Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asıl yasaklardan korkun

Demokrasiyle ‘korku siyaseti’ bir arada olmaz.

Üniversitelerde başörtüsü yasağı devam etse daha mı iyi olur? Barış ve huzur böyle bir yasaktan daha mı olumlu etkilenir?

Bugüne kadar öyle mi oldu?

Bu toplumun eğer ‘biz ve onlar’ diye ayrışması sakıncalıysa, yine de bu yasak sürüp gitsin diyebilir misiniz?

Türkiye’nin cepheleşmesi, kutuplaşması en başta huzur ve barış olmak üzere birçok açıdan tehlikeli bir istikrarsızlık unsuru ise ne düşünüyorsunuz?

Yasak yine de sürsün mü?

Üniversitedeki bu yasak nedeniyle başı örtülü kızların yükseköğrenim hakkından yoksun kılınması içinize siniyor mu?

Oysa, onların üniversite yaşamına katılmaları aynı zamanda farklı dünyaların birbirine yaklaşması sonucu doğurmaz mı?

Başörtülü, başörtüsüz öğrencilerin üniversite kampüslerinde, sınıflarda şöyle ya da böyle buluşmaları, iletişim kurmaları, aileleriyle tanışmaları, ailelerinin birbirleriyle temasa gelmesinde köprü oluşturmaları, toplumsal barış ve huzur açısından çok daha hayırlı olmaz mı?

Böylece bir ‘duvar’ orasından burasından yıkılmaya başlamaz mı?

Ne düşünüyorsunuz?

Barış ve huzurun yolu, insanların birbirlerini daha iyi tanımalarından, birbirleriyle diyalog kurmalarından, birbirlerini anlamaya çalışmalarından geçmiyor mu?

Üniversite bunun için ideal bir mekân olmaz mı?

İnsanların inançlarında, dünyaya ve yaşama bakışlarında, dillerinde, dinlerinde, renklerinde, alışkanlıklarında ‘farklılıklar’ın hiç bitmediği, hiç de bitmeyeceği bu hayatta barışı yakalamak için birbirlerimiz arasındaki duvarları yıkmak gerekmiyor mu?

Eğer taraflar birbirlerine ‘cüzzamlı muamelesi’ yapmaya, birbirlerinden uzak durmaya devam ederlerse, o zaman barış ve huzur kazanabilir mi bu toplumda?

Hiç sanmıyorum.

Yasaklardan medet umarak barış ve huzur yakalanamaz.

Demokrasi hiç yakalanamaz.

Prof. Dr. Mithat Sancar’ın deyişiyle:

“Bazı yasaklar Türkiye’de korku siyasetinin bir aracı olarak kullanılıyor. Bu, Kürt sorununda da böyledir; Alevi sorununda da böyledir; genel demokrasi ve insan hakları sorununda da böyledir. Aynen başörtüsü sorununda olduğu gibi...

Yayılan korku şudur:

Eğer Kürt sorununa çözüm yolunda, demokrasi ve insan hakları çerçevesinde adım atarsak bölünürüz. Başörtüsü yasağı kalkarsa, şeriat gelir. Alevilerin talepleri kabul edilirse, Türkiye mezhep bölünmesi yaşar. Bu gibi korkular pompalanıyor Türkiye’ye...

Başörtüsü yasağının kaldırılmasını isteyen çevreler de, başka konularda bu korku siyasetinin dilini kullanıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’daki sözünü hatırlayın.

Aynen CHP üslubudur.

Başbakan diyor ki, eğer şimdi bu hakları Kürtlere verirseniz, Çerkezler de ister, Lazlar da... Şimdi CHP de diyor ki, eğer başörtüsünü serbest bırakırsanız sonrası gelir! Bu mantıkla özgürlükler konusunda hiçbir şey yapmayacaksınız.

Oysa, özgürlükler her zaman yumuşatıcı, yani uygarlaştırıcı bir etki gösterir. Kutuplaşmayı önlemek yasaklarla olmuyor. Tam tersine, yasaklar kutuplaşmayı derinleştiriyor.

Üniversitelerde başörtüsü yasağı kalktığında, sınıflarda veya kampüslerde başörtülü arkadaşlarını gören insanlar, onların anlatıldığı gibi ‘öcü’ olmadığını fark edeceklerdir. Bu insani temas ve deneyimin tek başına karşılıklı bir dönüştürücü etki yaratacağını ve her alanda özgürlük içinde, farklılıklarla bir arada yaşamanın güzelliğine olan inancı güçlendireceğini düşünüyorum.

