Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AKP reformları hâlâ niye geciktiriyor?

Türkiye'nin meşruiyet tartışmasına ihtiyacı var. Her çıkan krizin fonunda yer alan bu tartışma konusu, bir türlü asıl gündemi teşkil etmiyor.

Çünkü krizin tarafları, mesele bu tartışmanın eşiğine gelince arkasını getirmekten vazgeçiyorlar. Şimdi gündemde olan anayasa bahsinde bile, bu tartışmaya girilmemesi dikkat çekici. Meşruiyet tartışmasının açılamıyor olması üzerinde durmak bu bakımdan elzem.

Siyasetin meşru ve gayri meşru tarafları, siyasetin zor bahsini bir şekilde yanlarına almakla veya karşılarında olmasını engellemekle yetiniyorlar. Bu yüzden de siyasetteki zor unsuru geriletilerek, ikna unsurunun önü açılamıyor. Siyasette kriz çıkarmak suretiyle sivil- asker bürokrasinin rejim içindeki etkinliğini artırmak veya bunun da ötesine giderek rejime doğrudan el koymak isteyenlerin, meşruiyet çerçevesini Cumhuriyeti kurmuş olma iddiası teşkil ediyor. Bu itibarla bu çevrenin yeni bir meşruiyet tartışması açmasını beklemek gerçekçi değil. Peki ama bu çevreler tarafından tehdit edilen ve çoğu zaman da çoğunluğu teşkil edenler, niye bir meşruiyet tartışması açmaktan kaçınırlar?

Buradaki çoğunluktan kastım sadece, seçimlerden çıkan çoğunluk değil. Sivil-asker bürokrasinin tahakkümüne karşı olan ve yanında olmayanlar. Peki, seçimlerden çıkan çoğunluğa ne demeli? Bu çoğunluk, mebzul miktarda ortaya çıkan krizler karşısında ve en son 22 Temmuz seçimlerinde galip gelmelerine rağmen neden bir meşruiyet tartışması aç(a)mıyor. Sanki kendisi gayri meşruymuşçasına bir alttan alma ve krizin üstünü örtme gayretine giriyor. Acaba iktidarın muhtemel nimetleri mi bu çoğunluğu ve onların siyasi temsilcilerini baştan çıkartıyor? Yoksa ufukları böyle bir tartışmayı öngöremeyecek kadar sınırlı mı?

Belki de, bu tartışma açıldığında arkalarındaki toplumsal desteğe güvenemeyeceklerini düşünüyorlar? Bunu tam bilemiyoruz. Ancak bu tartışma açılmadığında, krizi hazırlayanların yeniden organize olarak ilk fırsatta harekete geçecekleri çok kuvvetli bir ihtimal.

Bu tartışmanın açılmaması, daha önceki örnekler bakılırsa, seçimden çıkan çoğunluk partisini rehavete ve yozlaşmaya sürüklüyebilir. Üstelik seçim boyunca söyledikleri ve ima ettikleri hayata da geçmediği için arkalarındaki seçmen desteği de azalabilir. Bu durum iktidarı, sadece içeride değil, dışarıda da yıpratıyor. Dışarıda da iktidar samimi olmamanın yanında, bir türlü muktedir olamadığı için muhatap olma kabiliyetini kaybedebiliyor. AK Parti'nin, 2005 sonrası performansı Türkiye'de daha önce ortaya çıkan merkez sağ imajına benzemeye başlamıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yalpalamalarından sonra Abdullah Gül'ün adaylığı, AK Parti'yi 22 Temmuz'da bu tasnife girmekten kurtardı. Keza, 27 Nisan'daki Genelkurmay bildirisi karşısında geri adım atmayışı da kayda değerdi.

Ancak 22 Temmuz seçimleri ve arkasından 21 Ekim referandumundaki açık ve güçlü seçmen desteğine rağmen, AK Parti'nin beş aydır reform sürecine dönmeyişi ciddi endişe yaratıyor. AK Parti ve Tayyip Erdoğan'ın seçim başarılarıyla yetinerek, anayasal düzeni sivilleştirmek ve demokratikleştirmek iradesi göstermemesi tehlikesi gözlemcilerce dile getiriliyor. AK Parti'nin 2008 başında yapmayı vaat ettiği reformlar, bu bakımdan dikkatle takip ediliyor.

Bugün, 2.1.2008

Murat Yılmaz

03.01.2008


 

Laiklik bazen despotluk da olabilir

Türkiye'de bize hep 'laikliğin dinsizlik olmadığı' söylenir ve bence de öyle olması gerekir. Ama bu kavramı dillerinden düşürmeyenlerin bazıları, bunu düpedüz öyle yorumluyor. Pazartesi günkü yazımda, bu durumu, ODTÜ Felsefe bölümünden Prof. Dr. Yasin Ceylan'ın 19 Aralık tarihli Radikal'de yayınlanan 'AKP, İslam ve modernleşme' başlıklı kayda değer yazısına atıfta bulunarak ele almıştım.

Aynı yazıdan devam edelim ve bu sefer laikliğin nasıl olup da 'demokrasinin ön şartı' değil, bilakis 'despotizmin temeli' olabileceğini görelim.

Sayın Ceylan, laikliği 'Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçiş' diye yorumluyor ve bunu tüm topluma yerleştirmek gerektiğini söylüyordu. Peki ama toplum bu programı kabul etmezse ne olacaktır? Prof. Ceylan buna şöyle cevap vermiş:

'Laik bir rejimde, bir ferdin din kabulü, onun tüm dünyasını kapsıyorsa, her eyleminde dine uyumluluk, tanrı emrinin yerine getirilmesi endişesi taşıyorsa o kişi, elbette laik toplumda yaşamaya devam eder, ama marjinal bir vatandaş olarak. Hele o kişi, öznel doğrularını nesnel doğrular olarak hemcinslerine yaymaya çalışınca, rejim hakemlerince suçlu addedilir'

Yani söz konusu 'laik rejim' içinde hayatlarını dine göre yaşamak isteyenler, 'ikinci sınıf vatandaş' olur! Eğer dindarlıklarını yaymaya (dikkat edin, 'empoze etmeye' değil, sadece 'yaymaya') kalkarlarsa, suçlu sayılacaklardır!

İşin en garip tarafı da, dindarları 'öz vatanında parya' haline getirecek bu ' rejim hakemleri'nin, yine bu dindarlardan toplanan vergilerle beslenen devlet kurumlarında oturacak olmasıdır.

Yani, özetle, böylesi bir 'laik rejim'in dindar vatandaşlarına söylediği şudur: 'Biz, sizi kendi aklımızca modernleştirmeye, onun için de döve döve dinsizleştirmeye karar verdik. Bu işin finansmanını da sizin cebinizden aşırdığımız parayla halledeceğiz.'

Bunun bir hayal veya karikatür olduğunu düşünmeyin. Dünyada tam da bu mantıkla işleyen 'laik cumhuriyet'ler vardır. Kuzey Kore, kusursuz bir örnektir. Putlaştırılmış bir lider ve militarist bir rejimle yönetilen bu komünist ülkenin resmi ideolojisinin adı 'Juche'dir. Ve Juche'nin tekel ilkesi şudur: 'İnsan, her şeyin efendisidir ve her şeye o karar verir.'

Gördüğünüz gibi, Kuzey Kore, tam da Prof. Ceylan'ın amaçladığı gibi, 'Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçmiş' bir ülkedir. Ama aynı zamanda dünyanın en despot, zalim ve kanlı rejimlerinden biridir. Bir tür 'açık hava hapishanesi'dir.

Bir de 'özgürlükler ülkesi' diye bilinen, dünyanın en açık toplumlarından birine ev sahipliği yapan Amerika Birleşik Devletleri'ne bakalım. Orada, enteresandır, 'Tanrı merkezli' bir özgürlük tanımı vardır. ABD'nin hukuki temeli sayılan Bağımsızlık Bildirgesi'nde, 'insanlar, Yaratıcıları tarafından verilmiş, çiğnenemez haklara sahiptir' diye yazar.

(Kıssadan hisse: 'Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçmek', hiç de matah bir şey olmayabilir.)

Söz konusu ABD'nin de aynı Kuzey Kore gibi bir 'laik cumhuriyet' olduğunu hatırlatayım. Ama ABD'de laiklik, sadece 'devletle dinin ayrılması' anlamına gelir, 'toplumun dinsizleştirilmesi' değil. Toplumdaki bireyler ve cemaatler, isterse alabildiğine dindar olur, isterse de dinsiz. Bu işe karışmak, devletin haddine değildir.

Türkiye'de de laikliğin bu anlamda tarif edilmesi gerek. Bugüne dek, Kuzey Kore'ninki kadar olmasa da, bir hayli despotça yorumlanageldi.

Star, 2.1.2008

Mustafa Akyol

03.01.2008


 

Borçlu yaşa, borçlu öl!

Türkiye'de ailelerin borçlanma oranının 2003'te bütçesinin sadece %7,5'u iken, 2006'da büyük bir patlamayla %24,5'a ulaştığı belirtiliyor.

Bu nasıl bir büyüme, bu nasıl bir tüketim çılgınlığı, bu nasıl bir sarhoşluktur. Her gün televizyonun bazı programlarına çıkarak "kredi kartı borcu" yüzünden intihar edecek duruma geldiğini ağlayarak anlatanları görüyoruz.

Yapılan sokak röportajlarında her on kişiden dokuzunun borçlu olduğu anlaşılıyor. Bu borç bize rahmetli Özal'dan kalmış bir alışkanlıktır. Kendisi "Herkese borç vermezler, adama verirler" demişti.

Şimdi gariptir herkese veriliyor.

Türkiye'deki "büyüme"den bahsedenler lütfen bir de "ayak-yorgan" kontrolü yapsınlar. Bıçak kemiğe dayandı.

Fransa'nın ünlü gazetelerinden Le Figaro'da yayımlanan "İstanbul Modanın Yeni Adresi" başlıklı yazıda, Nişantaşı ve İstinyePark'taki şık mağazaların, İstanbul'un Milano, Paris, Londra gibi moda merkezlerinden farksız hale geldiği belirtilmiştir.

Yazıda, dünya çapındaki markaların İstanbul'da mağaza açmak için sıraya girdiği vurgulanarak, "İstanbul Avrupa'nın en sıcak alışveriş adreslerinden biri haline geliyor" ifadesine yer verilmiş.

Bottega Veneta, Chloé, Dolce&Gabbana, Etro, Fendi, Jimmy Choo, Paul Smith ve Yves Saint Laurent gibi dev markaların İstanbul'da ilk mağazalarını açmak için İstinyePark'ı tercih ettiklerine işaret edilen yazıda, "İnanmak için görmek gerekiyor. Ne Paris'teki Montaigne caddesinde, ne Milano'daki Montenapoleone caddesinde, ne de Londra'daki New Bond caddesindesiniz. İstanbul'un Nişantaşı bölgesindesiniz. İstanbul Avrupa'nın en sıcak alışveriş aderselirenden biri haline geliyor" deniliyor.

Bu ifadeler kendi markaları ile "İstinyePark"ın reklamından başka bir şey değil.

Le Figaro, OECD'nin en yoksul ülkesi Türkiye'deki alışveriş merkezi (AVM) patlamasına dikkat çekerken son 4 yıldır tüketici kredilerinin alışveriş merkezleriyle aynı hızda büyüdüğünü, ülkenin iflastan döndüğü 2001 krizinin unutulduğunu ve Türk orta sınıfının bir tüketim çılgınlığına kapıldığını yazmış.

Le Figaro, Galatasaray Üniversitesi Ekonomik Coğrafya Profesörü Jean-François PÈpouse'un, "Ticaret merkezleri elbette mal satıyor ama aynı zamanda tüketiciye bir yaşam tarzı da sunuyor; zaten bunlara 'hayat merkezi' adı takılması da manidar. Bunlar kredi desteğiyle muhteşem birer sosyal değişim makinesi gibi çalışıyor" sözlerini de aktarıyor. İnşaatı tamamlanacak 35 yeni AVM ile İstanbul'un, AVM sayısını yakında iki katına çıkaracağını belirten gazete, Kapalıçarşı'nın yakında turistik gezinti yerine dönüşeceğini söylemiş.

Yazılanlar doğru. Yanlış olan "orta sınıf"la ilgili. Türkiye'de "ortadirek" kalmadı. Yukarıdakiler ile aşağıdakiler var sadece. Oralardan alış-veriş edenler kaymak tabakası. Elbette onlara özenen, o "yaşam tarzı"nı taklit etmek isteyenler de var. İşte bunlar borçla yaşıyor.

Bu "yaşam tarzı" giderek Anadolu'ya da yayılıyor ve taşrada sürekli AVM açılıyor.

Bu tam bir gaflet halidir. Ben Diyanet İşleri'ne baksam "Gaflet mümine yaraşmaz" başlıklı, tam da bu meseleyi ele alan bir "hutbe" okutur, insanımızı "israf"tan korumaya çalışırım. Bizi batıracak olan israftır, akılsız-ölçüsüz borçlanmadır. Ticaret değil.

Ne demiş atalarımız: "Zürefanın düşkünü, ince giyer kış günü".

Yeni Şafak, 2.1.2008

Mustafa Kutlu

03.01.2008


 

Benazir Butto'yu kim öldürdü?

Benazir Butto'nun öldürülmesinden iki ay öncesine değin gerek danışmanları gerekse de Pakistanlı kimi eski siyasiler, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın kapısını aşındırarak, eski başbakanlarının Pakistan'a dönmesiyle birlikte çok ama çok iyi korunması gerektiğini söyledi. Ne var ki, Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, her defasında 'Siz bir bardak suda fırtına koparıyorsunuz. General Müşerref Benazir'i korur; ona bir şey olmasına izin vermez!' diye yanıtladı ve tüm baş vuruları geri çevirdi.

Dışişleri Bakanlığı'nın bu vurdum duymazlığı karşısında, Benazir'in yakın çevresinde, ABD'nin pişirip masaya sürdüğü Müşerref-Benazir iktidar ortak paylaşım tasarısının ardında başka şeylerin yattığı kuşkusu uyanmaya başladı. Bakanlığa mektup yazan Pakistan eski bakanlarından biri 'Sizin asıl amacınız Pakistan'a demokrasiyi yeniden getirmek değil, Müşerref'in elini güçlendirmek!' dedi.

Başkan Bush, bu mektupta belirtilen görüşü kanıtlamak istercesine, Benazir'in öldürülmesinden hemen sonra televizyonlara çıkıp, daha kanı yerde kurumamış eski başbakana yaram yamalak bir rahmet diledikten sonra, 'Ocak ayının ilk haftasından yapılacak seçimlerin hiç bir biçimde ertelenmemesi gerekiyor!' buyurdu. 'Böylece Pakistan demokrasisi bir kez daha sağlam temeller üstüne oturmuş olacaktır!'

Aslında Bush ve yakın çevresi Benazir'in Müşerref'e oranla radikal İslamcılara karşı daha başarılı olacağını, daha aman vermez bir tutum sergileyeceğini biliyordu... bilmesine de, Müşerref'e çok ama çok fazla yatırım yapmıştı. Örneğin Bush, salt terörle mücadele için Pakistan'a 10 milyar dolar yardım yapılmasını sağlamış, ama sonradan bu paranun büyük bir bölümünün ordunun başka ihtiyaçları için harcandığı ortaya çıkmıştı.

Washington Post Gazetesi yazarlarından Robert Novak, 31.12.2007 tarihli son yazısında şöyle diyor: 'Benazir Butto'yla en son Ağustos ayında, New York'ta Pierre Oteli'nde buluştuk; oturup kahve içtik. Müşerref'le Abu Dabi'de yaptığı gizli toplantının üzerinden üç hafta geçmişti. Toplantının bitiminde Müşerref, İslamabad'a döner dönmez kendisini arayacağını söylemişti ama henüz ses çıkmamıştı. Müşerref'in Washington tarafından yeterince uyarılmadığı kanısındaydı...' Benazir'le gazeteci Novak'ın bu görüşmesinin hemen ardından Müşerref, Pakistan'da olağanüstü hal ilan etti, Cumhurbaşkanlığına seçilmesini istemeyen Pakistan Yüksek Mahkemesini bir kalemde silip attı. Los Angeles Times gazetesine göre, Müşerref kolları sıvamış temizliğe soyunmuşken Pakistan'da, ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice, Benazir'i arayarak, Müşerref'in bu uygulamalarına karşı ses çıkarmamasını, buna karşılık da Müşerref'in kimi duyarlı konularda Benazir'e istediği tavizleri vereceğini fısıldadı! Ama gelin görün ki, Müşerref hiç bir konuda Benazir'in isteklerini yerine getirmedi, dahası bunlara yanıt bile vermedi!

Philadelphia Inquirer Gazetesi Aralık ayı başında yayınladığı bir haberde, Benazir'in bir temsilcisinin ABD Dışişleri Bakanlığı'na giderek, Benazir Butto'nun Pakistan'a dönmesiyle birlikte yaşamının çok ciddi tehlikeye gireceğini söyledi, ve korunması için ABD'den yardım istedi. Bakanlık kılını bile kıpırdatmadı!

'Derken 6 Aralık'ta' diye devam ediyor gazeteci Robert Novak: 'Senato Dışilişkiler Komisyonunda konuşan, Güney ve Orta Asya İlişkilerinden Sorumlu Dış İşleri Müşteşar Yardımcısı Richard Bouche, Pakistan seçimleriyle ilgili bir soru üzerine ' iyi bir seçim olacak...hile karıştırılmaz yani... sonuçları kabul görebilir bir seçim...saydam...kabul edilebilir... ha eğer kusursuz bir seçim mi olacak diye soruyorsanız..hayır!' Boucher'in bu sözleri İslamabad'ın iktidar koridorlarında yankılandı. Amerikalılar kusursuz bir seçim beklemiyordu demek! Belki de istemiyordu bile! Eh Benazir'siz bir seçim kabul edilebilirdi yani!'

Şimdi, buyrun size bir soru: Washington'un Müşerref'ten yana koyduğu bu sorgusuz sualsiz destek, Benazir cinayetine yakılmış sarımtırak yeşil bir ışık olabilir mi?

CIA ve İngiliz İstihbarat Örgütü MI-6 uzmanları, gerek 18 Ekim 2007'deki suikast girişimi gerekse de Benazir cinayetinde El-Kaide'nin parmak izlerini görmekte zorlanıyorlar. Cinayet sonrası Pakistan ordusunun arasözleri musluklarını açarak salt kan izlerini değil suç mahalli uzmanlarının bulabileceği her türlü kanıtı da yok etti!

Sonuç olarak, Pervez Müşerref her geçen gün biraz daha İran Şahı Rıza Pehlevi'yi anımsatıyor. Eğer ABD demokrasi adına Müşerref'i desteklemeyi gözü kapalı bir biçimde sürdürürse, İran'da olanlar, önünde sonunda Pakistan'da da olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın! Pakistan'ı kurtaracak tek şey koşulsuz demokrasidir, o kadar!!

Star, 2.1.2008

Aziz Üstel

03.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri