Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

Mehmet İpçioğlu

Bir babanın yürek yangınları

Bir sihirli söz düşünün, kılıç olup başlarda gezen, yine aynı söz ki tek hamlede savaşlar kesen. Ne taht bırakan, ne baht, kendinden gayri. Ama kader ağlarını o sözün sahibine öyle bir örüyor ki, o meş'um kelime zaman geliyor evlâtlarının başını gövdesinden alıyor. Kendi diliyle yağ ile balını ağulu aş ediyor efendisine.

Hiçbir Osmanlı padişahına nasib olmamış olan 46 yıl gibi uzun bir süre cihana hükmeden Muhteşem Süleyman, ne yazık ki bu yarım asırlık dönemi, acıların en büyüğü olan evlât acılarıyla geçirmiş, sekiz oğlundan yedisinin ölümüne şahit olmuştu. Bunlardan Murad, Mahmud ve Abdullah henüz çocuk yaşta gözlerini hayata yumarken, nur-i ayini şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed ile, ömrünü sırtına yüklediği gam yükü ile geçiren Cihangir, gençlik çağında hayatının baharında toprağa gark olan taze fidanlar misali göçüp gitmişlerdi.

Ulu Sultan, geriye kalan oğullarından yüce gönüllü yiğit alperenler, Mustafa ve Bayezid'in öldürülmesi için nişan-ı şerif-i alişan hükmünü kendisi vermek zorunda kalmıştı da, koca cihanın mülkü en gerideki tek oğlan Sarı Selim'e kala kalmıştı.

Görüldüğü gibi, kader bir yandan gülsüz, çemensiz, lâlesiz bir baharın hükmünü verirken, çiçeksiz, lâlesiz kalan bu çemenzârın bülbülünü avlamak görevini de maalesef nizam-ı âlem uğruna yaslı babaya vermişti.

Oysa, oğullarının ikbali penceresinden ne hayaller kurmuştu koca sultan. Özellikle Şehzade Mehmed'i, diğer kardeşlerinden apayrı tutmuş, onun eğitiminden gelişmesine dek her anını özenle izlemişti. Genişleyen imparatorluğu, istidat gördüğü bu şehzadesinin yönetmesini istiyordu çünki. Bu emelini gerçekleştirmek için de 22 yaşına geldiğinde onu sultanlığa giden basamak olan Manisa Valiliği'ne atamıştı.

Ne var ki, hayallerini bitiren acı haberi aldığında takvimler hicri 950 milâdî 1543 senesini gösteriyordu. Macaristan seferinin muzaffer komutanı (Estergon seferi olarak da anılır) dönüş yolunda Belgrad menzilinde almıştı kara haberi. Dört kıt'aya yayılan zafernamenin muştusuyla Osmanlı coğrafyasında bayram yaşanırken, 'şehzade-i güzin'in ölüm haberi uğrak yeri Belgrad'ı koca sultana zindan etmişti. Gözbebeği Mehmed'i, çiçek hastalığından ölmüştü. Bütün menzilleri yıldırım hızıyla aşıp geçmiş, İstanbul'a ulaştığında şehzadesinin tabutuna kapanıp iki saat ağlamıştı.

Padişahla birlikte Şehr-i İstanbul dahi yasa boğulmuş da, esnaf üç gün kepenklerini açmamıştı. Kırk gün boyunca oğlunun kabrini ziyaret eden Pâdişâh-ı âlem-penâh 40 günün sonunda, Mimar Sinan'ı huzuruna çağırıp "Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'im Merkad-i Sultan Mehemmed bad Firdevs-i ebed". Mısrasıyla tarih düşürdüğü merhum necabetlû şehzade hazretlerinin hatırasını yad edecek bir cami ve medresenin yapım emrini vermişti.

Muhteşem Süleyman'ın muhteşem mimarı evlât acısıyla inleyen bir yüreğin nağmelerini taşlara ustalıkla işlemişti. Yaslı babanın toprağa verdiği civanına yaktığı ağıt Şehzade Camii ve külliyesi adıyla tecessüm etmiş heybetli bir yalnızlığa ve ağırbaşlı bir sükunete bürünmüştü. Babanın hüznü de inancından aldığı destek ve caminin külliyesindeki işlenen sadaka-i cariyelerle her geçen gün biraz daha hafifleyerek sönmeye yüz tutmuştu.

Zaman her acının olduğu gibi evlât acısının da en tesirli ilacıydı elbette. Dindirmese de hafifletici etkisi muhakkaktı. Şehzade Mehmed'in ölümünün üzerinden tam 10 yıl geçmişti. Doğu'dan batıya sürekli seferler ve her seferde kazanılan yeni zaferlerle geçen 10 koca yıl.

Ama Nevruzla birlikte başlayan sefer hazırlıkları yeni bir evlât acısının, taze bir yürek yangınının da habercisi gibiydi adeta. İran üzerine sefere çıkan muhteşem Süleyman sefere iştirak etmek üzere Konya ovasında orduya iltihak eden Amasya Valisi güzünün nuru, ferzend-i şehriyari şehzade Mustafa'nın ölüm emrini vermek zorunda kalacaktı. Bu diğerinden daha zor bir ölümdü elbette. Şehzade Mehmed ecel cellâdının ellerinde can verirken, padişah tarümar olan tahammül mülkünün enkazından tevekkül sığınağında bulmuştu kurtuluşu. Ama bu başkaydı, öz evladının celladı olmak başkaydı. Nasıl bir duyguydu ki yürek dayansın. En acımasız insanın bile ciğerlerini yangın yerine çeviren, akıl muvazenesinin zembereğini yerinden söküp alan bir durumla karşı karşıya idi şimdi cihanın kudretli padişahı. Ama fitne ateşi yanmıştı bir kez. Nizam-ı alem için ya söndürülecekti ya da o yangında cihan hakimiyeti mefkuresi kül olup gidecekti. Emrem Yunus'un söz ola kese başı dediği hakikat Ereğli Ova'sında tecelli edecekti.

Neydi Koca Sultan'ı henüz Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'inin acısı sönmeden yeni bir acıya kendi eliyle gark eden sözün sırrı. İktidar mı, ihtiras mı, yoksa "füsun-ı fitneye geldik ey behzad neylersin" diyen şairin dizelerinde hayat bulan "ateş-i Suzan" mı?

Nedir insanın evladını öldürtecek kadar tahrik eden bu efsunkâr sır? Elbette tarih denilen mazinin derelerinde akan sularda insan bedeni birden fazla yıkanamadığı için tahlil beyanında oldukça müşkil bir ameliyedir bu sırra vakıf olmak.

Ne var ki levh-i mahfuz açılmadan vakıf olunamayacak sırların künhüne vakıf olmak bütünüyle mümkün görünmese de zaman tünelinde hayalen olsun yapılacak bir yolculuk bazı gerçeklerin insan zihnindeki bulanık noktaları tebellür edeceği de bir vakıadır. Bu anlamda görünürde her ne kadar devlet-i ebed müddet ve nizâm-ı âlem için siyâseten katl caizdir fetvası muktezasınca bu ölümler gerçekleştirilmişse de gerçekte olayların arkasındaki sırrı anlamaya giden yol hadiselerin seyrini iyi takip etmeye vabestedir. Bu meyanda nedenlere nasıllardan varmak mümkün olduğundan yolumuzu aydınlatacak soruların cevabı da nedenlerden ziyade nasıllarda gizlidir.

Buna göre tümdengelimci bir yaklaşım geliştirmek doğru hükümleri bütüncül bir bakış açısıyla yakalamak açısından oldukça önemlidir. Yine sır perdesini aralama yönünde geliştirilen empatik yaklaşımın ataerkil bir karakter arz etmesi de sebebten ziyade sonuca tesir eden etkenleri eksik ya da yanlış anlamanın bir başka nedenidir. Oysa olaylara sadece baba şefkati açısından bakmak yerine bir de anne zaviyesinden bakılsa Şehzâde Mustafa ile devam eden bir dizi evlât katillerinin nedeninin de Fatih Sultan Mehmed'in Osmanlı Devlet yönetiminin temel esaslarını belirlediği ve kendisinden sonra asırlarca uygulanan meşhur kânun-nâmesinde bulunan 'her pâdişah tahta çıktığında erkek kardeşlerini öldürür' hükmü olduğu ortaya çıkacaktır.

Bu noktada Şehzâde Mustafa'nın Kardeş katli kanunu gereği kardeşlerince öldürülmemiş olmasına rağmen ölümünün bu kanuna dayandırılmasının nedeni sorgulanabilir evvel emirde. Bu sorgu bizi tahta çıktığında kardeşlerini öldürme ihtimali şehzade Mustafa'nın hazin sonunu hazırladığı yargısına ulaştıracak ve son tahlilde genç şehzade bir üvey annenin oğullarını kaybetme korkusuyla hazırlanan Hürrem ve Rüstem ortak yapımı bir entrikanın kurbanı olacaktır.

Yine söz konusu kanun Fatih döneminde hazırlanmasına rağmen neden Hürrem Sultan'a kadar geçen dönemde böyle bir şey olmamış ta Hürrem bu işi başlatmış sorusu akla gelebilir.

Bu sorunun gayet yalın bir cevabı vardır. Hürrem kadar güçlü ve tesirli olmadıklarından naşi, Hürrem Sultan'a gelinceye değin saray kadınları çocuklarının ölümü noktasında müdahil rol oynamamış, teslimiyetçi bir tavır takınmışlardı. Hürrem Sultan ise kendisinden önce gelen şehzâde annelerinin mütevekkil tavırlarının aksine oğullarının katline engel olmak için her türlü desiseye başvurmuş, kimi zaman zekâsını, kimi zaman da kadınlığını ustalıkla kullanarak seferden sefere koşarken yollarda yaşlanan Kânunî'yi aşkıyla, yörüngesine almağı başarmıştı.

Cariye olarak geldiği sarayda Haseki Sultanlığa kadar yükselen Hurrem, dirayetli bir devlet adamı olmasının yanında oldukça duygusal bir yapıya sahip olan Kânunî'nin ruh halini çok iyi tesbit etmiş, diğer saray kadınlarının başaramadığı şeyi başararak cihana hükmeden ama kalbine hükmedemeyen bu melankolik hünkârın yüreğindeki boşluğu ona sunduğu sevgisiyle doldurmuştu. Şair ruhlu koca sultanın kalbine mukabil bir kalp olmuştu Hürrem'in kalbi. Her iki taraf da böylece sevgilerini, aşklarını, şevklerini değiştirip, lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve kederli anlarda da birbirlerine yardımcı olup, destek verir hale gelmişlerdi.

Hürrem'le geçirdiği saatlerde cihanın gam ve kederinden kurtulup teneffüs ruhuna nefes aldıran koca sultan kâh Doğu'ya kâh Batı'ya uzayıp giden yorucu ve kasvetli seferlerinde de Hürrem'den aldığı mektuplarla teselli buluyordu.

"Ey Sabâ Sultânuma zâr u perîşân diyesin

Gül yüzünsüz işi bülbül gibi efgân diyesin"

diye başlayan şiirler yaşlı pâdişahın kalbini ateşliyor. Hürrem'in vuslatının arzusuyla yanıp tutuşan, Muhibbi ruhunu ihtizaza getiren bu iştiyakı

"Nâmeler gelse kaçan İstanbul-ı âbâddan

Bûy-ı zülfini seher-geh aluram Bağdad'dan"

dizeleriyle dile getiriyordu.

İşte, Hürrem Sultan yukarıdaki dizelerden de anlaşılacağı üzere böylesi bir aşkla kendisine bağladığı cihanı titreten kudretli pâdişaha istediğini yaptırmak için, işe Şehzâde Mustafa'nın kendisini tahttan indirmek için hazırlıklar yaptığı yolunda dedikodular yayarak başladı. Bu dedikodular oğlunun ortadan kaldırılacağı korkusunu yüreğinde hisseden bir başka anneyi harekete geçirmişti ki bu da oyunun bir parçası idi. Babası Yavuz Sultan Selim'in dedesi Bayezid'i tahttan indirmesi olayının kendi başına gelmesi gibi bir evhamla, Kânunî'nin bu dedikodudan etkileneceği ve bu korkuyla onu ortadan kaldıracağı korkusuna kapılan Mustafa'nın annesi Mahidevran, galeyana gelerek dedikoduyu çıkaran Hürrem'e saldırınca, Hürrem'in de isteği olmuştu. Pâdişah Mahidevran'ı çiçeğine saldıran bir yabani gibi telâkki edip o sırada Kütahya Valisi olan oğlu Şehzâde Mustafa'nın yanına gönderince Hürrem sarayda rakipsiz kalmış ve Kanunî'nin nezdindeki itibarını hızla artırarak "Haseki Sultan"lık mertebesine kadar ulaşmıştı.

Aradan geçen yıllar bir yandan savaşçı, cesur ve atak kişiliği ile dedesi Yavuz Sultan Selim'e benzeyen Şehzade Mustafa'nın Anadolu'daki Türkmen aşiretleri ve askerler arasında sempati halesi genişlemesine vesile olurken, diğer yandan çocuklarının isitikbali açısından Hürrem'in giderek artan korkusunu da beraberinde getirmişti. Bu sırada Mustafa önce Manisa'ya daha sonra Amasya'ya oradan da son alarak Konya'ya vali olarak atanmış olan Mustafa'nın buralardaki askerler ve halk arasındaki etkinliği Kütahya'dan aşağı kalmamış, sevilen ve saygı duyulan karizmatik kişiliğinin etrafındaki yandaşları her geçen gün artmıştır.

-Devam edecek-

Mehmet İpçioğlu

03.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (15.12.2007) - İttihadı sağlayan güçleri ihtilâller parçaladı

  (14.12.2007) - Mevlid programlarındaki İttihad-ı İslâm manzaraları

  (13.12.2007) - Bediüzzaman İran'da olsaydı, kardeş kavgası olmazdı

  (12.12.2007) - Ali Uçar ile üç yıl bölgeyi dolaştık

  (11.12.2007) - Şark yaylalarında en çok Münâzarât okunuyor

  (10.12.2007) - Şarkta, Bediüzzaman'a herkes saygı duyuyor

  (06.12.2007) - İslâm dünyasının Davos'u

  (05.12.2007) - İhtişam var, kültür yok

  (21.04.2007) - Barikatın kapısı açılır mı?

  (20.04.2007) - Kıbrıs'ın gerçek fotoğrafı

 

 Son Dakika Haberleri