Bu havaya katılmayı reddedecek kesimler her zaman olacak. Demokratik bir toplumda son derece normaldir bu. Ama özgürlük ortamında bunların gerilim ya da kutuplaşma yaratma potansiyelinin önemli ölçüde zayıflayacağını sanıyorum.” (Zaman, 28.01.08, s. 22)

Kısaca:

Özgürlüklerden korkmayın, yasaklardan korkun!

Milliyet, 1 Şubat 2008

Hasan Cemal

02.02.2008


 

Yasaklar cidden kalkacak mı?

Başörtüsü yasakları konusunda 40 yılı aşkın devam eden derin sosyal yara, bugünlerde tekrar gün yüzüne çıktı...

Bunu defalarca kez yazdık ve söyledik; şu andaki mevcut Anayasa’da zaten başörtüsünü yasaklayan bir madde yoktur. Kanunlarımıza baktığınızda da örtü yasağıyla ilgili bir ibare bulunamaz. Yani yaşanan yasaklar tamamen siyasi konjonktüre bağlı olarak kamu görevlileri tarafından yetki aşımı ile yapılandırılmış fiili olaylardır...

Hükümet, MHP ve bazı Bağımsız vekillerin de iştirak ettiği son Anayasa ve Kanun değişim çalışmaları, toplumun geniş katmanlarınca sitayiş ve tebrikle karşılandı. Kırk yıllık çekilen acılar sonunda bitecekti... Ve fakat taslak çalışmaları netleştikçe, özgürlüğün ve serbestliğin sadece üniversite öğrencilerini kapsadığı çıktı ortaya. Sayın Bahçeli’nin de gayet asabi bir ciddiyetle dile getirdiği gibi; üniversite öğrencilerinin dışında kimse bu özgürlüklerden yararlanamayacaktı...

Bizler bu konuda çok şey tecrübe ettiğimiz için, başörtüsü konusunda hemen her siyasi atağın bedelini epey pahalıca ödemiş nesilleriz. Ayrıca bu tavırla, yani yasağın sadece üniversitelerden kaldırılması ibaresiyle, kamusal alandaki fiili yasak, yasallaşmış hale geliyor. Yani özgürlük var ama sadece üniversite öğrencilerine, o halde yasak üniversite öğrencisi olmayan herkese karşı devam etmektedir şeklinde bir damıtmayla karşı karşıyayız...

Yasada şimdiye kadar olmayan bir yasaktır bundan sonra karşımıza çıkaracakları.

Ayrıca tasarının bu haliyle bile Anayasa Mahkemesi’nden geçemeyeceğini düşünüyorum. Eğer mesele Anayasa değişikliği tarzında ele alınsaydı Anayasa Mahkemesi’nin blokajına uğramadan geçebilirdi. (Zira Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliklerini şeklen denetleyebilir, esastan denetim yetkisi yoktur) Fakat Hükümet ve MHP, meseleyi kanun üzerinden halletme yoluna gitmişlerdir. YÖK Yasası ek 17.md aracılığıyla kılık kıyafet serbestisinden söz edilmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin daha önce verdiği kararlar ve politik rijit tavrı gayet açıkken, ilgili madde hakkında da olumsuz karar vereceklerini şimdiden tahmin etmek için müneccim olmak gerekmiyor. Görürsünüz, iş yine Anayasa Mahkemesi kapısından geri dönecek...

Siyasi manevralar, halkla ilişkiler ve toplum katmanlarının taleplerine kulak vermek gibi konular, elbette politikanın temel dinamiklerindendir. Ama hatırlatmak isteriz ki toplumun bu kadar hassas olduğu, vicdanların yıllardır kanatıldığı bir konudaki umutlarımız, politikanın genel geçer tavrına kurban edilmesin... Aksi takdirde bu iş, sadece meselenin çözümünü bekleyen milyonların hüsranı olmaz, bu işi ellerindeki imkanlar nispetinde kotaramayan siyasiler açısından da hüsran olur. Biz bunu tecrübe etmek istemeyiz...

