap Yiğit’in “Tabiat Risâlesi” konuları, hafta sonunun “ders baklavaları” niteliğinde devam ediyor.

Konuşmacılardan borçlandığım ve öğrendiğim kavramlarla, bana mutluluk kattıkları için hepsini kutluyorum.

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Cami duvarını kirletmek



Camilerimiz, hayatımızın bir parçası. Aynı zamanda ibadet mekânları ve ‘ümmet’in buluştuğu, kaynaştığı, eğitim yuvaları. Camilerimizi sadece ‘namaz kılınan yer’ olarak görmek yanıltıcı olur. Son yıllarda belki bu yönde bir anlayış yaygınlaşma emaresi gösteriyor; ancak camilerin fonksiyonunu sadece bununla sınırlamak doğru değil.

“Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz” misali, camilerimizin bu fonksiyonundan habersiz olanlar başka maksatlarla camileri gündeme taşırlar. Bazen Türkiye’deki camilerin sayısının fazla olduğundan, bazen de buralarda toplanan ‘yardım’lar gündeme getirilir. Son günlerde bazı ‘vekil imam-hatip’lerin ‘bombacı/mayıncı’ oldukları şeklindeki açıklamalara da şahit olmuştuk.

Her meslekte ‘çürük’ler olabildiği gibi, ‘imam-hatip’ler arasında da bunun olması muhtemeldir. Bir hadiseden yola çıkılarak, genelleme yapmak ve bütün meslek mensuplarını töhmet altında bırakmak elbette doğru değildir. Bu iddia dillendirildikten sonra açıklama yapan Diyanet İşleri Başkanlığı, bahsedilen hadisede ‘vekil imam hatip’lerin olmadığını beyan etti.

Bursa’daki bir caminin yakınında asılan ‘müstehcen afiş’e, cemaatin haklı olarak tepki göstermesini de medya diline dolamış. (Hürriyet, 30 Haziran 2007)

Habere göre, Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesindeki Şeyh Müftü Camii yakınındaki ‘pano’ya asılan müstehcen/açık saçık afişe tepki gösteren cemaat, “(Resmi görünce) Abdestimiz kaçıyor” demişler. Sözkonusu afişin hele hele cami yakınına asılması tepkiyi hak ediyor. Ancak gazete, hadiseyi ‘sulandırmak’ için cemaatin abdestinin kaçtığını ileri sürdüğünü iddia edilmiş. “Müstehcen afiş” abdest bozmaz, ama daha da önemlisi ahlâk ve huzur bozar. Böyle çirkin afişlerin, neredeyse cami köşelerine kadar yanaşmasına engel olunmalıdır.

Bu ve benzeri müstehcen afişlerin bilhassa cami yakınlarına asılmasını kimse ‘hürriyet/özgürlük’le açıklamaya çalışmasın. Çünkü bu hürriyet değil, nefsin arzularına esir olmak demektir. İnsanlar, “Abdullah/ Allah’ın kulu” olduğunu hiç bir zaman unutmamalıdırlar. Bir ibadet mekânının yakınına bu afişleri asmak, kastın değilse bile cehaletin göstergesidir.

Bakınız, Türkiye’de ‘cami duvarları’ müstehcen afişlerle kirletilmek istenirken Amerika’da neler oluyor: “Marie Claire dergisinin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’de 12-18 yaş arası her 6 genç kızdan biri, evlenmeden önce hiç kimseyle cinsel ilişkiye girmeyeceğine dair babasıyla sözleşme yapıyor. (...) ABC Televizyonu’nun web sitesindeki habere göre L.W., bu genç kızlardan yalnızca biri. Evleninceye kadar nişanlısıyla öpüşmeyi dahi reddeden L., ‘Flört etmek, erkeklerle gece bir yerlere çıkmak, ayrılmak gibi kavramlardan hoşlanmıyorum (...)” diyerek bu yeni sözleşme trendini mantıklı bulduğunu belirtiyor. Sözleşme imzalayan kızların yüzde 90’ının sözleşmeye sadık kalması bir başka ilginç istatistik olarak ortaya çıkıyor.” (Hürriyet, 30 Haziran 2007)

Bugün evlilik öncesi hayat ile ilgili olarak “İslâmın emrine uyma” noktasına gelen insanlık, “müstehcenlik” konusunda da aynı noktaya gelecek inşallah. Çünkü İslâm, fıtrat dinidir.

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Başörtüsü konusunda yan çizenler



Çölaşan “İnsanlar istedikleri gibi giyinmeli” diyordu.

Ömründe yazdığı konuda hiçbir yakını sıkıntı çekmemiş, mağduriyeti olmamış kişilerin son günlerde ahkâm kesmesine şahit oluyoruz.

İlk önce Yazar Mehmet Tezkan, Türkiye’de başörtüsü sorununun nasıl çözüleceğini bulmuştu. Çözüm ona göre gayet basitti; “Türban yerine başörtüsünü kullansalar sorun bitecek…” Bu kadar basit... Yani yıllardır insanlar bu sorun nasıl çözülecek diye boşuna kafa yormuşlar. Peşinden hemen ahkâm kesmişti. “Anadolu kadını başörtüsü takar. Başörtüsü kullanması gelenektir. Özellikle kentlerde ortaya çıkan AKP’li kadınların tercih ettiği türban ise simgedir. Başörtüsü ile türban arasında büyük fark var.” (Vatan, 22.05.2007) Yani, “şu renkte ve şöyle bağlarsan simge, ama şöyle bağlarsan simge değil.

Şimdi de Emin Çölaşan çıkıp ahkâm kesmeye başladı. “Başörtüsü, yemeni, boyundan bağlanan eşarp, Anadolu kadınının geleneksel örtüsüdür. Orada saç tellerini saklamak gibi bir hadise yoktur. Türban ise farklı bir olaydır. Bir üniformaya dönüşmüştür” derken, türban ile başörtüsü arasındaki “derin” farkları uzun uzadıya izah etmiş. (Hürriyet, 26.6.2007)

Yazısının sonlarına doğru ise başörtüsü konusunu siyasete bağlıyor Çölaşan. “AKP’nin seçim bildirgesi açıklandı. Türban, başörtüsü- -adına ne derseniz deyin—konusunda değil cümle, bir adet bile sözcük yok. Hiç değinmemişler! Bunun anlamı şudur: ‘İktidar olursak türban yasağı aynen devam edecek…”

Bu duruma Çölaşan üzülüyor mu, seviniyor mu? Biz bir anlam veremedik...

Demokrat Parti Genel Başkanı Mehmet Ağar da bu konuya dikkat çekerken, “Meydanlarda başörtüsü diye bas bas bağıranlar, bugün başörtüsünü ve imam hatiplileri beyannamelerine bile yazamıyorlar” diyor. Haklı da… Çünkü, AKP’nin seçim bildirgesinde inanan insanları rahatlatacak tek cümle dahi yazılmamış. Acaba “Merkez derken bunu mu anlatmak istiyorlar” diye aklımızdan da geçmiyor değil.

Gerçi seçim meydanlarında verilen “namus sözleri” unutulurken, önceki seçim öncesinde de “Türban sorununu çözeceğiz” diye bir açıklamalarının olmadığı bildirildi. Zaten Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin de “Türban halkın 1,5’inin sorunu… Başörtüsü öncelikli sorunumuz değil” dememiş miydi. Yani 73 milyonluk nüfusun yüzde 1.5’i rahatsızmış. Devede kulak! Geriye kalan yüzde 98.5’nin böyle bir sorunu yok! Öyle bile olsa 73 milyonun yüzde 1.5’i sanki bu vatanın evlâdı değil gibi…

* * *

Bütün bunları okuduğumda Emin Çölaşan’ın Ankara Büromuzda verdiği bir konferansı hatırladım. 1990’lı yıllarda Ankara Temsilciliğimizde “Onbeşinci gün” başlığı altında konferanslar veriyorduk. Toplumun her kesiminden insanı dâvet ettiğimiz bu toplantılara yine her kesimden insan izlemeye geliyordu. Çölaşan da büromuza gelip hem konferans vermiş, hem de soruları cevaplandırmıştı. Çölaşan “başörtüsü” ile ilgili sorulara verdiği cevaplarda şunları söylemişti:

“Üniversitede kızlar türban takıyorlarsa, onlara engel olunmaması gerekir. Ramazan günü oruç tutmayan kimseye de yan gözle bakılmamalı. Karşılıklıdır bu hadise. Birbirimize alışmak zorundayız. Ben insanların türban takmasında sakınca görmüyorum. Basın bu konuda ne düşünür, bilemem. İnsanlar istedikleri gibi giyinmelidirler. İstedikleri gibi inançlarını yerine getirmelidirler… Sen kot giyersin, kimse sana karışmaz. Türban takarsın, kimse sana karışmaz… Türban olayı devletin düzenine yönelik bir eyleme dönüşüyorsa, ben o olaya karşıyım…” (Yeni Asya, 10.11.06.1992)

Peki ne değişti, başörtülüler eylem yapıp sağa sola mı saldırdılar, birilerini mi yaraladılar, okullarının camını, çerçevesini mi kırdılar? 15 yılda devletin düzenine yönelik bir eylem mi yaptılar ki, Çölaşan’ın fikirleri değişti? Hayır… O zaman şu sonuç çıkabilir, Çölaşan da gömlek değiştirenler kervanına katılmış.

Anayasa da ve kanunlarda başörtüsü yasağı ile ilgili bir madde yok. Yani başörtüsü yasağı hukuksuz… Onun için çözümü de kolay, ancak istenirse… Bu sorun çözülürse hem milyonlarca insan yıllardır uğradıkları mağduriyetten kurtulur, hem de yukarıdaki gibi bazı kalemler “türban” ile “başörtüsü” arasındaki farkları yazmak için kendilerini böyle paralamazlar!

Şu iyi bilinmeli, kanunsuz başörtüsü yasağının çözülmesini milletin çok büyük bir çoğunluğu bekliyor. Millet istediği için de insan hakkı ihlâli olan bu yasağın bir an önce kaldırılıp mağduriyetler de hemen giderilmelidir.

Bu mesele de başörtüsünü “çözerek çözüm” veya “mutabakat” bahanesinin arkasına sığınarak değil, insanların istediği gibi giyinmesini sağlayarak yapılmalı.

Şu anda iktidara gelmek için çalışan partilere önemle duyurulur…

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mekanik tasavvurlar



Mevdudi gibi bazı zevatta öteki dünyayı öteleyen ve dini, uluhiyet ve nübüvveti üstünlük veya siyasî otorite olarak algılayan ve buna indirgeyen temelli bir yanlışı vardır. Bu, uluhiyet veya nübüvvet veya din bağlamında mekanik bir anlayıştır. Dini diğer alanlarından soyutladığınızda fikir düzeyine veya teşkilat düzeyine iner. Halbuki din bütün bunların hepsinden aşkındır. Din akılla kavranılır, ama nasıl aklı aşıyorsa siyasî düzeyde de tıpkı öyledir. Dini siyasi alana indirgemek siyasal İslamcılıktır. Siyasal İslamcılık diğerlerinden ayrıldığı oranda sapma anlamı taşır. Bu İslamda siyasetin inkârı değildir. Aksine denklem içindeki yerini tayin etmek ve yerli yerine koymaktır. Bu itibarla, Mevdudi’nin (rahmetullah aleyh) uluhiyet, nübüvvet ve buna bağlı olarak tarih anlayışı tamamen mekaniktir. Vüs’at ve esneklikten uzaktır. Tıkanma noktası da burasıdır. Mevdudi çeşitli kitaplarında kâinatın mayesinin Allah’ın hükümranlığının tesisinden ibaret olduğunu söylemiştir. Özellikle de hakimiyet üzerine odaklanmıştır. Hakimiyet üzerine yoğunlaştığı oranda manevi yapı ihmale uğramıştır. Peygamberler tarihini siyasi zaferler tarihi olarak algılamış ve peygamberlerin başarı veya başarısızlıklarını buna göre derecelendirmiş veya değerlendirmiştir. Allah rızasını buna indirgemiştir. Mevdudi ilk üç asırdan sonra Müslümanların dini anlayamaz hale geldiklerini ve hakimiyet telakkisini kaybettiklerini söylemiştir. Anlam kayması olduğunu savunmuştur. Aslında bu çok tehlikeli bir eğilimdir. Zira Mısır’daki bazı hareketler özellikle de Şükrü Mustafa’nın hareketi sırf bu nedenden dolayı ilk üç asırdan sonraki Müslümanları tekfir etmişler ve bunun sonucunda hem akıl, hem de ruh sağlığını kaybetmişlerdir. Mevdudi çok zeki ve gerçek bir entelektüel olmasına rağmen maalesef dini anlayışını maneviyatla dengeleyememiş ve İslamiyeti bütün bütün siyaset üzerinden yorumlamıştır. Manevi cephesini ihmal etmiştir. Ebu’l Hasan en Nedevi ve Vahidüddün Han gibilerin de açıklıkla ifade ettikleri gibi ilk üç asırdan sonra dini anlamda temelden bir anlam kayması yaşanmamıştır. Bilakis İslam tarihini bu şekilde yorumlamak vahim bir anlam kaymasıdır. Burada malul ve anlam kaymasına sahne olan Müslümanların düşüncesi değil Mevdudi veya benzerlerinin fikriyatıdır.

***

Mevdudi’nin anlayışında büyük bir anlam kayması vardır. Uluhiyeti sadece egemenlik olarak, tebliği de (peygamberlik görevi) sadece hükümranlığa davet ve tesis edilmesi olarak görmek büyük bir anam kaymasını ve buharlaşmasını da beraberinde getirmektedir. Dini tamamen egemenlik mihveri üzerine izah ediyor. Ona ve onun gibi düşünenlere göre peygamberlerin (asm) vazifelerinin gayesi yeryüzünde ilahi egemenliği tesis etmek ve O’nun emrettiği hayat düzenini bütün yönleriyle uygulamaktır. Bu anlayışla alakalı olarak Vahidüddin Han’ın ‘El İslam ve’l Asru’l hadis’ kitabındaki eleştirilere benzer bir şekilde Ebu’l Hasan en Nedevi de Bedir tarafından yeniden yayınlanan İslam’ın Siyasi Yorumu adlı kitabında şunları ifade ediyor: “Dini bilgilerini sadece bu tip tefsirden edinen, İslam araştırmalarını sırf bu kitaplarla sınırlı tutanların Allah ile bağları dar, sınırlı, kuru, donuk (hikmetten uzak), resmi ve her müminden beklenilenin aksine içtenlikten ve samimiyetten yoksun bir hale dönüşecektir. İnsan, özellikle peygamberliğin talim ve çabalarının asıl amacının bu hayatla sınırlı kalan değişiklikler getirip devrim yapmak ve sağlam bir temele dayalı bir beşeri kültür tesis etmek olduğunu savunursa, Allah sevgisini, rızasını ve uhrevi kurtuluşu azımsamış olur. Elbette ki insan bu anlayışla çabalarını ve işlerini sürdürürse gayba iman etmekten, ahirete iştiyak duymaktan, Allah rızasını ummaktan, O’nun aşkıyla yanmaktan, yani Peygamberlerin çizdiği yoldan ayrılarak iktidar, itibar, şan ve hükümranlık gibi sadece maddi kaygıların peşine düşmüş olacaktır...”

***

Bu anlayış vahdet-i vücudun siyasi alana tercümesinden başka bir şey değildir ve pratikte İslam’ın diğer boyutlarını, renklerini ve zenginliğini inkârla eşdeğerdir. Ahmet Hulusi gibiler uluhiyeti enerji ile izah ederken Mevdudi gibiler de siyasi egemenlik alanına indirgiyorlar. Zaten kimse ontolojik düzeyde bunun aksini savunmuyor. Ama dini tamamen siyasete indirgemek İslamiyetin içini boşaltmaktır. Mevdudi bu hususta şunları yazmaktadır: “Bundan dolayı peygamberler siyasi inkılaplar gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Hz. İbrahim’de olduğu gibi (a.s.) bazılarının çabaları sonraki inkılaplar için zemin hazırlamak ile sınırlı kalmıştır. İsa (a.s.) gibi başka peygamberler ise hakiki devrim hareketleri başlatabilmiş fakat ilahi egemenliği kurmadan görevleri bitmiştir. Yine başkaları devrimlerini gerçekleştirmekle başarılı olabilmişlerdir. Hz. Musa (a.s.) ve Peygamberimiz (asm) bunların arasındadır...” Dolayısıyla Mevdudi’nunki ile Bediüzzaman’ın veya Ebu’l Hasan en Nedevi veya Vahidüddin Han’ı dine dayalı siyasi anlayışları taban tabana zıttır.

01.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Yüksek gerilim hattı



Muhtemel cumhurbaşkanı aday isimleri fısıltı halinde dolaşıyor bu günlerde.

İşte bunlardan bir kaçı:

-Abdüllatif Şener

-Ertuğrul Günay

-Vecdi Gönül...

Peki, Abdullah Gül?

Başbakan bu konuda ketum.

Bir de: TBMM Başkanı Bülent Arınç faktörü var. Gül'ün adaylığının sözkonusu olmadığını söylüyor.

Desenize, seçim sonrası, yeni bir "gerilim hattı" bizi bekliyor.

KOKU UZMANLARI

FBI insan kokusunu kavanozda saklıyormuş.

Yani "adamlar" suçlu kokusunu "arşiv"liyor.

O halde, önce ABD Başkanı Bush'un kokusunu kavanozlasınlar.

Bir de diyorlar ki:

"Her suçlu arkasında delil bırakır."

İşte Irak... Bush'un arkasında bıraktığı koskocaman iz.

BOZULAN BÜTÇE

Seçim bütçeyi bozmuş.

Ne farkeder?

Seçim sonrası da vatandaşın bütçesi bozulacak.

ASMA-K

Atatürkçü Düşünce Derneği'nden "bayrak asma" eylemi...

Aman; "Demokrasiyi asmasın"lar da.

"UFAK BİR SİYASET"

Türkücü İbrahim Tatlıses, otel açılışında verdiği konserde sıcaktan bunalınca, bornoz giyip şarkılarını seslendirmiş.

Yakışır.

Genç Parti’den milletvekili adayı Tatlıses, şarkı arasında “ÖSS’nin kalkmasını istiyor musunuz, harçların kalkmasını istiyor musunuz, o zaman oyunuzu bize vereceksiniz’’ diyerek hayranlarından destek istedi.

Tatlıses, siyasette yeni...

"Meydan"la "sahne"yi karıştırdı.

Kimden oy isteyeceğini bilmiyor. Onu dinlemeye gelenlerin ne ÖSS ile bir derdi olur, ne de harçlıkla...

"Ufak bir siyaset" yapan Tatlıses daha çok pişecek!

YELPAZE

CHP fırıldak gibi dönüyor...muş.

Malûm:

CHP Kuzey Irak'a operasyondan yana... Halbuki, 1999'da askerî harekât çözüm değil diyordu.

Eee, fırıldak olması normal.

Çünkü, sol "yelpaze"de olduğu için...

"Soldan sol''dan geliyor!

HAFTANIN ADAYI

"Devlet Bahçeli'ye Cumhurbaşkanlığı teklif ettik."

AKP Milletvekili Salih Kapusuz

HAFTANIN AŞKI

MHP'liler ile CHP'liler arasında yeni bir "aşk" başladı. Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk MHP'yi övdü.

HAFTANIN SORUSU

Cumhurbaşkanı A.N. Sezer, Devlet Bakanı Şener'i kırmadı ve SPK atamasını imzaladı.

Hayrola? Sezer'in bu tavrını neye yormalı?

Halef/selef durumu mu var?

HAFTANIN SÖZÜ

SP Genel Başkanı Recai Kutan,

"En genç aday kadrosu bizde" demiş.

Acaba:

Erbakan'ı mı kastediyor?

01.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004