Memleketteki çeteleşmelerin ve yasadışı güç odaklarının üzerine gidiliyor oluşu, demokratik şeffaflaşma açısından hepimizi umutlandırıyor. Ergenekon Çetesi’nin çökertilmesi olayında da yaşadığımız gibi, memleket üzerinde doğacak kaotik zeminden fayda uman gruplar her zaman olagelmiştir. Bunun en vahim şeklini 28 Şubat’ta yaşadık. Batı Çalışma Grubu’nun (aslında bu da yasadışı bir çete oluşumuydu) irtica senaryoları eşliğinde milyarlarca dolar zarara uğratıldık, sözlüklere abartılı hırsızlık anlamında “hortumlama” şeklinde bir kelime hediye etti o zorlu günler...

Bizler şimdi başörtüsü yasakları ile ilgili olarak başka bir çeteyle karşı karşıyayız. Öyle ya, Anayasa’da yok, yasada yok, peki kimdir yasaklayan örtüyü? Hangi güçtür kanunda yer almayan bir yasağı icadedip uygulatan? Bu çetenin maskesini düşürmek de en az Ergenekon’un maskesini düşürmek kadar önemlidir. Fakat bu hadisede elimiz bu kadar güçlü değildir, zira Ergenekon Çetesi’ni deşifre edenlerin arasında TESEV’ci akademisyenler de vardır. Başörtüsüne özgürlük diyenler arasında ise TESEV’ciler yok! (Allah’tan) Şahsen ben, başörtüsü meselesinin dış destekler ve lobiler çerçevesinde çözüme ulaşmasını onur kırıcı bulurum...

Malum tartışma çerçevesinde yaşadığımız iç kırılma ise elbette daha ciddidir. Yıllarını başörtüsüne dair sabırlı bir hukuk mücadelesiyle geçiren yüzbinlerce kişiyi, “türbancı”lıkla suçlayabilen üstelik de başıörtülü kişilere şahit olduk bu süreçte... Ya örtünmeyi sadece bir iç temizlik ritüeli olarak toplumsallaşmadan ayrı tutanlara ne demeli? Direnmeyi ve sabrı, inatçılık ve anormalleşme sayan muhafazakârlar da seslerini daha bir yükselttiler aynı anda... Para, makam ve mal hırsıyla insanların kutsallarıyla alay eden eski kutsalcılar ve iç içe çeteleşmeler, iç içe kulüpleşmeler... Bunların hepsini aynı anda gördük...

Başörtü konusundaki yasak veya özgürlükten çok daha önemlisi bizim kendi içimizdeki bu çürüyüştür... Hepimizi heyecanlandıran bu süreçten çok şey beklemiyorum. Umarım yanılırım...

Vakit, 1 Şubat 2008

Sibel Eraslan

02.02.2008


 

‘Keşke’ler ve ‘gerçek’ler

Keşke bir gazeteci olarak Türkiye’de ve dünyada gelişen olayları sadece “keşke”lerle ele alabilsek. Ancak gazetecilik kişisel niyetlerimiz ve görüşlerimizden ziyade “gerçekler”i okuyucuya iletmeyi zorunlu kılıyor:

KEŞKE 1980’li yılların başında ilk türbanlı kız öğrenciler üniversitelere geldiğinde kimse müdahale etmeseydi ve olay normal akışına bırakılsaydı. Ancak ilk türbanla birlikte ilk yasak geldi ve türban olgusu olağanüstü bir mecrada aktı gitti.

KEŞKE ilk yasağa karşı türbanlıların yanında yer alan solcu aydınlar bu tutumlarında ısrar etseler ve bu sorunu hak ve özgürlükler zeminine taşıyabilselerdi. Ancak siyasal İslamcılığın gelişip solun da gerilemesinin paniğiyle bu dayanışma refleksleri iyice köreldi.

KEŞKE siyasal İslamcılar da bu soruna esas olarak “hak ve özgürlükler” temelinde yaklaşsalardı. Ancak milletvekilleri, belediye başkanları türban eylemlerine çıkartma yapıp hatıra fotoğrafı çektirmeyi, radikal gençler Cuma namazı çıkış öfkeli gösteriler düzenlemeyi tercih ettiler. Kısacası bu sorunu araçsallaştırıp türbanın bir “siyasal simge” olarak algılanmasına katkıda bulundular.

KEŞKE laikliği savunma iddiasındaki kişi ve kurumlar, günün şartlarını ve gereklerini titizlikle araştırıp çağdaş ve özgürlükçü bir laiklik anlayışı geliştirebilselerdi. Ancak ellerindeki güç ve imkanlara güvenip en kolay yolu, baskıyı ve yasaklamayı seçtiler. Türbana hak ettiğinden fazla bir önem atfederek onun “siyasal bir simge”ye dönüşmesini hızlandırdılar. (...)

KEŞKE feminizm iddiasındaki grup, çevre ve kişiler türbanlılarla empatik bir ilişki kurabilselerdi. Ancak birkaç istisna dışında çoğu İslamda zaten kadın hakları olmadığını iddia edip türban sorununa kayıtsız kaldılar; hatta türban yasağını savunabildiler.

KEŞKE DYP-SHP ya da DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetleri bu soruna el atıp bir çözüm geliştirebilselerdi. Ancak ya bunu öncelikli bir sorun olarak görmediler; ya çözülürse RP-FP gibi partilerin güç kazanacağı gibi yanlış bir hesap yaptılar ya da laikliğe duyarlı kesimlerin tepkisinden çekindiler. (...)

KEŞKE türbanlılar AKP hükümeti döneminde de direnişlerini aktif bir şekilde sürdürseler ve siyasi bir amaçlarının olmadığını, sadece hak ve özgürlük talep ettiklerini açık bir şekilde gösterselerdi. Ancak bağırlarına taş bastılar ve AKP’yi zor durumda bırakmamak için sessizliği tercih ettiler. (...)

KEŞKE AKP ile MHP’nin düzenlemesi kazasız belasız üniversitelerdeki türban yasağını sonlandırabilse. Ancak ilk andan itibaren başlayan gerginlik giderek tırmanıyor; farklı kesimler arasındaki mesafeler iyice açılıyor. Üstelik Anayasa Mahkemesi’nin nasıl bir karar vereceği de şüpheli. (...)

KEŞKE süreç tamamen demokratik sınırlar ve teamüller içinde gelişse. Ancak yasağın kaldırılmasını engellemek isteyenler, Meclis’teki çoğunluğun yetmediği iddiasıyla demokrasi dışı müdahalelere çanak tutuyorlar.

KEŞKE ordu 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinden yeterince ders çıkartmış olsa ve bu sürece dahil olmasa. Ancak Org. Büyükanıt önceki gün yaptığı tek cümlelik açıklamayla, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını dahi hoşgörmeyeceklerinin işaretini verdi. (...)

Vatan, 1 Şubat 2008

Ruşen Çakır

02.02.2008


 

Öğrenci affı gerek

Ben türban sorununa “liberaldemokrat” açıdan bakıyorum. Benim için önemli olan “özgürlükler “, “ hukuk devleti”, “eğitim hakkı”...

Sınavı kazandıktan... Kimliğini ispatladıktan... Ve derslerin gereğini yerine getirdikten sonra... Bir kişinin kılık kıyafeti yüzünden üniversiteye devam edememesini ben kabul edemem.

Ancak olaya bambaşka kaygılarla bakanlar da var.

Ve onlar bu işten... Yani AKP ile MHP’nin “üniversitelerde türbana özgürlük” girişiminden hiç de memnun değil.

Kim mi bunlar?

Onlar, mütedeyyinlikten sonra en önemli özelliği ataerkillik olan muhafazakâr Türk ailesinin “karar verici “ fertleri.

Öğrenci affı mecburi

Türban-başörtüsü nedeniyle 1980’lerden günümüze kaç kız üniversiteye gidemedi ya da yarım bıraktı? Bu rakam bilinmiyor!

Çünkü ‘suç işledikleri’ ya da ‘başarısız’ oldukları için okuldan atılmadılar, ‘devamsızlık’tan kaldılar.

Bazı kızlar ise arkadaşlarının başına geleni gördükten sonra kampusun kapısına dahi gitmedi.

Eğer AKP ve MHP üniversitede türbana özgürlük sağlarsa, ardından bir de öğrenciler için af çıkarmak zorunda.

1999-2005 dönemine ilişkin çıkarılan af, 677 bin öğrenciyi kapsıyordu. (...)

Sabah, 1 Şubat 2008

Emre Aköz

02.02.2008


 

Bir utanç dosyası daha: Düşünceye hacir…

Önce karalama kampanyası açıldı, ardından görevi askıya alındı, hakkında dava açıldı ve en nihayet mahkûm edildi.

Cezası ertelendi ama başka bir cezayla ikame edilerek. Erteleme siyasi davranış denetimi koşuluna tâbi kılındı. Yani düşünsel ve siyasi açıdan hacir altına alındı…

Prof. Dr. Atilla Yayla’dan söz ediyorum.

Yayla’nın yaşadıkları, son iki yılda başına gelenler “Türkiye’nin son yıllardaki en büyük ayıplarından birisi”dir.

Atilla Yayla Türkiye’deki liberal eğilimin önde gelen temsilcilerindendir. Yetkin bir profesör, yurt dışında saygın bir isimdir. Teorik çalışmaları kadar siyasi haklar ve demokrasi konusundaki tavırları ve mücadelesiyle öne çıkmış bir aydındır.

Türk siyasi ve hukuki düzeninin Atilla Yayla’ya reva gördüğü muamele, Yayla’nın kimliği dikkate alınınca, sadece ona değil, ifade özgürlüğüne, bırakın ifade özgürlüğünü, düşüncenin bizzat kendisine, düşünmeye yönelik bir tahkirdir.

Öyküyü herkes biliyor, bilmeyene de biz hatırlatalım…

Atilla Yayla önceki yıl İzmir’de, AK Parti Gençlik Kolları tarafından düzenlenen “Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkileri’nin Toplumsal Etkileri” başlıklı bir toplantıda, 37 kişinin önünde bir soruya yanıt verirken Atatürk heykellerini kastederek, “sormazlar mı yabancılar neden her yerde bu adamın heykelleri var diye” sözleri üzerine, yani Atatürk’e “adam” dediği için bir linç girişimiyle karşı karşıya kalmıştı…

Sistem hızla harekete geçmiş, üniversite rektörü tarafından ders verme yetkisi elinden alınmış ve hakkında idari ve adli soruşturma başlatılmıştı.

Dava, tahmin edileceği gibi 5816 sayılı Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun’a muhalefetten ve TCK’nın 53’üncü maddesinden açıldı.

Hakkında 4.5 yıla kadar hapis cezası istendi.

Sonuç: İki yıl sonra Yayla 1 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm edildi.

Yukarıda da söyledik cezası ertelendi Atilla’nın…

Ancak Denetimli Serbestlik Yasası kapsamında bir uzman tarafından 2 yıl denetim altında tutulmasına karar verildi.

Yayla bu süre zarfında aynı suçu işlerse cezası infaz edilecek.

Buna kararı ise denetçi verecek…

İnanılır gibi değil…

Bir kere Yayla’nın avukatı Murat Dinçer’in de söylediği gibi bu iddianamenin düzenlenmesi olması bile başlıca düşünce ve ifade özgürlüğü ihlalidir.

Böyle bir cezasının verilebiliyor olması trajik komik bir hadisedir.

Ama asıl vahimi Yayla’nın, bir siyaset bilimi profesörünün, bir ülke aydınının yazacağı yazılar ve söyleyeceği sözlerinin sürekli izlenmesi, değerlendirilmesidir.

Böyle bir şey düşünülebilir mi?

Neyi denetim altında tutarsınız? Hırsızı tutarsınız, gaspçıyı tutarsınız, düşünce suçunun denetimi olur mu?

Düşünce suç olunca o da oluyor işte…

Ceza infaz sistemindeki iyileştirme düşünce suçunun olduğu bir diyarda böyle manasız ve tehlikeli sonuçlara yol açabiliyor.

Peki şimdi kim denetleyecek Yayla’yı?

Nasıl denetleyecek? Nerede denetleyecek?

Kürsü de mi? Gazetelerde mi? Kitap yazarken mi?

Böyle bir şeyi düşünebilmek, buna uygun bir “komiser” atamak ve bunu uygulamaya sokmak ancak otoriter düzenlerde olur…

Stalin’in Sovyetler’i, Hitler Almanya’sı, Franko İspanya’sı mıdır burası?

Böyle bir hukuki prosedürün asli gerekçesi ne olursa olsun, böyle bir durum bir ülke için, demokrasi için, hukuk devleti için bir yüz karasıdır.

Suçlandığı konuşmada Yayla, “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir…” demişti…

İşte size yeni bir kanıt daha…

Yeni Şafak, 1 Şubat 2008

Ali Bayramoğlu

02.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri